Naciye Sultan'ın Enver Paşa'ya yazdığı, 1919, 2 Kânûnısânî [Ocak]
336 (1920), 14 Kânûnısânî 336 (1920) tarihli mektuplarda:
“Bana gel diyorsun, fakat düşünmüyorsun ki, yaşadığım
muhit eski İstanbul değil. Bir cehennemdir. Muhakkar, metruk
bir kadının yardımcısı Allah'tan başka kimse olamaz. Zamanında
bana tapan insanlar, şimdi beni tarassutla zehirlemekten
başka işe yaramıyor.”
Doktorlar hastadır diye rapor verdikleri halde, bana
izin vermiyorlar. Bu hain İngilizler beni (okunamayan bir bölüm
var. A.I.) ölüme mahkum ediyorlar. Ah! Enver bütün bu
hareketleri yaptıran o amcam (Vahideddin, A.I.) olacak hain
adamdır...” “Enverciğim, Kâmil Bey, fedakâr kardeşin, bizim
için ne kadar fedakârâne çalışıyor. Bütün işleri kendi görüyor
ve beni yalancı mürâîlerin elinden kurtardı. Zavallı insanların
bu kadar fenâ kalpli olduğuna inanmıyor, beni hiç yalnız bırakmıyor.
Her an bana senden bahsederek ve kitap okuyarak
bu felâketli günlerimi geçirmeye çalışıyor... ”
Naciye Sultan'ın bir hayli kızgın tarihsiz bir mektubunda
da, Enver Paşa'nın “gel” demelerinin mümkün olamayacağını
anlatan eşi, “Ben Kâmil ile değil, senin ile izdivâç ettim. Eğer
benimle yaşamak istemiyorsan üzülme efendi, “ben seni istemiyorum, senden bıktım” de, ben de o zaman anlar, senin başından defolur gider, sen de ben de rahat ederiz..." diyor. Bu
mektubun başında “îki sene İstanbul'da bir sene Berlin'de. Her
an üzüntüyle sensiz geçen günler... ” dediğine göre, mektubun
yazılış tarihi 1921 ya da 1922 başları olmalı. Enver Paşa'nın Sultanından bıkması tabii söz konusu değil ama, Rusya'daki serüveni bırakıp gelmeyi de -eşine bütün sevgisine
rağmen - başaramıyor.
24 Aralık 1920'de Enver Paşa kansı ve çocuklarıyla İsviçre'de
son defa beraber olmak fırsatını buluyorlar.
Enver Paşa'nın ölümünden sonra Naciye Sultan, Enver Paşa'nın
kardeşi Kâmil Bey ile evleniyor. Anlaşılıyor ki, hem çocuklarına
hem de Naciye Sultan'a en kötü günlerinde en büyük
yardımcı olan Kâmil Bey, Enver Paşa'nın ölümünden sonra da
ailenin başı ve koruyucusu oluyor.
4 Teşrinisani 1921 tarihli mektubunda Enver Paşa kardeşine
şöyle demektedir: “Sultanım ve yavrularım sana emânettir.
Onların dünyada benim için her şey olduğunu düşünerek, vazifeni, karındaşlığını ona göre ifâ et. Senin mertliğine güvenerek, biraz müsterihen hareket edeceğim.”
-Almanya'da para sıkıntısı çekilmektedir ama, alışkanlıklar
israfı doğurmaktadır. Örneğin 10 Temmuz 338 (1922) tarihli
mektubunda Kâmil Bey şöyle yazar ağabeysine:
Gönderdiğiniz altınları da aldık. Vaziyetimiz çok sıkılmış
idi... Berlin'de 16 odalı ferah, rahat bir yer bulduk...
