Matem içinde iki sene geçti. Tulu, hükümet naibi olarak Karakurum’da ikamet ediyordu. Fakat süresi
sona erdiğinden, Cengiz Han’ın arzusuna uygun olarak yeni bir hakan, bir imparator seçmek için, prensler
ve kumandanlar Gobi’ye döndüler.
Cengiz Han’ın isteğine uyup, miraslarına sahip çıkarak reislerinin kralları haline geldiler. Şimdi Han’ın
en büyük oğlu olan Çağatay, Orta Asya’dan ve Müslüman memleketlerinden, Ögeday Gobi ovalarından,
Cüci'nin oğlu Muhteşem Batu, Rusya steplerinden geliyordu.
Moğol göçebelerinin hayatını yaşayarak gençlikten orta yaşlılığa geçmişlerdi; her biri toprakların bir
kısmının hakimi ve varlığını bilmedikleri zenginliklerin sahibi bklunuyorlardı. Han’ın savaşçılar arasında
yetiştirilen Asyalı oğulları, kudretli ordulara sahiptiler. Yeni memleketlerinde zevk ve sefanın şarabını
tatmışlardı.
Cengiz Han demişti ki:
“Benim sülalem altınla işlenmiş kumaşlar .giyecekler- seçkin yemeklerle beslenecekler ve muhteşem
atlara bineceklerdir. Kollarının arasına güzel ve genç kadınları alacaklar ve bu nimetlerin kimin tarafından
kendilerine ihsan edildiğini unutacaklardır.”
Gerçekten Tulu'nun vekilliğinden iki sene sonra Cengiz Han’m mirası çocukları için hemen hemen
kaçınılmaz bir kavga ve mücadele kaynağı olabilirdi. Büyük oğlu Çağatay, Moğol adetlerine göre Han
unvanını istemek hakkına sahipti. Fakat Han’ın arzusu, sayısız adamlarının içine işlemişti. Demir bir el
tarafından tesis edilen düzen, hala birlik bağı idi. İtaat; kardeşlerin birbirine sadakati, kavga olmaması, işte
yasanın esası buydu.
Cengiz Han, birçok defa oğullarına eğer aralarında iyi ge-çinemezlerse, imparatorluğun mahvolacağını,
kendilerinin de ziyan olacağını bildirmişti. Bu yepyeni imparatorluğun ancak bir kişinin hakimiyetine
herkesin itaat etmesiyle yaşayabileceğini anlatmıştı ve kendisine halef olarak ne savaşçı Tulu’yu, ne de katı
yürekli Çağatay’ı değil, fakat sade ve alçak gönüllü Ögeday’ı seçmişti. Oğulları hakkındaki derin sezgisi,
onun bu seçiminde etkin olmuştu. Hiçbir zaman Çağatay en küçük oğlu Tulu’ya itaat etmeyecek ve savaş
ustası, sert ağabeyine uzun süre hizmette bulunmayacaktı.
Prensler Karakurum’da toplandıkları zaman, asillerin en büyüğü olan Tulu, Ulu Noyon, hükümet
idaresinden istifa etti ve Ögeday’dan tahtı kabul etmesi istendi. Seçilen kişi, amcalarından ve ağabeyinden
yüksek mevkide olmanın kendisine yakışmayacağını söyleyerek bunu reddetti. Ya Ögeday fazla ısrar
ettiğinden, ya da kahinler izin vermediğinden, kırk gün endişe ve kararsızlıkta geçti. O zaman orhonlar ve
ihtiyarlar Öge-day’ın yanına gittiler ve hiddetle:
“Ne yapıyorsun?” dediler, “bizzat Han seni halef olarak seçti!”
Tulu da babasının sözlerini tekrar ederek onlara katıldı ve Ye Liu, Tch’on Ts’a’i, Çinli hakim, hazine
bakanı, her hangi felaketin önüne geçmek için bütün ustalığını gösterdi. Tulu, şaşırmış bir halde bakana
günün uğursuz olup olmadığını sordu.
Çinli derhal:
“Bundan sonra hiçbir gün bu kadar iyi olamayacaktır.” diye cevap verdi.
Ögeday’ı keçelerle örtülmüş yolun üzerindeki altın tahta çıkmaya sevketti. Yeni imparator tahta çıkınca,
Ye Liu Tch’ou, Ts’a’i, Çağatay’a yaklaştı ve dedi ki:
“Sen en büyük evlatsın, fakat imparatorun bir tebaasısın. Sen büyük olduğundan tahtın önünde ilk secdeye
kapanan olmak için bu andan yararlan.”
Bir anlık tereddütten sonra Çağatay kardeşinin ayaklarına kapandı. Toplantı otağında hazır bulunan bütün
subaylar ve asiller de onun gibi yaptılar ve Ögeday, hakan ilan edildi. Hepsi çıktılar ve güneşe, güneye
doğru eğildiler ve ordugahtaki sayısız insanlar da aynı şeyi yaptılar. Bunu sevinç günleri takip etti. Cengiz
Han’ın bıraktığı hazineler, tanınmayan memleketlerden toplanan servetler, öteki prenslere, zabitlere ve
ordunun Moğollarına dağıtıldı. Ögeday, ülkeyi o zamanın bir Moğol’u için müsamahayla idare etti ve Ye
Liu Tch’ou Ts'ai’in nasihatlerini dinledi.
. Ye Liu Thcu Ts’a’i bir taraftan efendilerinin imparatorluğunu kuwetlendirmek için, diğer taraftan
Moğolların insanları yerlerinden püskürtmelerinin önüne geçmek için, kahramanca bir metanetle çalıştı. Bir
gün müthiş Subotay’a kafa tutmağa cüret etti. O zaman, bu orhon Sung memleketinde bir savaştaydı; büyük
bir şehrin ahalisini öldürmek istiyordu. Hakim bakan şu uyarıda bulundu:
“Katay'da, bu son seneler zarfında ordularımız bu adamların mahsulleri ve servetleri ile yaşadılar. Eğer
biz onları yok edersek, çıplak toprak ne işimize yarar?”
