Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM İSLAM’IN KILICI O zaman kadar Cengiz Han imparatorluğunu Asya sınırlarından ileri götürmemişti. Çölde büyümüş ve medeniyete ilk teması Katay’da gerçekleşmişti. Bunu takiben Katay şehirlerini bırakarak doğduğu yaylanın otlaklarına dönmüştü. Daha sonra Güçlük olayı ve Müslüman tacirlerin gelişleri ona Asya’nın öbür yarısını da şöyle bir görebilmek imkanını vermişti. İmparatorluğun batı sınırını teşkil eden dağ silsilesinin gerisinde hiç kar düşmeyen bereketli vadiler, hiç donmayan dereler ve Karakurum ile Yen-King’ten daha eski şehirlerde oturan halklar olduğunu biliyordu. Bu batı milletleri iyi dökülmüş çelik oklar, beyaz kumaşlı ve kırmızı derili fevkalade güzel eğerler, kehribar ve fildişi, yakut ve mercan getiren kervanları donatan milletlerdi. Bu kervanlar ona gelebilmek için Orta Asya engelinin, Tagdumbaş, “dünyariın tavanı” denen kısmın kuzeydoğu ve güneybatısında dağınık şekilde uzayıp giden dağlar silsilesini aşmak zorundaydılar. Bu dağlık engel, hatırlanamayacak kadar eski zamanlardan beri mevcuttu. Bu, eski Arapların “Kafdağı” dedikleri dağdı. Yüksek ve ıssız kısımlar halinde uzanıp gidiyor ve Gobi göçebelerinin dünyanın kalan kısmıyla alakasını kesiyordu. Ara sıra Asya’daki daha kuwetli halklar tarafından zorlanan göçebe halklardan birinin engelin bir tarafından kendisine bir güzergah açtığı olmuştu. Hunlar ve Avarlar bu dağlardan kaybolmuşlar ve bir daha görünmemişlerdi ve aralıklarla, batı fatihleri bu dağlardan geçmişlerdi. 17 yüzyıl önce İran hükümdarları zırhlı süvarileriyle doğuya gelmiş, Tagdunbah istihkamlarını ele geçirmek niyetiyle İndus ve Semerkand’a kadar ilerlemişlerdi. İki yüzyıl sonra İskender de piyadeleriyle birlikte tam olarak aynı noktaya gelmişti. Bu dağlar bir taraftan Cengiz Han’ın tebaası olan yayla sakinlerinin ve diğer taraftan Kataylı-ların Ta-Tiin, “uzak bölge” dedikleri memleket, batı vadileri halkını ayıran muazzam bir perde görevi görmekteydi. Usta bir Katay generali, bir gün bu çöllere bir ordu sevk etmiş, fakat o güne kadar kimse dağların ilerisine geçerek savaşa girişmek macerasına kalkışmamıştı. Moğol Orhonlarının en cesurlarından olan Cebe Noyan, karargahlarını bu dağların ortasına kurmuştu ve Cüci de batan güneşe doğru, Kıpçak kabilelerinin stepleri bölgesinde dolaşıyordu. Şimdilik Cengiz Han ticaretle ilgileniyordu. Orta Asya perdesinin ötesinde oturan Müslüman kavimlerin malları, özellikle silahları, sade alışkanlıklara ve yaşam tarzına sahip Moğollar için büyük bir lüks teşkil ediyordu. Cengiz kendi tebaası olan Müslüman tacirlerini kervanlarını batıya doğru göndermeye teşvik etti. Han öğrendi ki, bu yönde kendisinin en yakın komşusu bizzat büyük bir ülkeyi fethetmiş olan Havarzem Şahı idi. Han, şaha şu mektubu iletmekle görevli elçiler gönderdi: “Sana selamlarımı gönderirim. Senin kudretini ve imparatorluğunun genişliğini biliyorum ve seni çok aziz bir evlat gibi sayıyorum. Senin de, benim birçok Türk halklarını fethettiğimi bilmen gerekir. Memleketin bir savaşçılar ordugahı, bir para madenidir ve başka araziye hiç ihtiyacın yoktur. Benim düşünceme göre tebaamız arasında ticareti teşvik etmek her ikimizin de menfaati gereğidir.” Moğol Hanı için bu nazikçe kaleme alınmış bir mektuptu. Cengiz Han, yok olan Katay imparatoruna doğrudan doğruya tahrik edici bir hakaretname göndermişti. Harzem Şahı Alaed-din Muhammed’e de ticaret yapmak için olumlu bir davet gönderiyordu. Aslında Şah’a “oğlum” diye hitap etmesi, bu hitap Asya’da bir tür aidiyet ifade ettiği için, Şah'a karşı gösterilmesi gereken