Möblesini satın almak suretiyle 2 milyon marka eve usulü dairesinde, hükumetin müsaadesiyle sahip olabildik. Ev vaktiyle
kısmen büro halinde olduğu için yeni bir kısım möble, bilhassa
Efendimize (Naciye Sultan'a) bir piyano almak mecburiyetinde
bulundum. Bunlar için de 1 milyon mark sarfettim. Bu
parayı Sultan Efendimizin üç tek taş elması ile bir inci kolyesini
satarak temin ettik.
Bu suretle evde cem'an yekûn 14 kişi besliyoruz.”
Enver Paşa ise, 29 Temmuz 1921 tarihli mektubunda:
“ Para meselesi pek firaklıdır. Çıldırmak işten bile değil.
Buna rağmen ben burada kasadan maaşıma mahsuben olarak
Sultan Efendi Hazretlerine bazı şeyler takdim ettim. Ne yapayım
hoşuma gitti. Ve dünyada da malûm ya! başka eğlencem
yok. Fakat değirmenin suyu duracak gibi bir hâl aldı. Pek sık.
Sonra ne yaparsan yap. İdarenin yoluna bak. Olmazsa cicimin
bazı şeylerini satar eylülü getirirsiniz... Sonra bu ay elbise parası
16.000 mark diyorsunuz..."
12 Temmuz 1921 tarihli mektupta Rusya'dan bazı şeyler
gönderip, Almanya'da paraya çevrilmesini ve hatta Sultan Hanıma ait bazı şeylerin satılmasını önerirken; “Efendimize 5.500
marka bir inci bilezik aldım ...” ve “Ekrem Bey ile Sultan Ef.
Hz.'ne aldığım bazı hediyeleri yine pazardan aldığım 500 marklık
bir bavul ile gönderiyorum” demektedir.
İttihad ve Terakkinin durumu o günlerde çok zorlaşmıştır.
Devamlı para sıkıntısı çekilmekte, ayrıca öldürülme olayları da
geride kalan partilileri endişe ve korku içinde bırakmaktadır.
Gene Kâmil Bey'in ağabeyisine yazdığı 16 Mart 337 (1921) tarihli
mektupta Talat Paşa'nın öldürülmesi şu cümlelerle anlatılıyor:
“Dün gazetelerde okunacağı veçhile Talat Paşa bir Ermeni
tarafından katledildi.”
20 Mart 337 Berlin'den yazdığı mektupta ise, “Dün merhum
Talat Paşa'yı şimdilik “Matheikchhof’un mahzenine merasim-i mahsûsa ile götürüp koyduk. Ondan evvel gönderilen
gazetelerde Ermeni katliâmını hükûmet-i askeriyye marifetiyle
yapıldığına ve merhumun size karşı koymadığına dair
olan fıkrayı elbet okumuşsunuzdur. Bununla beraber Ali Bey
( Enver Paşa'nın kod adı) gelse de bizi toparlasa diyorlar.”
9 Nisan 1921'de Enver Paşa bu olaydan sadece şöyle söz
ediyor: “Bir de İbrahim Beye yazınız. Talat Paşa'nın ailesine gidip,
taziye etsin. Ve nasıl yaşadıklarını tahkik etsin. Benim bildiğim
kâfi paraları vardır. Eğer sıkıntıda oldukları tahakkuk
ederse, kendilerine ayda elli versin teşkilat parasından."
Bu arada Enver Paşa'nın öldüğü haberi yayılır. Bunu Enver
Paşa 19 Nisan 1921 tarihli mektubunda Kâmil Beye yazar:
Vahdet'teki mütalaayı okudum. Yine ölmüşüm. Hatta
Kâzım Bey Kars'tan telgrafla soruyor. Seni de şimdi anlıyorum.
Demek onlar da bu gazete havadisine aşağı yukarı inanmışlar...”