Ögeday bu uyarının doğruluğunu takdir etti ve şehirde toplanan Çinliler bırakıldı. Vergi tahsildarlığını
düzenleyen Ye Liu Tch’ou Ts’a’i oldu. Moğollar’a yüzde bir baş hayvan, ve Ka-tay’ın her ailesi gümüşten
veya ipekten belirli bir meblağ vereceklerdi. Ye Liu Tch’ou Tsai, idarenin ve hazinenin yüksek işlerine
eğitimli Çinlilerin tayin etmesini söyledi. Ögeday’a:
“Bir vazo yapmak için çömlekçiye müracaat edersin,” dedi. “Sicilleri ve hesapları tutmak için bilgili
adamlar kullanmalı.” Moğol:
“Peki,” dedi, “bunu yapmaktan seni kim men ediyor?”
Ögeday kendisine yeni bir saray yaptırırken, Ye Liu Tch’ou Ts’ai genç Moğollar için okullar kuruyordu. O
zaman Ordu Balık, yani hükümet şehri adıyla bilinen olan Karaku-rum’a her gün beş yüz yük arabası
geliyordu. Bu arabalar, erzak, hububat ve imparatorun hazinesine ve mağazalara kıymetli eşya getiriyordu,
Çöldeki Hanların hakimiyeti dünyanın yarısında sıkıca sağlanmıştı.
İskender imparatorluğunun aksine, Moğol fatihinin nüfuz alanı ölümünden sonra da olduğu gibi kalmıştı.
Moğol aşiretlerini bir tek reisin hakimiyetine itaat ettirmişti. Han onlara şiddetli, sert fakat istediği gayeye en
iyi' şekilde uyan bir kanunlar derlemesi bırakmıştı. Askeri hakimiyeti esnasında imparatorluğun idare'
esaslarını' vazetmişti'. Bu son görevde Liu Tch’ ou Ts'a’i, ona çok büyük desteklerde bulunmuştu.
Belki de Han’ın çocuklarına bıraktığı miras, Moğol ordusu olmuştu. Han’ın vasiyetine göre Ögeday,
Çağatay, Tulu, onun başlıca göçebesini, yani insanları paylaşmışlardı. Fakat seferberlik, sevkıyat ve savaş
sırasındaki manevra sistemleri, Cengiz Han’ın vücuda getirdiği şekilde kalmıştı. Subotay ve öteki
kumandanlardan başka, Han’ın oğulları imparatorluğun genişlemesi vazifesini mükemmel şekilde takip
etmeye gücü yeten reislere sahiptiler.
Cengiz Han, oğullarına ve tebaasına yanlış bir fikir olarak Moğolların dünyanın doğal hakimleri '
olduklarını öğretmişti. En büyük imparatorlukların direnişini tamamıyla kırmıştı; eserin tamamlanması,
Subotay ve Han’ın oğulları için çok rahat bir görev olmuştu. Sadece Han’ın ektiğini biçmek gerekiyordu.
Ögeday idaresinin başlangıcında Tarmagan isminde bir Moğol kumandan, Celaleddin'i mağlûp etti ve
onu ortadan kaldırdı. Aynı kumandan, imparatorluğun Hazar denizinin güneyindeki bölgelerini
kuwetlendirdi. Aynı tarihte Subotay ve Tulu, Hovan-go Ho’un güneyine doğru ilerliyorlar ve Çin’in
bakiyesini kendilerine itaat ettiriyorlardı.
1235’te Ögeday bir meclis topladı ve ikinci Moğol fetihlerinin büyük dalgası ortaya atıldı. Batu, Altın
Göçebenin ilk Hanı, Avrupa’nın felaketi için Subotay’la beraber batıya gönderildi. Adriyatik’e ve Viyana
kapılarına kadar gitti. Başka ordular Kore’de, Çin’de ve Basra’nın güneyinde savaştılar.
Bu dalga 1241’de Ögeday’ın ölümüyle çekildi. Subotay, bir defa daha büyük bir davet üzerine gayesi
olan Avrupa’dan koparılıp çekildi.
Bunu takip eden on sene olaylarla doluydu. Çağatay’ın evi ile Ögeday’ın evinin daima büyüyen husumeti
vardı. Bir ihtimal İsevi bir Nesturi olan ve İsevi bakanlarla kuşatılmış bulunan Ki-yuk, taht üzerinde kısa bir
süre için görünmüştü; İsevi nazırlardan birisi de Ye-Liu Tch’ou Ts’ai’nin oğluydu. Kiyuk, çadırının önünde
bir kilise inşa ettirmişti. Daha sonra hakimiyet Ögeday’ın evinden Tulu’nunkine, oğulları Mengü ve Kubilay
Han’ın şahıslarına geçti ve fütuhatın daha uzağa yayılacak olan üçüncü dalgası yayıldı. Kubilay’ın kardeşi
Hülagü, Subotay’ın oğlundan yardım görerek El-cezire’yi istila etti. Halifelerin nüfuzunu her zaman için
kırarak Bağdat ve Şam’ı zaptetti ve Kudüs’ün yakınına kadar geldi.
Haçlılar tarafından işgal edilen Antakya, Moğol tahtının nüfuzuna geçti. Moğollar İzmir’e kadar Asya’ya
girdiler ve İstanbul’a yaya olarak bir haftalık mesafeye geldiler. .
Hemen hemen bu sıralarda Kubilay ordusunu Japonya’ya karşı sevkediyor ve sınırlarını Malezya
hükümetlerine, Tibet’in ötelerine kadar yayıyordu. Onun hakimiyeti (1259 -1294) Moğolların saadet devri
olmuştur.
Kubilay, babalarının adetlerini terk etti ve sarayını Çin’e naklederek adetlerinde Moğol’dan çok Çinli
oldu. Ülkeyi yumuşak huylulukla yönetti ve itaat eden halka iyi davrandı. Mar-co Polo, onun sarayından
bize canlı bir tasvir bırakmıştır. Sarayın Çin’e nakli, merkezi imparatorluğun parçalanmasına bir delildi.
1300 senesine doğru Gazan Han zamanında nüfuzlarının son sınırına ulaşan Hülagü sülalesinden İran
ilhanları, Hakan’la temas edebilmek için çok uzak mesafede bulunuyorlardı. Bununla birlikte hızla
Müslüman oluyorlardı. Rusya sınırında bulunan Altın Göçebe’nin de durumu farklı değildi. Kubilay Moğolları
ise Buda inancına geçiyorlardı. Cengiz’in bu küçük torununun ölümünü, din ve siyaset kavgaları takip
etti. Moğol İmparatorluğu süratle ayrı ayrı krallıklara ayrıldı.
1400 senesine doğru bir Türk fatihi, Timurlenk, eskiden imparatorluğun parçalarını oluşturan Orta Asya
ve İran topraklarını birleştirdi. Cüci’nin oğlu Batu tarafından kurulan Altın Ordu’yu mağlûp etti.
