Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

300 syf.
8/10 puan verdi
·
22 günde okudu
İyi aile yoktur: çarpıcı ve iddialı bir yargı cümlesi. Kitap, ismindeki bu çarpıcılığa uygun olarak okurunda önemli farkındalıklar yaratma ve ezber bozma özelliği gösteriyor. Yazar kitabın amacına değindiği cümlelerde temel maksadının ağzı bantla kapanmış çocuğun yardım çığlığını duyurmak olduğunu söylüyor. Muhtemelen bu iddialı başlığı özellikle seçmiş olan yazar "iyi aile yoktur" yargısı hakkında kitap boyunca birkaç defa açıklamalarda bulunuyor. Bu açıklamalardan bir tanesinde iyi olmayan ailedeki aile’den kastının bu kurumun tüm kemikleşmiş, statik hale gelmiş, kurumsallaşmış ölü anlamları olduğunu belirtiyor. (Sy 263) Yazarın, kitap boyunca uzun uzun kendisinden alıntılar verdiği Alice Miller ismindeki psikoterapistin ayak izlerini takip ettiğini söyleyebiliriz. Kitabın hemen başında okurunu "bu isme götürme" umudu ifade ediliyor. Pesimist "iyi aile yoktur" çıkışına uygun olarak kitaba pesimist bir aforizmayla başlangıç yapan Kaya Hallac-ı Mansur'un "Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin bilmediği yerdir." düşüncesini çocuklar üzerinden açımlıyor. Yazar çocukların acı çeken, acı çektiği bilinmeyen ötesinde kendisi dahi çektiği acıları tanımlayamayan insanlar olduğu üzerinde duruyor. Yazara göre bu acıların sahibi çocuklara "seni üzen şey her ne ise bana anlatabilirsin" şeklindeki bir yaklaşım bile travmaları sona erdirmek bakımından etkili olmayabilir, Zira çocuk açısından önemli bir nokta; çocuğun kendisini üzen şeyin çoğu zaman farkında olmaması. Bu zararın büyüklüğüne dikkat çeken yazar, yine sıra dışı bir yorumla: "anne babanın çocuğa verdiği zararı örtbas edebilmek için anne-babalık kurumsallaştırılmış ve kutsallaştırılmıştır" savında bulunuyor. (Sy 16) 1944'te Amerika'da yapılan bir deneyde yirmi çocuğa fiziksel ihtiyaçları itibariyle kusursuz bir bakım yapılmakla birlikte bakıcıları çocuklarla hiçbir türlü iletişim kurmaz. Deneyin sonunda çocukların yarısı ölmüş diğer yarısı da jest ve mimik kullanamaz hale gelmiştir. Yani "dokunulmayan bebeklerin hepsi ölür" Yine Umberto Eco'nun “Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı” adli kitabında paylaşılan alıntıya göre Kral 2. Friedrich’in yeni doğan bebeklerin hiçbir şey konuşmamaları halinde büyüyünce hangi dili konuşacaklarını sınamak istediği deney de bebeklerin ölümü ile sonuçlanmış. Bu duruma Eco’nun “dil ile varoluş arasındaki sıkı bağn ispati” olarak baktığı kaydedilmiş. Yazara göre çocuğun olumlu duygularını kabul edip olumsuz duygularını yasaklamak onda ömür boyu farkında olmadığı problemler ortaya çıkarır. “İster çocuk ister yetişkin olsunlar insanların mutsuz olma hakkı vardır ve bu hakka saygı gösterilmesi gerekir.” Çocuğun sorunları esasında anne babanın sorunları olup faydayı anne babanın sorunlarının çözümünde bulmalıdır. Yine çarpıcı bir cümle olarak Psk. Tuğba Korkmaz’ın ifadesiyle “anne olunca insanın bütün travmaları kompleksleri zaafları geçmiş kırıklıkları ayna gibi karşısına çıkar” ve “insan çocuğuyla ve genel olarak çocuklarla yüzleşmesi kendi çocukluğuyla yüzleşmesi demektir.” Çocuk ebeveyn ilişkisinde koşulsuz seven ve affeden anne baba değil çocuktur. Alice Miller’den alıntıyla “anne babanın çocuğa bilinçli ya da bilinçsiz yaptığı kötü muamele çocuğun sevgisi