Enver Paşa'dan Naciye Sultan'a Mektuplar
Enver Paşa'nın Naciye Sultan'a yazdığı mektuplara şöyle
bir göz atacak olursak: Enver Paşa, Sultan'a o kadar aşıktır ki, yukarıda da dediğim gibi yüzünü bile görmediği halde hep “ne kadar sevdiğini” yazar. Berlin'den 7 Ağustos 327'de der ki: "... Bilmem her vakit yükselmeğe, azamete, kendini kimseye sezdirmeden büyük görmeğe alışmış olan gönlüm, size karşı o kadar küçülmek istiyor ki, bu hâle bendeniz bile şaşıyorum, fakat bu tahayyür tatlı bir his ile bendenize herşeyi anlatıyor, sebebini izah ediyor. O da sizi görmeden, bilmeden sevmemdir... ”
Derne'den'yazdığında ise (3 Aralık 1911) anlaşılıyor ki,
Sultan Hanım İttihat ve Terakki Cemiyetinden ayrılmasını istiyor.
-
"Ruhum! Ben burada bir asker olarak memlekete hizmet
ediyorum. Buradaki iş başka, Cemiyet işi başka. Ben Cemiyet'in
esasını kuranlardan bulunduğum ve şimdi ise onunla doğrudan
doğruya meşgul olmama hacet olmadığı halde, neden Cemiyet'ten çıkmamı istiyorsunuz? İkigözüm her emriniz başım üstüne, yalnız şu noktada bendenizi serbest bırakmanızı istirham
ederim ...” Derne'deki savaşı, Trablusgarb'teki İtalyanlarla yapılan savaşı, sözün kısası katıldığı bütün savaşları, Sultanına ayrıntıları
ile anlatıyor ve kazandığı başarıları da hep Sultanı ile paylaşabilmek istiyor. Yalnız bütün bunlar olurken Sultanını bir kerecik bile görememek onu kahrediyor. Savaşlarda ölebileceğinden söz ederek, "O top tüfek gürültüsü arasında sizi görüyor gibi oldum. Gözlerim doldu. Gayr-ı ihtiyarî acaba burada
öldüğümü duyunca hiç olmazsa bir kerecik olsun görüşmediğimize esef etmeyecek mi? dedim. Ruhum düşününüz, Allah aşkına düşününüz her an böyle bir hâle maruz bulunduğum halde, en ziyâde esef ettiğim sizi görmeden ölmektir... ” diyor.
Enver Paşa Sultan Hanıma özel öğrenimine önem vermesi
için de nasihat ediyor ve kendisinin o anda nerede olduğunu
anlayabilmesi için harita okumayı öğrenmesini öneriyor. Bu
arada Enver Paşa şöyle de bir çelişki yaşıyor: Harbiye Nâzırı
(Savunma Bakanı) olmasını teklif ederlerse, “evet” diyeyim mi
diye Sultan Hanımın düşüncesini soruyor. İmparatorluğun en
önemli ve sorumluluk isteyen bir mevkiine gelmeye aday olurken
ya da isterken, 13 yaşında bir çocuğun söz sahibi olabilmesini
düşünmek olanaksız. 13 yaşında bir Sultan Hanım olmasından
öte, son derece de kapalı bir hayat yaşadığını, dünyadan haberi olmadığını Sultan Hanım kendisi söylüyor:
Yazları Nisbetiye köşkünde, kışları Feriye sarayında
otururduk... Hayat sarayımızın, köşkümüzün duvarları içinde
geçerdi... Diğer köşkler ve saraylarla hiç ilişiğimiz olmazdı. Diğer
saraylarla, diğer aile mensuplarımızla, akrabalarımız olan
şehzadeler ve sultanlarla karşılıklı ziyaretler olmazdı... Yanyana
olan kardeş saraylarının arasında bile yüksek duvarlar vardı.
Her aile kendi hususî âleminde yaşardı... Şehzadeler ve sultanlar
için bir mektep de yoktu..."