1368 tarihine kadar Moğollar, Çin’in hakimi olarak kaldılar ve yalnız 1555’te müthiş İvan tarafından
Rusya’daki son kaleleri alındı. Hazar Denizi kıyılarındaki sülalelerinden Özbek-ler 1500’de Şeybani Han
idaresinin altında çok kudretli oldular. Büyük Moğolların birincisi olan Cengiz Han’ın sülalesinden Kaplan
Babür’ü Hindistan’a püskürttüler.
XVIII. asrın ortasında Cengiz Han’ın doğumundan altı yüz sene sonra, Han’ın son halefleri de kalelerini
terk ettiler. O zaman Hindistan’da yerlerini İngilizlere bıraktılar. Doğuda, Moğollar meşhur Çin imparatoru
Kien Lung’un ordularına mağlûp oldular. Kırım’ın Tatar Hanları, büyük Katherina’nın tebaası oldular. Aynı
tarihte bedbaht Kalmuk veya Torgout göçebesi, Volga'daki otlaklarını bırakarak doğuya, asıl memleketlerine
doğru uzun ve müthiş bir yürüyüşe başladı. De Lu-incez, bu göçü “Fuite d’un tribu Tartare”de kuwetli bir
tarzda tasvir etmiştir.
XVIII. asrın ortasında Asya haritasına bir bakılırsa, Cengiz Han savaşçılarının sülaleleri olan son
göçebelerin en son sığınağını görürüz. Aral suyu ile fırtınalı Baykal gölünün arasında bulunan geniş
mıntıkalar, o tarihteki haritalarda, Tataristan veya müstakil Tataristan adı altında gösterilebilmiştir. Kıtanın
bu merkezi dağ sıralarında Kalmuklar, Moğollar, Kerayitler yazlık otlaklarından kışlığa dolaşıp
duruyorlardı. Eskiden aynı vadilerin, Jean le Pretre d’Asie’yi ölüme giderken, ve Cengiz Han’ın
kuyruklarından tuğlu sancağını dünyaya dehşet vermek için ilerlediğini gördüklerinden şüphe etmeden,
Keçe yurtlarında yaşıyorlar ve sürülerini güdüyorlardı.
Moğol İmparatorluğu böylece son buldu, parçalandı ve imparatorluğun içinden çıktığı göçmen aşiretleri
yeniden teşekkül etti. Bir zamanlar savaşçıların toplandığı vadilerde bir avuç sakin sürü bekçileri kaldı.
Moğol süvarilerinin kısa ve müthiş yürüyüşleri hemen hemen ardında hiç bir iz bırakmadan geçti gitti.
Çöl şehri olan Karakurum, kum dalgaları arasına gömülmüştür. Cengiz Han’m mezarı, ana vatanının bir
nehrinin yakınındaki bir ormanda saklı duruyor. Fetihlerinden topladığı servetler, kendisine hizmet eden
adamlara dağıtıldı. Gençlik arkadaşı Burta’nın gömüldüğü yeri bildirecek hiçbir mezar kalıntısı yok.
Moğolla-rından hiç biri, hayatının olaylarını bir destan halinde toplama-mıştır. Fetihlerin bir çok kısmı bize
kadar düşmanları tarafından getirilmiştir.
Cengiz Han medeniyete öyle büyük bir darbe indirmişti ki, gerçekten de dünyanın yarısında her şeyin
yeni baştan yapılması gerekmiştir. Çin, Jean le Pretre, Katay, Noire, Harzem İmparatorlukları ve Cengiz
Han’ın ölümünden sonra Bağdat Halifeliği, Rusya ve bir zaman için Polonya’nın birçok prenslikleri
mahvolmuşlardı. Han, bir memleket fethettiği zaman, başka savaşların hepsi son bulurdu. İyi ya da kötü,
bütün olayların gidişatı değişmişti ve bu Moğol fethinin bakiyeleri, devam eden bir barışa sahip oluyorlardı.
Eski Rusya’nın büyük prensleri Vladmir ve Susdal’ın kanlı mücadeleleri, büyük afete gömüldü. Cengiz
Han’ın etki alanında olmayan bu adamlar, bizim için birer hayaldir. İmparatorluklar Moğol çığı altında
yıkıldı ve hükümdarlar delice bir dehşetle ölüme koştular. Eğer Cengiz Han mevcut olmamış olsaydı, ne
olacaktı? Bunu bilmiyoruz. Fakat şu oldu: Roma barışı gibi, Moğol barışı da ilim ve fende ilerlemeyi getirdi.
Milletler, daha doğrusu millet kırıntıları, birbirlerine karışmışlardı ve Müslüman ilmi Orta Asya’ya kadar
gitmiş, Çinlilerin icat ve keşif gücüne sahip fikirleri ve yönetim ustalıkları batıya etki etmişti. Moğol
ilhanları devlet yönetiminde bulundukları zaman, İslamiyet’in harap olmuş bahçelerinde, bir saadet devri
olmasa da, ona yakın bir devir yaşatıyorlardı ve XIII. asır Çin’de edebiyatın, özellikle de tiyatro piyeslerinin
ihtişamlı devri olmuştur.
Moğol göçebeleri çekildikten sonra, siyasi toplanmalar tekrar gerçekleştiği zaman, çok doğal, fakat hiç
beklenmeyen bir şey oldu: Savaşçı Rus prensliklerinin harabesi üzerinde Büyük İvan’ın imparatorluğu
meydana geldi ve Moğollar tarafından birleştirilen Çin, bir tek imparatorluk şeklinde ortaya çıktı. Moğollar
ve onların düşmanları olan Memluklann ortaya çıkması, Haçlıların uzun süren devrini kapadı. Moğolların
hükümranlığı esnasında Müslümanlar, Süleyman mabedini ve İsevi hacıları da Kutsal Topraklan bir zaman
için rahat rahat ziyaret edebildiler.
İlk defa olarak Avrupalı papazlar Orta Asya’da maceracılık yapabildiler. İnsanlığın bu büyük
kargaşasının en önemli sonuçlan belki de, daima büyüyen İslam nüfuzunu mahvetmek olmuştur.
