Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

170 syf.
9/10 puan verdi
·
Beğendi
ADLANDIRILAMAYANIN ADI İnsan türü, kendini deneyimlemenin sonuna gelmiştir, demişti bir filozof. İnsan olabilmenin sınırına yani. Mevcut dilinin, söyleminin, eyleminin ötesi neyi işaret eder, peki? Belki de ötesi ‘adlandırılamayan’ olandır. Beckett’ın işaret ettiği adlandırılamayan, bugünlerde büyük bir kederle, acıyla andığımız 2 Temmuz Madımak katliamı gibi, tarihimizde ne yazık ki sıkça rastladığımız türde büyük trajedileri hangi adla, sıfatla tarif edeceğimizi bilememenin çaresizliğinden kaynaklanan bir ‘adlandırılamayan’ değildir. Ya da onu da içerir. Fakat Madımak Katliamı türündeki acılar daha çok Hannah Arendt’in “Radikal kötülük veya Kötülüğün sıradanlığı” biçiminde tarif ettiği acı tanımlamalarının içinde isim bulabilir. Ancak Arendt bile bu tür trajedilere uygun bir adlandırma yapamadığından bunu kötülüğün sıradanlığı ya da radikalliği gibi tarif etmiştir. Beckett, insanın tuhaf, hastalıklı yanlarını ortaya çıkarmanın yanı sıra daha çok insan denen türün kendini deneyimlemesinin niteliğiyle ilgilendi. Klasik olayların, bireylerin, sosyal ilişkilerin, görünür mücadelelerin içinde varlığın dışsal tuzakları biçiminde ortaya çıktığını fakat bunların, insanın asıl acılarını, sorunlarını ve insana dair olanı gizleyen unsurlar olduğunu düşündü. Beckett, bu anlamda dünyaya bir varlık olarak bırakılmış olma gerçeğiyle nasıl başa çıkabiliriz, biz kimiz, gerçek doğamız nedir, insan ‘ben’ derken ne demek ister, sorularıyla ilgilendi. Şöyle formüle etti bunu: “Yazıyorum” derken kendimden bahsediyorum, bir parçamın başka bir parçamın ne yaptığını anlatan bir parçayım. Hem gözlemciyim hem de gözlemlediğim nesne benim. İkisinden hangisi gerçek ‘ben’dir?” Beckett’in üçlemesinin sonuncusu L’Innommable (The Unnamable), 1953’te yayımlandı. Bu üçlemeyi sırayla okumalıyız: Önce “Molloy“, sonra “Malone Ölür” ve son olarak da “L’Innomable-Adlandırılamayan“. Beckett, sonuncusuyla döngüyü tamamlar. Üçünde de arzu edilen hiçbir şeye ulaşılmaz, bu hiçlik, karamsarlık dairesi sonuncuda iyice daralır. Sonuncuyu okumak ilk ikisinden daha zor çünkü Adlandırılamayan, bir diğer adıyla ‘İsimsiz’ diğer ikisine göre giderek hem zihinsel takip olarak hem felsefi olarak hem de dilsel özelliği bakımından daha sıkışık hale geliyor. Peşinde koşacağımız, sürükleneceğimiz bir entrika yok; hiçlik içinde, takip edilemeyen bir dizi ilerleme. İlerleme de olmayabilir bu, sadece bir ses, bir şey söylemek istemeyen ama durmadan konuşan gövdesiz bir ses: “İnsan bir şeyi çalıştırmaya başlıyor ve sonra bunu nasıl durduracağını hiç düşünmüyor. Konuşmaya uygulayalım bunu; insan konuşmaya başlıyor, istediğinde susmak elindeymiş gibi. Bir şeylere son vermek olanağını araştırmak, sesini susturmaya çabalamak, söylemin sürüp gitmesini sağlıyor. Hayır düşünmeye çalışmamalıyım, yalnızca konuşmalıyım… Konuşma cinnetim içinde gerçeklik arayışım bu…”(38) Tüm roman böyle ilerliyor. ‘ONU DURMADAN KONUŞTURAN, NİHİLİZMİNİ YİTİRME KAYGISIDIR’ Neden susmak istemiyor, başlangıçta tam olarak bir şey söylenemez. “Ancak konuşmak zorundayım, asla susmayacağım, asla.” Ama vahşi bir ırmağa dönüşmüş, çağıldayarak kaynağından dökülen bir ses, nesnesiz bir düşünce akışı, sona doğru az da olsa sezdirir nedenini: İçinde vücut bulduğu karamsarlığını, nihilizmini yitirmek kaygısıdır, onu durmadan konuşturan. J.M. Coetzee, Beckett’in Kartezyen ve düalist olduğunu bu anlamda insanın bir beden ve bir de zihinden yapılmış olduğunu düşündüğünü ve ayrıca beden ile zihin arasındaki bağlantının açıklanamamış ya da gizemli olduğu kanaatinde olduğunu söyler. Bu anlamda benliğin bu düalist anlatımını hem kullanır hem de bunu komik bulur, der. Varoluşumuzun ikili olduğu ve bunun dünyada tedirgin ve kaygılı oluşumuzun kaynağı ve kökeni olduğu kanısında olan Beckett, bunu değiştirebilecek