İşte Harbiyye Nazırlığı için Sultan Hanımın düşüncesini
soran 25 Kasîm 1913 tarihli mektup: “ Bugün Talât Bey bütün
mütefekkiremi başka mecraya sevk edecek işlere dair izahât veriyorken, ben başka şeyler düşünüyordum. Bilmem o bîçare de
hayat-ı memlekete müteallik işlere karşı beni bu kadar lakayd
görünce ne demiştir. Sahi, dün akşam unutmuştum. Maamâfîh
yalnız siz bilmiş olmak, hattâ (okunamayan kısım var. A.I.) veya
diğer birine söylenmemek üzere arz ediyomm. Eğer İzzet
Paşa başka bir memuriyete giderse bendenize Harbiyye Nezâretini teklif ederlerse, “evet" diyeyim mi? Ruhum, bunu söyleyerek sizi düşündürmek istemezdim. Fakat ne yapayım? Haber vermemek elimden gelmiyor. Fikrimce başlanmış olan iyiliği tamamlamak için bu ağır yükü alabileceğimi Talât'a imâ ettim. Buna cesaret veren bütün ordu heyet-i zâbitanının bana
olan muhabbet ve teveccühüdür. Eğer siz sultanımdan da bu
hususta ufak bir teşcî (cesaretlendirme) bulursam kat'i karar
veririm...”
26 Kasım 1913'te ise: “ Mukaddes Meleğim, dünkü mesele
hakkındaki müsaadeniz üzerine Talât Beye ve diğer arkadaşlara
kat'i kararımı bildirdim. Hep sevindiler.
Şimdi İzzet Paşa Arnavutluk Prensliği için tarafımızdan
namzet konuyor, yakında bu hususta çalışmak için gidecektir.
O halde bendeniz yeni vazifeye geçeceğim. Bütün ordu zâbitanının
bendenize olan itimadından mâadâ, ordunun ıslahı için
yegâne ümidin bendenizde olduğuna kani olmaları vazifemi
teshil edecek. Böylece inşâallah memleketimize iyi iş görmeğe
muvaffak olacağım. Tabiî bütün bu işler fevkalâde mahremdir
güzelim; hele İzzet Paşa'nın Arnavutluk Prensliğini şimdilik
kimse duymamalıdır... ”
29 Teşrînisânî 329 (12 Aralık 1913): “ Fakat bendeniz de
bilirim ki, siz sultanıma lâyık olabilmek için daha pek büyük
hizmetler yapmaya muvaffakıyet lazım. Ve inşâallah da muvaffak
olacağım... Bütün Talât Bey, Cemal Bey, Halil Bey vs.
yine gelmişlerdi. Son kararı verdim. Ve onlar da doğruca Sadrazam
Paşa'ya gittiler. Bugün yarın evvelâ sıram olduğundan
dolayı Mîralâylığa (albay) terfih edileceğim. Sonra da Balkan
Harbi dolayısıyla kıdemime 3 sene zam olunacak. Ve nihayet
bu hafta içinde mîrlivâlıkla (tuğgeneral) Harbiye Nezâretine
tayın olunacağım. Cemal Bey de Bahriye Nâzırı olacaktır...”
Harbiye Nâzırı ve tuğgeneral oluşunu haber veren mektup,
17 Kânûnıevvel 329 (30.12.1913):
3 saatlik mükâlemeden şimdi geldim. Bugün Talât ve
Halil Beylerle izzet Paşa'ya verilecek şekil hakkında uzun uzadıya
konuştuk. Bir kanûn-ı muvakkat yaptık. Artık yarın bu
Harbiyye Nezâreti meselesi bitecek. Doğrusu artık ne olacaksa
olsa da işe başlasam. Bunu böyle çabuk arzedişim, yarın bu
husus biterse, yarın akşam mîrlivâ (tuğgeneral) üniformamla
gelip, arz-ı hörmet etmeme müsaade buyurulacak mı diye sormaya yol bulmak içindi..."
31 Ocak 1916'da yazdığı mektupta: “ Gönlüm isterdi ki
burası (Halep, A.I.) bizim olsun da tekrar eski saraylarını yaptırıp,
içinde cicim ile yaşayalım. Fakat yalnız sizinle ...” demektedir.