Harzem ordusuyla Müslümanların başlıca askeri kuweti, Bağdat ve Buhara ile Halife ve imamların eski
ilim ve fenni de kayboldu. Arapça, dünyanın yansında konuşulan tek dil olma özelliğini kaybetti. Türkler
batıya doğru püskürtüldüler ve Osmanlılar denilen bir hanedan daha sonra İstanbul’un hakimi oldu. Kubilay,
taç giyme törenine başkanlık etmek için Tibet’ten çağrılan kırmızı şapkalı bir lama, rahiplerin tören
usullerini beraber getirdi.
Cengiz Han, zulmet devrinin engellerini kırmıştı. Yollar açmıştı. Avrupa, Çin’in sanatlarıyla temas etti.
Oğlunun sarayında Ermeni prensleri ve İran uleması, Rus prensleriyle temas ediyordu.
Yolların açılmasını, düşüncelerde genel bir değişim takip etti. Avrupa’da, Uzak Doğu hakkında büyük bir
merak uyandı. Marco Polo, Frere Rubriguis’u Kambalqu’ya kadar takip etti. İki asır sonra Vasco de Gama,
denizden Hindistan yolunu bulmak için hareket ediyordu ve Christophe Colomb da Amerika’ya ulaşmak
üzere, fakat Büyük Han’ın İmparatorluğuna erişmek amacıyla gemiye biniyordu.
Katliamlar
Moğol atlılarının adımlarını takip eden uğursuz ölüm makinesini, bu kitapta devamlı ve etraflı bir şekilde
tarif edemedik.
Milletleri baştan aşağı ölüm kabusuna atan kasaplık, Avrupalılar, Müslümanlar ve Çinliler tarafından
yazılan genel Moğol tarihlerinde tasvir edilmiştir. Biz burada ancak Kiev’in imhası gibi, Altın Başlar
Avlusu gibi - Moğollar kubbeleri yaldızlı kadim Bizans kalelerine bu ismi vermişlerdi - boğazlama
sahnelerini işaret ettik. Bu yerde ihtiyarları öldürdüler. Genç kadınların ırzlarına geçtiler, çocukları
hırpaladılar ve bütün bunlar kıtlık ve veba dolayısıyla daha müthiş bir hal aldı. Çürüyen cesetlerden çıkan
koku, öyle korkunç ve tahammül edilemez haldeydi ki Moğollar bile “Mubalig” dedikleri bu dehşet diyarına
uğramıyorlardı.
Tarihi inceleyenler, insan ırklarının bu emsalsiz imhası ile sonradan teşekkülünü son derece anlamlı
bulur. ..
Moğolların Cengiz Han sebebiyle medeniyete vurdukları darbe “Cambridge Ortaçağ Tarihi” tarihçileri
tarafından çok güzel özetlenmiştir.
“İnsan hayatına hiç bir kıymet vermemekle beraber, korkunç genişlikteki çölleri, dağlardan ve
denizlerden engelleri, iklimin zorluğunu, açlığın ve vebanın tahribatını kahretmeye muktedirdiler. Hiçbir
tehlike onları korkutamazdı, hiç bir kale onlara karşı koyamazdı, merhamet dileyen hiç bir feryat yüreklerine
etki etmezdi. Biz tarihte yeni bir devletin, ya bir çıkmaza girmesi veya sonuna kadar uzayıp gitmesi
muhtemel bir çok facialara bir darbede son vermiş bir kuwetin karşısında bulunuyoruz.”
Tarihte bu yeni devlet, medeniyetin gidişini değiştirmeye muktedir bir adamın kurduğu bu devlet, Cengiz
Han’la beraber meydana çıktı ve torunu Kubilay Han’la beraber, Moğol imparatorluğunun dağılması
başladığı zaman, ortadan kayboldu. O zamandan beri de bir daha meydana çıkmadı.
Bu kitapta Cengiz Han’ın savunması yapılmış değildir. Fakat Cengiz Han da büsbütün kana boğulmuş
değildir. Bu fatih hakkındaki bilgilerimizin büyük bir kısmı, Çinlilerle beraber Moğolların katil kudretlerine
kurban olmuş Orta Çağ Avrupalıları, Acemleri, Suriyelileri tarafından nakledilmiş hikayelere dayanıyor.
Etrafındakilerden büyük bir hürmet ve itibar gören Cengiz Han, bize ne oğullarından, nazırlarından ne de
kumandanlarından hiç birini öldürtmeyen bir hükümdar halinde görünüyor. Cüci ve Han’ın kardeşi Kassar,
Cengiz’e zulmünü tatbik edecek fırsatlar vermişlerdi. Savaşta mağlûp olan Moğol subaylarının idamı, hayret
edilecek bir tedbir olamaz. Çünkü o hiç bir zaman böyle bir emir vermemişti. Bütün milletlerin elçileri gelip
kendisiyle görüştüler ve sağ salim döndüler. Olağanüstü haller dışında, emirleriyle hiç bir esire işkence
edilmiş olduğunu bilmiyoruz.
Keraitler, Uygurlar, Liyatunglar, Demir Adamlar gibi hemcins ve savaşa istekli milletlere Cengiz Han
bağışlayıcı-lıkla muamele etti. Oğulları babaları gibi Ermenilere, Gürcülere, Filistin’de kalan Haçlılara aynı
muameleyi yapmışlardı. Cengiz Han, kendisine ve milletine faydalı gördüklerini alı-koyar, geriye kalanı
imha ederdi. Doğduğu memleketten uzaklaşıp yabancı medeniyetlerine dahil oldukça, bu imha daha
kapsamlı bir hal aldı.
Çağdaş tarihçiler, insan hayat ve eserlerinin bu emsalsiz imhasından. dolayı, neden Müslümanların
hiddetle andıklarını, buna karşılık Budistlerin neden Cengiz’in özel dehası önünde saygıyla boyun
eğdiklerini artık anlamaya başladılar.
Çünkü Cengiz Han, ne Peygamber Muhammed Aleyhisse-lam gibi dini gayelerde, ne de İskender ve
Napoleon gibi tebaasını ve politikasını büyütmek için, milletlere savaş ilan etmiş değildi. Hata buradan ileri
geliyor. Bu sırrı, ancak Moğol karakterinin iptidai sadeliği izah edebilir.
Cengiz Han, yer yüzünden oğulları ve milleti için ne arzu ettiyse aldı. Fakat savaşla aldı, çünkü başka bir
yol bilmiyordu. İstemediği şeyi, ne işe yarayacağını bilmediğini, imha ederdi.