sayesinde meydana çıkmaktan korunur.” Sorunumuz kötü bir evlat olmaktan çok anne babamızın karşı olumsuz hislerimizi dürüstçe sahiplenememektir. Saygı itaat değildir ve en önemlisi karşılıklıdır, tek yönlü sadece büyüklerin küçüklerden beklentisini ifade eden şey saygı değil itaattir. İzlediği bir video ile beş yaşında vejetaryen olan bir kız çocuğu üzerinden yazar bize “çocuğun kişisel tercihlerine saygı duyulmazsa çocukta tercih mekanizmasının gelişmeyeceğini” hatırlatıyor. Çocukların aileleri tarafından kendi tercihlerini olamayacağını ikna edildiğini ifade ediyor. “Bize bitirme özgürlüğü tanımayan ilişki gerçek bir ilişki değildir” ifadesini kullanan yazar insanın mutluluğun ve mutsuzluğun diğer insanlardan değil kendi tercihlerinden kaynaklandığını vurguluyor. Bir insanın en olumsuz yanını çocuklara gösterdiğini örneklerle anlatıyor. Anne babalıkla ilgili şu yorum kayda değer: “Anne babalık deneyimi çocuğunuzla ilişkiniz üzerinden sizi kendi çocukluğunuza ve çocukluğumuzdaki anne baba ile ilişkinize götüren ve bunları kendi anne babadığınızda yeniden yarattığınız bir süreçtir.” (Sy 51) Şu cümleler bu düşüncenin bir açılımı “Bir insanın gerçek kalitesini, normalde değil öfkelendiğinde, kendisini çaresiz hissettiğinde nasıl davrandığı, öfkelendiği kişilere nasıl, ne şekilde tepki verdiği gösterir, değil mi? Bir insanın en çok öfkelendiği kişi çocuğudur; üstüne üstlük bu yansıtma (projeksiyon) ve yansıtmayla ilişkili verdiği tepkiler başkaları tarafından eleştirilmeyeceği, “anne babalık” adı altında örtbas edileceği için kişi daha rahat davranır.” Kitapta anneliğin ülkemizde fiziksel ihtiyaçları karşılamakla ölçüldüğüne ve anne sevgisinin bu rolün gerisinde kaldığına dikkat çekilmiş. Oysa diyor yazar, çocukluğunun kötü geçtiğini düşünen bireylerin şikayetleri kahvaltıların kötü olması, balkonun kirli olması, pilavın kıvamsız olmasıyla ililgili değildir. “İnsanların çocukluk acılarına dair nasıl cümleler kurduklarını dikkat edin. “Annem ayaklarımın büyük olduğunu söylerdi”, ”babam arkadaşlarımın doğum günü partisine gitmeme izin vermezdi”, “arabayı nasıl yıkarsam yıkayayım beğenmezlerdi” gibi aslında uzaktan detay gibi görünen şeyler olduğunu fark edeceksiniz.” Çocuk sevgisinin -yeterince- olması yerine -gereğince- olması gerektiğini vurgulayan yazar, bir anne-babanın çok sevdiğini hissetmesi ile çocuğun kabul gördüğünü hissetmesinin ayrı şeyler olduğuna işaret ediyor. Depresyon “insanın içindeki anne babanın insanın içindeki çocuğu sabote etmesi” olarak tarif ediliyor. Korkularımız çoğu zaman korkulan şeyden daha yıpratıcı olduğunu ifade eden kitap, bunların anne babamızın sevgisine, onayına su gibi ihtiyacımız varken bu sevgi ve kabulün bazı şartlara bağlı olduğunu hissetmemizden ileri geldiğini vurguluyor Ve ilgi çekici bir terapi tanımı: “ Terapi dediğimiz şey özetle insanın sabah yataktan çıkmasını veya başka şeyleri önleyen gerçek dışı algıların neler olduğunu öğrenmek ve onları “unlearn” edebilmek yani vaktiyle öğrendiğimiz bu şeylerin doğru olmadığını içsel olarak öğrenebilmek üzere çalışmak demektir.” İkinci bölüm Thom Hartmann'ın “Modern Eğitim Nasıl Ortaya Çıktı” isimli kitabından uzun bir alıntı ile başlıyor. Maddeler halinde modern örgün eğitime köklü eleştiriler getiriliyor, yine çocuğun saygınlığını üzerinden eleştiriler sıralanıyor “Okullar hiç kimse yazar