Yani neredeyse Halep'i almaktan da önemli olan, Sultanı
ile orada, beğendiği o yerlerde birlikte saray yaptırıp yaşamaktır.
Zaman zaman Sultan Hanıma tarih dersi verdiği gibi, belki
de o yaşta ve o eğitim düzeyinde bir çocuğun anlayamayacağı
kadar savaş ve siyasetten söz ediyor ama hepsinde paylaşma
duygusu ağır basıyor. Örneğin:
“...Ne olur bu güzel şehirde (Edirne) sizinle beraber bulunsaydık.
Beraberce buraya girseydik. Öyle isterdim ki, hayvanımın
tırnaklarının bastığı yerlere yüz süren, üzengilerimi
öpen Edirne halkı, bütün bu hürmeti size göstersin...”
Ya da yüzünü görmediği eşinin ilk resmini alınca: “ Ruhum
şimdi ne yalan söyleyeyim, resminizi almakla daha ziyâde
fenalaştım. Evvelce tahayülâtım bir esasa istinâd etmediği için
sizi özlüyor, fakat şimdiki kadar büyük bir şiddet-i iştiyâk duymuyordum. Fakat resminizi aldığımdan beri, her fırsatta, bazen odamda başkası varken bile masamın gözünü açıp, bakmaktan kendimi alamıyorum..." diyerek duygularını ve isyânını Sultanına böyle dile getiriyor.
Gelen gidenlerin onu Sultanını düşünmekten alakoyduğundan
şikâyet ederken diyor ki: Fakat öyle zamanlarım oluyor ki, doğrusu hayalinizin uzaklaşmasından korkarak, kımıldamayıp
yerimde gözlerimi kapayarak durmak, dinlenmek yalnız sizi düşünmek istiyorum... Fakat böyle insanı rahat bırakmazlar
ki. Kimine emir vermek, kiminin hatırını kırmamak için iki söz söylemek... ’’
Erzurum'dan yazdığı 5 Kânûnısânî (Ocak) 330 tarihli mektupta:
“ Ya Rabbi bu harb ne kadar sürecek? Fakat ne olur ise
olsun, çok durmam gelirim...” demektedir.
Savaşlarla ilgili mektuplarına gelince:
26 Eylül 1912: “ Gazetelerde okuduğunuz gibi, bir hafta
evvel İtalyanlara bir hücum yaptık. Fakat umduğum gibi neticelenmedi...
Adet olduğu üzere şehitler için olan ağlaşmalar
bitti. Herkes gene eğlencesinde. Hele 5 haftadan beri para gelmiyordu, bu da işi bozuyordu. Nihayet yine bir kolayını buldum. Şimdi size leffen gönderdiğim veçhile 20.000 Osmanlı liralık kâğıt bastırdım. Bunlar altın para gibi geçiyor. Tüccar alıyor,
tüccarın almasını teşvik için kendileri Mısır'a vasıtamızla
para gönderdikleri zaman, aldığım yüzde yarım komisyonculuğu
kâğıt para getirirlerse almıyorum. Bu suretle kârı gören
tüccar memnun, urban da para aldıklarından dolayı memnun.. ”
6 Nisan 1913: “ Edirne'nin sukutu hepimizi müteessir etti.
Fakat kahramanca düşmanla dövüşe dövüşe. Edirne'nin düşmesi
herhalde eskiden tasavvur edildiği gibi, kendi elimizle
düşmana teslimden evlâdır. Böyle hiç olmazsa namusumuzu
tamamlamış, ecdadımızın kılınçla zaptettikleri bir yeri düşmana
elimizle teslim etmemiş olduk, işte bendeniz bununla müteselli
oluyorum...”