Asya Keşişi Jan
On ikinci asır ortalarında Avrupa, Asyalı - Johannes Presbyter Rex Armenioe, Indioe -bir Hristiyan
hükümdarın galibiyetlerini gördü. Son araştırmalar gösteriyor ki, Kudüs’ün doğusunda saltanat süren bir
Hristiyan krala ait rivayetler, o zamanlar Ermenistan ve Hint ile şöyle böyle ilgili bir bölgede,
Gürcistan’daki Jan tarafından Müslümanlara karşı elde edilen galibiyetlerden ileri gelmektedir.
Mecusi krallarının da bu memleketten çıktıkları hatırlara geldi. Bu sırada Haçlı ruhu Avrupa'yı
tutuşturmaya başlamıştı. Ermenistan’dan Katay'a kadar dağılan Nesturi Hristiyanlar, Papa III. Aleksandr’a
hitaben bir mektup yazıp göndermişlerdi. İfade tarzına göre, bu mektubun Asyalı keşiş Jan’dan geldiğine
hükmedilebilirdi. Bu mektupta azametlerden, harikalardan, çölde ruhani tören alaylarından, etek öpen
yetmiş kraldan, emsalsiz hayvanlardan, çölde kurulmuş bir şehirden, kısacası o günün masal yaratıklarından
bahsediliyordu.
Bu mektuptaki tariflerin içinde, gerçek olarak büyük bölümü Hristiyan olan Keraitlerden, Vang Han’dan
da bahsediliyordu. Ne^uriler ona “Ung Han” ya da “Kral Jan” derlerdi.
Bulunduğu Karakurum, uzun zamanlar ihmal edilmiş Nestu-rilerin kalesi gibi gösteriliyordu. Burası bir
çöl şehri, kendisi de hanları, kralları hakimiyeti altında tutan bir imparatordu. Bir çok tarihi kayıtlar
Kentlerden bir kraldan bahseder. Marco Polo, bu efsanedeki Keşiş Jan'ın, Vang Han olduğunu keşfetmiştir.
Cengiz Yasası
1. Yeri ve göğü yaratan, ölümü, hayatı, serveti, fakirliği istediği gibi dağıtan, her şeyde mutlaka hükmünü
yürüten bir tek Tanrı'nın varlığına iman etmenizi emrederim.
2. Dini reisler, vaizler, rahipler, ruhani hayata bağlı kimseler, müezzinler, doktorlar ve cenaze
yıkayıcıları, genel hizmetlerden muaftırlar.
3. Her kim olursa olsun, prensler, hanlar, subaylar ve genel heyet halinde toplanmış diğer Moğol
asilzadeleri tarafından seçilmedikçe imparator ilan edilemez. Aksi hareket edenler idam edilirler.
4. Moğol tebaasından aşiret ve milletlerin reisleri başka bir nam, unvan taşıyamazlar.
5. İtaat etmemiş bir millet, bir prens veya bir hükümdarla barış anlaşması yapmak, katiyen yasaktır.
6. Bir orduyu on, yüz, bin, on bin kişilik gruplara taksim eden talimatname bakidir. ,
7. Savaş başladı mı, her nefer silahlarını kendisine komuta eden subayın elinden alacaktır. Nefer
silahlarını iyi durumda muhafazaya ve savaştan önce subayına teftiş ettirmeye mecburdur.
8. Başkumandan emir vermedikçe, düşman malını yağma etmek yasaktır. Aksi hareket edenler idam
edilir. Bu emir verilirse nefer de, subayı da istifade edecek ve imparatorun tahsildarına hakkını verdikten
9. Ordudaki neferlerin idmanlara devamını temin için, her kış büyük bir av düzenlenecektir. Bunun için
Mart ve Ekim aylan arasında geyik, karaca, dağ keçisi, tavşan ve bazı kuşları öldürmek yasaktır.
10.Yenecek hayvanları enselerinden kesmek yasaktır. Kasap, hayvanı bağlamaya ve göğsünü açarak
kendi elleriyle kalbini çıkarmaya mecburdur.
11.Şimdiye kadar yasak olmakla beraber, bundan sonra hayvanların bağırsak ve kanlarının
kullanılmasına izin verilmiştir.
12.Yeni imparatorluğun subay ve reislerine ayrıcalık ve dokunulmazlıkları temin edilmiştir.
13.Savaşa gitmeyen her erkek, belirli bir zaman için, itirazsız memleket için çalışmaya mecburdur.
14.Bir at, bir sığır veya kıymetli eşya çalanlar idamla cezalandırılırlar ve vücutları ikiye ayrılır. Daha az
öneme sahip mallara yönelik hırsızlıklar için, ceza, çalınan eşyanın kıymetine göre sopadır; yedi, on yedi,
yirmi yedi, yedi yüz kadar sopa! Fakat çalınan eşyanın kıymetinin dokuz misli iade edilirse, ceza affedilir.
15.İmparatorluğun hiç bir tebaası bir Moğol’u hizmetçi veya esir olarak kullanamaz.
16.İstisnalar haricinde her erkek orduya dahildir.
1 7. Yabancı esirlerin kaçmasının önüne geçmek için, bunlara yatacak yer, yiyecek yemek, giyecek elbise
vermek yasaktır. Aksi hareket edenler idam edilirler. Rast geldiği esiri yakalayıp da amirine teslim etmeyen
her erkek aynı şekilde ceza görür.
18.Evlenme yasası her erkeğin kansını satın almasını emreder. Birinci ve ikinci derecede akraba arasında
nikah yasaktır.
19.Bir erkek iki kardeş ile evlenebilir, bir çok cariye kullanabilir. Kadınlar emlak işleriyle meşgul
olabilirler, istedikleri gibi satın alıp, satabilirler. Erkekler ancak av ve savaşla meşgul olacaklardır. İlk eşin
çocukları diğerlerine göre üstünlük sahibidirler ve bütün emlake onlar varistirler.
20. Zinanın cezası ölümdür. Böyle bir suç işleyenler derhal idam edilirler.
21.Eğer küçük çocuklardan başka kimseleri olmayan iki aile birleşmek isterse, bu çocuklardan biri erkek,
diğeri kız ise evlenebilirler. Çocuklar ölmüş olsalar bile nikahları kıyılabilir.
22.Fırtına zamanında akar su kenarında yıkanmak ve çamaşır yıkamak yasaktır.
23.Casuslar, yalancı şahitler, sefahate düşkün adamlar, büyücüler idam edilirler.