olsun, sanatçı olsun diye değillerdir. Hep söylediğim gibi hayat hiç kimsenin yazmasını ve ya da yaratıcı olmasını istemez. Yaratıcı iç güdümüz en sağlıklı iç güdümüzdür ve biteviye kendisini gerçekleştirmek için uğraşır. Ama dünya; aile, okul, toplum, iş ve kurumsallaşmış her şey aracılığıyla bu yaratıcılığı dört yönden bastırmaya öldürmeye çalışır. Yeniye, doğduğu şeyden ayrı olana, çocuk arketipine karşılık gelen “yaratıcılık”, potansiyel olarak hepimizin içinde bulunsa da yaratıcı eyleme dönüşmesi engellenir.” (Sy 94) İlerleyen sayfalarda anne baba dışındaki insanların çocukları istismar etmesinin sebebi olarak yine anne baba davranışlarını işaret edilmiş. Çocuğun eleştirel, sorgulayıcı, aktif düşünen mekanizmalarının örselenmesi ile onun bir şekilde istismar edilmesinin önü açılmış olmaktadır. Burada yine bir terapi tarımı yapılıyor: “Terapi çoğu kez kendimiz hakkındaki olumsuz his ve düşüncelerin aslında anne babamızın bizim hakkımızdaki olumsuz his ve düşünceleri olduğunu keşfetmektir, bu keşif görünmez prangalarımızı çıkarmanıza yardımcı olur.” “Anne babaların zulmüne dair söylenen her şey okul ve öğretmenler için de geçerlidir. Aileler çocuğun ruhunu öldürmek ve sakatlamak konusunda çok kez okul ve öğretmenlerle beraber çalışıyor” ifadelerini kullanan yazar okulun çocuğu sosyalleştirdiği fikrine katılmıyor. Üçüncü bölüme “çocuk hiç kimseye borçlu doğmaz” başlığıyla başlayan yazar, çocuğun üzerinde kurulan “seni ben doğurdum” baskısının haksızlığına işaret ediyor İerleyen sayfalarda dini-kültürel ögelerin kitabının ana teması çerçevesinde değerlendirmesini yapılıyor burada “linç edilmeye hazırım” çıkışıyla genel inançlara muhalif sayılabilecek fikirler ortaya konuyor. Bunlardan bir tanesi olarak, anlatılagelen Hz Muhammed'in annesinin onu bakıcıya vermesi üzerinden anne şefkatinden uzak kalan çocukların tarih boyunca ve günümüzde bakıcıları eliyle uğradığı travmalar ele alınıyor. Batıda süt annelere takılan lakap olarak “angel maker” -melek yapıcı- ünvanının çocukların cennete uğurlandığı bir süreç olarak ifşası anlamına geldiği anlatılıyor. Antik çağda ve erken Ortaçağ'da çocukların yarısının bakıcı kadınların elinde öldüğü kaydediliyor Başka bir husus olarak İbrahim peygamberin İsmail peygamberi kurban etmek istemesi inancının toplum bilincindeki dramatik tezahürlerinden bahsediliyor. Burada Pan'ın Labirenti isimli bir filme işaret eden yazar kendisine vicdanına ters bir şey emredilen birisinin bu emre rağmen ”bu emredilen cennete mal olacaksa bile doğru olanı yapacağım” diyenin kazanacağı bir İmtihanı idealize ediyor. Kitapta evlatların anne babaya öfkesi iyileşme sancısı olarak görülüyor hayal kırıklıkları ve acılardan daha çok yıkıcı olanın bunların ifade edilmemesi olduğunu vurguluyor. Dördüncü bölümde sevginin bir “kendini sevdirme projesi” olup olmadığı sorgulanıyor. Kişilerin aile kurma ve çocuk sahibi olma güdülerinin dış kaynaklı toplumsal motivasyon olduğuna değiniliyor. Sartre’den alıntıyla sevmenin karşımızdaki bizi sevmediği halde var olması halinde gerçek bir sevgi olacağı söyleniyor. Bundan hareketle birçok anne babanın çocuklarına olan sevgilerinde beklenti halinde bir sevgi gösterdiklerinden, çocuk sevgisinin çok kere sahici olmamasından bahsediliyor. “Çocuğu kitleye kurban etmek” başlığında yazar özellikle annelere yönelen müdahaleciliği