15 Nisan 1913: Yarabbim! biz şu dünkü Bulgarlara
mağlup olacak mıydık? Ne ise, bizim bu hayattan başka birşey
düşünmeyen alçak paşalarımız, hissiz heyet-i zâbitanımız var
iken, elimizdeki bu mükemmel askerle işte böyle rezil oluruz.
Sultanım! ne olurdu, dizinin dibinde “marche funebre”inizi
işiterek bol bol ağlamak saadetine nail olaydım. Belki teskin-i
alam eder, istikbâlle pençeleşmek için lâzım gelen kuvveti iktisâb
ederdim...
"... böylece sayende nasıl Bingazi'de muvaffak oldumsa,
burada da veya icab eden her yerde de memleketimizin selâmetini temine muvaffak olacağım. Fakat burada her adımda
dur, yapma gitme diye emreden korkak amirlerin ali altında
kaldıkça, kahrımdan patlamak işten bile değil. Düşman kaçıyor
bana dur emrini veriyorlar... ”
20 Nisan 1913: " Mütâreke nihayete eriyor, ahvale bakılırsa
sulhe yakın bulunuyoruz. Maamâfîh bu husus yine burada
dört elle çalışmaktan men etmiyor. Yerimizi tahkîm ediyor,
kuvvetimizi hemen yeniden harb olacakmış gibi talîm ve tanzim
ediyoruz. Avrupa devletleri ise şimdi aralarında harb olacağından
korkuyorlar. Bakınız Fransızlar Alman zâbitlerini tahkir
eden iki valiyi hemen azil ile Almanlardan özür dilediler.
Fakat bilmem bu kaçınmalar umûmî bir harbi men edebilecek
mi? Böyle bir harp olursa bakalım biz ne yapacağız? Bu defa talih
bizi tamamiyle terk etti. Son zamanda kuvvetimiz yeterken,
adeta damarlarımıza işlemiş olan bir adım atmamıza mani oldu.
Ben ilerleyelim diye teklif ettikçe, yukarıdan korkudan kısılmış
bir sesle başkumandanlık vekâleti “aman olmaz” diye alıkoyuyordu. Ne yapayım kader bövle imiş. Maamâfîh Bulgarlara bunu bırakmamaya kasem ettim. Elbet bir gün gelir ben büyür ve
ileride Bulgarlara karşı yürüyecek orduya kumanda eder, o vakit
öcümü alırım...’’
Enver Paşa, o kadar sevdalıdır ki, yoğun işlerinin ya da savaşların
yapıldığı bir zamanda, Naciye Sultan'a bazı günler 3-4 mektup yazacak zaman ayırabiliyor. Bu da çökmekte olan bir imparatorluğun Savunma Bakam ve Başkomutanına, herhalde
zaman zaman yanlış kararlar aldırabilecek derecede etkili oluyor.
Enver Paşa acaba bir Sultan Hanım ile evlenmeseydi ne
olurdu? suali akla geliyor. Sultana olan sevgisinin mi, yoksa
duygusallığının mı, ya da hayalperestliğinin veya ihtirasının mı
zararını daha çok gördü? Bunu kıyaslamak zor ama, tarih elbette
ki hükmünü verecektir.
Ben bu mektupların Enver Paşa'nın kişiliğini anlamak bakımından
araştırmacılara yardımcı olacağı kanısındayım.
Bu mektupları rahmetli ismet Parmaksızoğlu, Sami N.
Özerdim ile yeni yazıya çevirdik. Prof. Neşet Çağatay da okunamayan kısımlarda yardımlarını esirgemedi. Teşekkür ederim. Yalnız bazı kısımlar gene de okunamadı. Ayrıca mektupların hepsini bu kitaba alamadım.
Enver Paşa: Osmanlı İmparatorluğunun en son zamanlarının
meşhur kumandanı... Ama evvelâ insan. Doğrularıyla, yanlışlarıyla,
hayalleriyle ve sevgisiyle insan ...
Ankara 1996
Arı inan