24.Görevlerini yerine getirmeyen ve Han tarafından davet edildikleri zaman gelmeyenler, özellikle uzak
vilayetlerdekiter idam edilirler. Eğer kusurları o kadar ağır değilse, bizzat Han’ın huzuruna gelmelidirler.
Bu yirmi dört madde muhtelif kaynaklardan alınmıştır. Bundan dolayı eksiktir.
Çok dikkati çeken yenilecek av hayvanları hakkındaki yasanın onuncu maddesi, o devrin dini
hurafeleriyle izah edilebilir. Yasanın on birinci maddesiyle, tatbik zamanlarında uzak membalarının
muhafazasının hedeflendiği anlaşılıyor. Yirmi ikinci maddedeki sudan ve şimşekten bahseden yasa ise,
Rubri-kisn’in açıklamasına göre, şimşekten dehşetle korkan Moğolla-rı fırtına zamanlarında nehirlere ve
göllere atılmaktan men etmek gayesine yönelikti.
Petis de la Croix’ya göre, Timurlenk de Cengiz Han’ın yasasını muhafaza etmiştir.
Moğolların Hint Moğolları Serdarı Babür der ki:
“Cetlerim ve ailem, biz her zaman Cengiz Han’ın yasalari-na saygıyla riayet ettik. Bizler
toplanışlarımızda, bayram ve şenliklerimizde, oturuş ve kalkışlarımızda Cengiz’in koyduğu usullerden hiç
dışarı çıkmadık.”
Moğol Ordusunun Sayısal Kuvveti
Tarihçilerin Moğol ordusunu düzensiz bir kütle olarak tarif etmeleri kadar doğal ve ortak bir hata olamaz.
En tanınmış çağdaş tarihçilerden Dr. Stanlay Lane-Poole bile bu “nihayet-sizliğe” karşı koyamamıştır. O,
der ki: “Cengiz Han’ın arkasından, deniz kumlarına benzeyen nihayetsiz göçebe orduları geliyordu.”
(Turkey, Stories of the Nations)
Moğollar hakkındaki bilginiz, Maühieu Parislin ve ortaçağ rahiplerinin bunlar hakkında ortaya
koydukları fikirlerin üzerinden yeteri derecede geçmiş olduğu için, Cengiz Han ordusunun Hunlar gibi bir
göçebe kütlesi değil, düzenli bir istila ordusu olduğuna emin olabiliriz.
Ordu üyelerinin listesi Sir Henry Hozvart tarafından şu şekilde düzenlenmiştir:
Han’ın muhafızları 1.000
Tulu’nun kumanda ettiği merkez 101.000
Ordunun Doğu ve Batı alemine karşı savaştığı zamanlardaki miktar ve değeri buydu. Görülüyor ki,
Cengiz Han en önemli orduyu toplamıştı. Diğer müfrezeler 10.000 Katayla-rın, Uygurlardan İdikut’un ve
Han Elmalik’in kuwetlerinden oluşmuştu. Zaten bu son ikincisi istilanın başlarında geri gönderilmişlerdi.
Sağ kanat Sol kanat Diğer müfrezeler Toplam
47.000
52.000
29.000
230.000
Tanınmış büyük alimlerden Leon Cahun, bir Moğol ordusu askerinin 30.000 kişiyi geçmediğini söyler.
Halbuki Cu-ci’nin 200.000 kişilik kuweti ile müttefikler hesaba katılmazsa, bu savaşa üç kolordu iştirak
etmişti. Böylece bu hesaba göre
150.000 savaşçıdan oluşuyordu. Gerçekten yukarı Asya’nın kurak vadilerinde bu miktardan fazla ordu bir
kışı geçiremezdi.
Ölümüne yakın zamanlarda Cengiz Han’ın kumanda ettiği ordunun dört kolordudan, muhafızlardan,
hepsi 130.000 kişiden ibaret olduğunu biliyoruz. Gobi’deki nüfusa gelince, hepsini tahminen nihayet
1.500.000 olarak tespit edebiliriz.
Bu adet üzerinden, filen savaşa girebilecek 200.000 kişi çıkabilirdi. İran isimli eserinde Sir Percy Sykes,
Moğollardan bahsederken “sayıca zayıf olduklarını, fakat hareket üslerinden binlerce kilometre uzaklarda
savaştıklarını” söyler.
O devrin Müslüman tarihçileri, düzenli ordunun miktarını abartılı olarak 500.000’den 800.000’e kadar
çıkarıyorlardı. Fakat güvenilir tanıklıklar, Cengiz Han’ın 1219 ve 1225 seneleri arasında Tibet’ten Hazar
denizine kadar olan memleketlerin hayret verici bir surette itaat altına almayı en çok 100.000 kişilik ve
Dinyeper’den Çin denizine kadar olan kıtayı da
250.000 kişilik bir ordu ile temin ettiğini göstermektedir. Bu rakamdan ancak yarısının Moğol olması
muhtemeldir. Tarihçiler, savaşların sonunda 50.000 Türkmen müttefikten bahsederler. Cüci’nin kuwetleri
ise yabani Kıpçaklar ve çöl adamları tarafından takviye edilmişti. Çin’de şimdiki Koreli ve Mançurili-lerin
ataları, Moğol bayrakları altında savaşırlardı.
Cengiz Han’ın oğlu Ögeday’ın saltanat devrinde Orta Asya’nın diğer Türk aşiretleri de, kendilerine
savaşma fırsatı vermiş olan Moğollarla birleşmişlerdi. Bu aşiretler, Subotay ile Ba-tu’nun Doğu Avrupa'yı
fethettikleri ordunun büyük kısmını teşkil ediyorlardı.
Ögeday’ın ordularında muhakkak fiilen savaşçı olan yarım milyon kişi vardı. Mengü ve Kubilay, bu
miktarı iki katına çıkardılar.
MOĞOLLARIN İSTİLA PLANI
Cengiz Han’ın ordusu, bir düşman memleketini istila ettiği zaman, belirli bir plan izlerdi. Bu usul,
Moğollar 1270 senesine doğru Mısır’a doğru yürüyüşlerinde Memlûklar tarafından durduruldukları zamana
kadar mutlak başarılarla sonuçlandı.
- Hanın genel karargahında bir kurultay toplantıya davet edilirdi. Fili hizmette kalmalarına izin verilen
yüksek rütbeli subaylar dışında, bütün diğerleri bu mecliste hazır bulunmakla yükümlüydüler. Burada durum
görüşülür ve savaş planı yapılırdı. Yollar belirlenir ve muhtelif fırkalara şu veya bu görev verilirdi.