eleştiriyo. Bu müdahalelerin hep fiziki annelik bakımından gerçekleştiğini aslında müdahalecinin müdahalesinin benliğinde hissettiği eksikliği yansıttığını ifade ediyor. Çocuğa olan haksız müdahalenin hemen orada engellenmesini ve hemen orada çocuğun savunulduğunu hissetmesinin önemi ifade ediliyor Çocuğun yaşadığı olaylar karşısında çoğu zaman yetişkin dayanışması ile burun buruna geldiğini söylüyor yazar. “Bu dünyadaki en görünmez acılar çocuğun çektiği acılarlardır”... Affetmenin şifa bir etki verici bir etkisinin olmadığını savunulduğu ilerleyen sayfalarda bastırılan duyguların hasta edici etkisi şöyle anlatılıyor. “Nefretin bizi hasta ettiği doğru değildir. Bastırılan, bağlarından koparılan duygular bizi hasta edebilir, ancak ifade edebildiğimiz bilinçli duygular bizi hasta etmez.” (Sy 204) Öfkenin ışığının normalde göremeyeceğimiz şeyleri görmemize yarayacağı, esas olanın öfkemizin nedenini anlamak olduğu vurgulanıyor Özellikle kadınların yaşadığı bir durum olarak bir şeyi mahrem-gizli tutman zehirli özellik göstereceği söyleniyor. Bazı terapistlerin geçmişi unutmak ve hatırlamamak üzerine işleyen çalışmalarının anlamsızlığı ve hasarına dikkat çekiliyor. Her halükarda gerçeğin ve gerçeğin insana yaşattığı duyguların üstünün örtülmesinin isabetsizliği vurgulanıyor Anne-babaların geçmişteki davranışlarıyla ilgili -özellikle annelerin- suçluluk duygusu altına girdiğini belirtiyor yazar. Oysa diyor, suçluluk duygusu çocukların da suçluluk duymasına neden olur. Geçmişteki hatalarla ilgili suçluluk değil üzüntü duymanın sağlıklı olduğu kaydediliyor, Kişinin anne babasının suçlaması ise bundan sonra o kişinin “sitemli” bir insan olacağı anlamına gelmez. Gerçek muhatabını bulmayan duygular Adolf Hitler de olduğu gibi diğer insanlara doyumsuz ve yıkıcı olarak yansıtılır. Kaya, İstanbul Tıp Fakültesinde yapılan bir Araştırmadan bahsediyor. Araştırmanın bulgularına göre orgazm olan kadınlar ile olmayan kadınlar arasında anneleri ile ilişkileri bakımından anlamlı farklılıklar var. Orgazm olabilen kadınların anneleri ile ilişkileri hem daha mesafeli hem daha olumlu; fiziken daha uzak olmalarına rağmen hisleri daha sıcak Kitap anne babanın çocuklarına karşı duygusuz ve şiddet içeren davranışlarının bir kıskançlıktan kaynaklandığını daha sorunsuz,daha neşeli daha sağlıklı çocukların büyükler tarafından kıskanılmasının ihmal edilemeyecek bir ihtimal olduğunu aktarıyor. Yne kişinin anne-baba-çocuk ilişkisi hakkındaki düşüncelerinin devlet ve vatandaş ilişkisi hakkındaki düşünceler ile sıkı bir bağ halinde olduğu vurgulanıyor. Politikacıların çocukluk travmasını kullanarak itaat mekanizması geliştirdiği ifade ediliyor. Kitabın 263 sayfasındaki şu cümleler kitabın temel fikir örgüsünü özetler mahiyette “Çocuğumuzun ve içimizdeki çocuğun gerçekten yaşamadığı bir varoluş, sahte bir varoluştur. İtaatin olduğu ama saygının olmadığı, uyumun olduğu ama gerçek bir bağ kurmanın olmadığı, bağlılığın olduğu ama yaşıyor olma hissinin olmadığı, devamın olduğu ama yenilenmenin olmadığı, her şeyi kısırlaştırmış, stabilize etmiş, statikleştirmiş, kendi kendisinin bir tekrarı haline getirmiş, dolayısıyla kendi kendisini içeriden öldürmüş, boşaltmış, ölü bir varoluştur.”
İyi Aile Yoktur
İyi Aile YokturNihan Kaya · İthaki Yayınları · 20186bin okunma
·
156 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.