hürmette kusur demektir. Fakat fethedilen Türk kabilelerine verilen bu lakapta bir tuzak gizliydi. Özellikle Şah dahi Türk’tü. Han’ın gönderdiği adamlar Şah’a değerli hediyeler takdim ettiler, gümüş çubuklar, kıymetli kemerler ve beyaz deve derileri verdiler. Fakat Şah tuzağa düştü. “Cengiz Han kimdir?” diye sordu. “Gerçekten Çin’i fethetmiş mi?” Elçiler onay cevabı verdiler. Bunun üzerine Şah: “Orduları benimki kadar büyük mü?” dedi. Sefirler bu soruya nezaketle karşılık vererek (elçiler Moğol değil Müslüman’dı) Han’ın ordularının Şah’ın ordularıyla karşılaştırılmasına olanak bulunmadığını söylediler. Şah memnun, tacirlerin karşılıklı ilişkilerine izin verdi ve yaklaşık bir sene kadar her şey yolunda gitti. Bu sırada Cengiz Han adı diğer Müslüman memleketlerine de yayılıyordu. Bağdat halifesi aynı Harzem Şahı tarafından zulme maruz bulunuyordu ve halife, davasının Katay sonlarında hüküm süren -esrarengiz Han tarafından desteklenebileceği düşüncesini besliyordu. . Halife, Bağdat’tan Karakurum’a bir elçi gönderdi ve bu elçi Şah’ın topraklarından geçeceği için bazı tedbirler de alındı, Vakayinameler bu elçiye verilen yetkilerin tıraş edilen kafasına ateş haline gelmiş bir uçla yazıldığını kaydeder. Sonra elçinin saçlarını uzamaya bıraktılar ve söylenecek şeyleri ona ezberlettiler. Her şey yolunda gitti. Halifenin adamı Moğol Ha-nı'na ulaştı, kafasını tıraş ettiler, kimliği belirlendi ve Halife’nin kendisinden söylemesini istediği sözleri söyledi. Aslında Cengiz Han, bütün bunlara hiç önem vermedi. Büyük olasılıkla gönderilen adam ve bu tehlikeli davet onun üzerinde büyük bir etkide bulunmadı. Zaten Şah da bir ticaret anlaşmasına bağlı bulunuyordu. Ancak Han’ın ticaret girişimleri birdenbire son buldu. Karakurum’dan gelen yüzlerce tacirlik bir kervan, Şah’a ait korunaklı sınırlardan Otrar’ın valisi İnalcık tarafından zaptedildi. İnalcık, efendisine kervana, içinde casuslar olduğu için - ki bunun doğru olması çok muhtemeldir - el koyduğunu söyledi. Muhammed Şah, çok düşünmeden valiye tacirlerin öldürülmesi emrini verdi ve sonuçta bu adamların hepsi idam edildi. Bu haber derhal Han’a erişti ve Han olayı protesto etmek üzere Şah’ın nezdine hemen sefirler göndertti. Muhammed Şah bunların elçilik heyeti başkanlarım öldürttü ve diğerlerinin de sakallarım yaktırdı. Ölümden kurtulanlar Cengiz Han’ın yanma döndüklerinde Gobinin hakimi, düşünmek üzere dağa çekildi. Bir Moğol devlet görevlisinin katledilmesi cezasız kalamaz-di: Gelenek, maruz kalınan her hakaretin intikamının alınmasını emrediyordu. Han: “Nasıl gökte tek bir Tanrı varsa, yeryüzünde de tek bir Han olmalıdır.” dedi. Bunun üzerine dağlar silsilesinin öbür tarafına hemen casuslar gönderildi ve adamları kabilenin bayrağı etrafına toplanmak için çölün içine postacılar salındı. Bu sefer Şah, Han’dan kısa, fakat tehditkar bir mektup aldı: “Savaşı tercih ettim; bundan sonra ne olacağım bilmiyoruz. Yalnız Allah bilir.” İki fatih arasında er ya da geç gerçekleşmesi kaçınılmaz olan savaş ilan edilmişti ve akıllı Moğol, savaş sebebini elde etmişti. Kendisine sunulan şeyin ne olduğunu anlamak için dağlar silsilesinin ötesine, İslam’ın ve Şah’ın dünyasına bakmak gerekmektedir. Bu dünya şiir ve musikiyi takdir etmesini bilen savaşçı bir dünyaydı. Bir alem ki, için için sefaletlerden mustarip, esirlerle dolmuş, servetleri yığmış ve kendini tam anlamıyla sefahate ve entrikaya bırakmıştı. İşlerin idaresi rüşvetçilere, kadınlar ve harem ağalarının nezaretine, vicdanlara, Allah’ın muhafazasına terkedilmişti.
·
42 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.