- Casuslar gönderilir, bilgi alınabilecek adamlar yakalanıp getirilirdi. .
- Kastedilen memleket aynı zamanda bir çok noktalarından istila edilirdi. Ayrılan fırkaların, muhtelif
kolorduların her birinin belirli bir hedefe yürüyen başkumandanları vardı. İstediği manevrayı yapmakta,
nasıl isterse düşmana o şekilde hücum etmekte serbesttiler. Fakat haberciler vasıtasıyla Han’ın veya
Orhonun genel karargahıyla daima temasta bulunmaya mecburdular.
- Ayrılan fırkalar, memleket tahrip edilirken, korunaklı büyük şehirlerin önüne gözcü birlikleri
yerleştirirlerdi. Memleketten erzak toplanır ve eğer savaş uzun süre devam edecekse, geçici menzil teşkilatı
kurulurdu. Moğollar arkalarında nadiren korunaklı bir şehir bırakırlardı. Genellikle şehri kuşatırlar, bir iki
fırka esirler ve savaş aletleriyle geride kalır, ordunun büyük kısmı yoluna devam ederdi.
Eğer düz ve çıplak bir yerde düşman ordusuyla karşılaşırlarsa, Moğollar bir veya iki usul takip ederlerdi.
Eğer mümkünse bir gün, bir gecelik seri yürüyüşle, iki veya daha fazla Moğol fırkası, belirli bir saatte savaş
yerinde toplanmak suretiyle düşmana baskın verirlerdi. 1241’ de Peşte civarında Macarlara karşı da böyle
hareket ettiler. Eğer bu hızı sağlayamazlarsa, seri hareketlerinde düşmanı veya kanatlarından birini saralardı.
Başka tedbirleri de vardı: Kaçıyor gibi görünürler ve düşman kuwetleri dağılıncaya kadar geri
çekilirlerdi. Düşman dağıldığı zaman bineklerini değiştirirler ve geri dönerek hücuma geçerlerdi. Bu
manevra Dinyeper civarında koca bir Rus ordusunu hezimete uğrattı.
Bu görünürde geri çekilmelerde genellikle saflarını açarlardı ve böylelikle düşman farkına varmadan
kuşatılmış olurdu. Eğer düşman ordusu toplu kalır ve mertçe savaşırsa, Moğolların kuşatma hattı, düşmanın
geri çekilmesine yol bırakmak için açılırdı. O zaman da düşmana geri çekilirlerken taarruz ederlerdi. Buhara
ordusunun kaderi de bu olmuştu. Bu tedbirlerin çoğunu hünerleri onlardan eksik olmayan Türkler ve
Moğolların kısmen ataları olan Hunlar da kullanmışlardı. Kataylar süvari kolları halinde manevraya
alışmışlardı. Çinliler ise savaş düzenlerini çok iyi biliyorlardı. Cengiz Han şüphesiz ki, bu tecrübelerden
faydalandı, fakat mücadelede en büyük etken yenilmez kararı, yerinde harekete geçmek gibi özel bir
yeteneğe sahip olması ve adamlarını demir gibi bir düzene tabi tutması olmuştur.
Bizzat Çinliler bile Cengiz’in ordusunu Tanrı gibi idare ettiğini söylüyorlardı. Önemli kuwetlerini,
görünürde hiç zahmetsiz geniş arazi üzerinde bir yerden bir yere sevk edişi, birbirinden çok uzak meçhul,
kıtalarda, birçok savaşları aynı zamanda idare edişinde gösterdiği zeka ve beceri, daima olumlu sonuçlar
veren kuşatmaları, parlak zaferleri, bütün bunlar bir araya geldiği zaman bütün Avrupa’nın görülmeyecek
bir insanla karşı karşıya olduğumuzu anlarız”
Demetrius Boulger, Büyük Moğol Serdarı’nı işte böyle tarif ediyor.
Moğollar ve top barutu
Cengiz Han ile' Moğollarının Çin gibi kapalı bir imparatorluğu açtıkları zamandan çok önce, Çinliler
tarafından yapılan o zamana ait keşifler hakkındaki kesin bilgilerimiz çok azdır. Daha sonradan, yani 1211
senesinde Çin’de top barutundan bahsedildiğini sık sık işitiyoruz. Bu barutu Çinliler Ho- Pao dedikleri savaş
makinelerinde kullanırlardı.
Bir kuşatma olduğu zaman, Ho - Paoların ahşap kuleleri tahrip ettiğinden bahsedilir. Bu barut bir defa
patladı mı, gök gürültüsüne benzeyen bir gürültü meydana gelirdi ve bu ses takriben kırk sekiz kilometreden
işitilirdi. Bunda abartı olsa gerektir. 1232’de Kai-Fong kuşatmasından bahseden bir Çinli tarihçi şunları
söyler:
“Moğollar güllelerden sakınmak için yer altında kazdıkları çukurlara kapandıkları için, Şin-liyenli
dediğimiz ateş püskürme makinelerini, Moğol istihkamcılarının bulundukları yerlere zincirler vasıtasıyla
indirmeye mecbur olduk. Bunlar patladılar, insanları da, kalkanlarını da parça parça ettiler. ”
Muhakkak ki, Çinliler de, Moğollar da top barutunun tutuşma özelliğini biliyorlardı. Fakat Moğollar top
dökmesini bilmiyorlardı. Onun için gülle kullanmakta, fazla ilerleme de göstermediler. Gene gergin kirişli
kuşatma aletleri kullanmaya devam ettiler. Oysa aynı Moğollar, 1238 ile 1240 arasında Orta Avrupa’yı bir
baştan öbür başa geçtiler ve Rus Polon-yası’nda bulundular. Fribourg-en-Brisgau da onların istila sahaları
dahi-lindeydi. (Schwartz’ın yazdıklarına karşı söylemek gerekir ki, Moğollar Avrupa’da top barutu
kullanmamışlardır.)
Roger Bacon’a gelince, görünüşe göre o da, herkesin kullanması için top barutu imal etmiş değildir. O
yalnız böyle bir maddenin varlığından ve yanıcı çzelliğinden bahsetmiştir. Roger Bacon, sadece Saint
Louis’nin Moğollar nezdine elçi olarak gönderdiği rahip Guillaume de Rubriquis ile buluşmuş, konuşmuş ve
onun coğrafi bilgilerinden faydalanmıştır.