hiçbir düşünsel gücün de olmadığına inanır ve bu nedenle de varlığımızı absürt bulur. Ancak Adlandırılamayan’da hiç durmadan konuşan ve söylediği her ifadenin içerdiği kuşkunun kuyruğundan yakalayıp peşinden giden ve bunu bir başka söylem üretmenin nesnesi yapan anlatıcının, Descartes’ten esinlenilen Kartezyen düalizmin etkisinde hareket ettiğini düşünebiliriz. Adlandırılamayan, Samuel Beckett, Çevirmen: Uğur Ün, 208 syf., Kırmızı Kedi Yayınevi, 2019. ‘SOLUKSUZ TEK BİR MONOLOG CÜMLESİ’ Anlatıcı takıntılıdır ve romanı açarken kimin açtığını sorarak başlar: “ Neredeyim şimdi? Kimim şimdi? Sormuyorum bunları kendime. Ben diyorum, ben. Ama inanmıyorum buna.” Anlatıcı daha sonra önceki karakterlerden, üçlemenin başlangıcı hakkında konuşur. Molloy’dan Malone’dan bahseder. Sonra kendine ama belli biri olmayan kendine döner ve bir varsayım olarak tanımlar varlığını; belirsizliğin, hiçliğin içine yerleştirir. Genel olarak “adsız” olan ve ‘ben’ zamirinin uzamsız, gövdesiz, zamansız boşluğuna iliştirilen sesini kullanan anlatıcı, arada Mahood ve Worm adıyla karşımıza çıkar. Roman, upuzun, soluksuz, dramatik tek bir monolog cümlesidir adeta. Anlatı, kişisiz ben sesinin baştan sona hissettirdiği acı ve entropi duygusuna rağmen yaşamaya devam etme arzusuyla son bulur: “sürdürmeniz gerekiyor, sürdüreceğim.”(202) Samuel Beckett’in felsefe ve psikanalizmden derinlemesine yararlanan aklı, zihnin işlevine ve imkanına büyük bir merakla sarılır. Belki de bu nedenle Beckett’teki içsellik deneyimi kaotiktir ve genellikle varlığı, kendi düşünsel kozmosunda, zihninin ürettiği kara deliğin anaforunun çekiminin etkisindedir. Ve yine bu nedenle zihni, bir merkeze odaklanamayan değişken, dinamik bir enerjiyle dolu düşünce gücünün bütün olanaklarıyla donatılmıştır. Maurice Blanchot, bu kaotik ve denetlenemez dil ve düşünce evrenini şöyle tarif eder: “İsimsiz’e atanan daire bir noktaya indirgenmiştir, galaksinin merkezinde, zamanın deforme olduğu, her şeyin kopup kaybolmadan acele ettiği galaksinin ortasındaki kara deliktir. Bu noktada yaşayan varlık mutlaka isimsizdir, çünkü “Ben”, bu “ben” sonsuza dek tanımlanamaz.” ‘GÖSTERENLE GÖSTERİLEN YER DEĞİŞTİRİR’ Beckett romanları için ilk değerlendirme sözcüğü anlayamamak, tarif edememektir. Çok zorlu, sıkıcı ve bunaltıcı okuma serüveninin ardından okuyucuda oluşan duygu; ağırlığı olan bir boşluktur. Romandan geriye kalan nedir, sorusuna kolayca cevap verilemeyişidir. Adlandırılamayan, bir iç monolog, ancak yöntemsel olarak yazılmış benzerleri gibi değil; hatta aynı yazarlık sınıfına dahil edildiği ve yazar olarak çok etkilendiği James Joyce’un metinlerinin aksine, karakterin bilinç akışında düşüncelerinin zihinsel takibi yapılamaz. Bilinç akışı Beckett’a izlenemez, takip edilemez ve tanımlanamaz biçimde karmaşık, döngüsel ve sıçramalıdır. Zira Beckett’ta karakterler düşüncelerinin bir nesnesi, bir hedefi olmasını reddeder, bir yerde belli bir anlama doğru hizalanmış düşünceyi reddederler. Klasik anlamda gönderici, ileti ve alıcı döngüsü işlemez. Gösterenle gösterilen yer değiştirir; belli bir ileti de iletinin yönü de yoktur. Çünkü karakterler, kendilerini varlık hallerinden soyutlamak, varoluşlarından kurtulmak, hiçleşmek için uğraşırlar. Bu anlamda rasyonel bir tarih, evrim, değişim yoktur. Varoluş halinin başlangıcında; saf enerji, düşünce halinde takılıp kalınmıştır. Anlatıma teatral bir imkan kazandırılsa da bilinen anlamda bir hikayelendirmeye rastlanmaz. Belirli karakterleri, bir düzen dahilinde olayların gelişim çizgisi içine yerleştiren; roman bireyinin belli bir mantıkla değişimini sunan; dramatik bir durumun yükselişini-çöküşünü betimleyen geleneksel romanla kökten ters düşen bir romandır, Adlandırılamayan.
Adlandırılamayan
AdlandırılamayanSamuel Beckett · Kırmızı Kedi Yayınevi · 2018204 okunma
·
45 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.