Roger Bacon, Opus Majus’da Gillaume de Rubriquis’in kitabından bahsederken der ki:
“Bu kitabı gördüm ve yazarı ile 1 görüştüm.”
(Buna verilecek cevap şu olabilir: Rubriquis, kitabında top barutundan hiç bahsetmemiştir. Moğol
sarayındaki altı aylık ikameti esnasında, kitabın yazarının barut hakkında bilgi edindiğine emin değiliz.
Zaten Bacon, Rubriquis’in dönüşünden kısa bir süre önce, barutun özel terkibinden - güherçile ve kükürt -
ilk defa bahsetmiştir.
Dikkate değerdir ki, top barutunun Avrupa’da görünen iki mucidi, Moğol istilasından fikirlerin heyecana
düştüğü ve istilacıların kullandıkları silahlarla alakadar oldukları sürece, takriben yetmiş beş sene yaşadılar
ve her ikisi de Moğollarla az çok münasebette bulundular. Herkes bu noktaya az ya da çok önem vermekte
gene serbesttir.
Fakat şurası muhakkaktır ki, ateşli silah ilk olarak Rahip Schzvart zamanında Almanya’da görünmüştür.
Toplar olgunlaştılar ve bunların kullanımı Avrupa’da süratle ilerledi. İstanbul’u ve Türkler’i geçerek
Asya’ya girdiler. Bu suretledir ki biz Babür’ü 1525'te Türklerin kullandıkları büyük bir topla silahlanmış
görüyoruz. İlk madeni top sekizinci asırda Çinde dökülmüştür.
, Çok ilginçtir, 1581’de biz Avrupalı Kazakların ellerinde fitilli tüfeklerle Tatar imparatorluğunu istila
ettiklerini görüyoruz. Halbuki Asyalıların kullanmasını bilmedikleri boş bir topu düşmanı yıldırımla
vurulmuşa çevireceğini bekleyerek boş yere sürükleyip taşıdıklarını da görüyoruz.
Özetle, Çinliler top barutunu imal etmişler ve Bacon kardeşlerle Schwartz’dan çok önce yanıcı özelliğe
sahip olduğunu anlamışlardır. Fakat savaşta barutu çok az kullanmışlardır. Avrupalılar ise barut yapımını
öğrenmişler, belki de barutu kendileri icat etmişlerdir. Bu konu tartışmalıdır. Yalnız kullanılması mümkün
ilk'topu onların imal ettikleri kesindir.
Bu konu hakkındaki gerçeği şüphesiz ki hiç bir zaman öğrenemeyeceğiz. Yalnız Mathieu Paris ile
Thomas de Spalato ve diğer ortaçağ tarihçilerinin savaşta duman ve ateş çıkaran Moğolların saldıkları
korkudan bahsetmeleri de ayrıca dikkat çekicidir. Büyük olasılıkla bu, o tarihte Avrupa’da bilinmeyen top
barutunun Moğollar tarafından toprak çanaklarda kullandıklarını gösteriyor. Carpin, Moğolların kullandığı
ve ateşinin bir tür körükle parlatıldığı ateş saçan aletlerden bahseder. Her halde Moğollar arasında dumanın
ve ateşin bu suretle görünüşü, ortaçağ tarihçilerince Moğolların birer cin olduklarına alamet sayılmıştır.
Büyücüler ve haç
Moğol fırkaları Subotay ile Cebe Noyan’ın kumandası altında Kafkasya’yı geçtikleri zaman rast
geldikleri bir Hristiyan Gürcü ordusunu bozmuşlardı. Gürcü kraliçesi Rusudan Ani piskoposu David
aracılığıyla Papa’ya . bir mektup gönderdi. Bu mektubunda Moğolların Gürcü safları önünde haçlı bayrak
açtıklarından bahsetmişti. Bu olaydır ki, hatalı olarak Gürcüleri, Moğolların Hristiyan oldukları yanılgısına
düşürmüştür.
Leh tarihçileri de Leignitz savaşından bahsederlerken Moğolların Yunanca X harfine benzeyen bir işarete
sahip koca bir bayrakla çıkageldiklerinden bahseder. Bir tarihçi, bunun haçı küçük görmek için, koyunun
haç şekline konulmuş uyluk kemiklerinden yapılmış olması ihtimalinden bahseder. Bunu icat eden şamanlar,
büyü için koyunların uyluk kemiklerini sık sık kullanırlardı. Bu manzara bayrağın etrafında uzun etekli
adamların taşıdıkları çömleklerden kasırga gibi çıkan dumanlarla daha korkunç bir hal alıyordu.
Moğol orhonları gibi zeki kumandanların düşmanı aldatmak için haç kullanmış olmalarına pek o kadar da
ihtimal verilemez. Yalnız Moğol ordusuna mensup Nesturi Hristiyan-ların haç arkasından yürümüş olmaları
ve Leignitz’te bu haçın yanında rahiplerin ellerinde buhurdanlarla giderken görülmüş olmaları muhtemeldir.
Orta Avrupa’ya karşı Subotay Bahadır
Moğollar ve Avrupalılar, Cengiz Han sağken boy ölçüşme-mişlerdi. Ancak 1235’te Ögeday’ın idaresi
zamanında, büyük şûranın kararından sonra karşılaştılar. Olup bitenler özetle şunlardır:
Cüci’nin oğlu Batu, 1223'te Subotay’ın geçtiği araziye sahip olmak için, Altın Ordunun başında batıya
doğru yürüdü. Batu, 1238’den 1240 sonbaharına kadar, Volga’yı, Rus şehirlerini, Karedeniz steplerini istila
etti. Kiev’i ele geçirdi. Lehistan’ın güneyinde akınlar yapmak için kollar gönderdi. Lehistan o zamanlar
birtakım prensliklere ayrılmıştı.
1241 Martında karlar erimeye başladığı zaman, Moğolların genel karargahı Karpatlar’ın kuzeyinde,
şimdiki Lemberg şehrinin bulunduğu yerle Kiev arasında kurulmuştu. Savaşın ruhunu teşkil eden Subotay’ın
karşısında şu düşmanlar vardı: Tam karşıda Lehistan hükümdarı Afif Boleslas, bir ordu toplamıştı. Biraz
daha kuzeyde, Silezyada, Hanri le Pieux Lehlerden, Bavyeralılardan, Tötonya şövalyelerinden, bu barbar
istilasını defetmek üzere Fransa’dan gelen Templiersler’den oluşan 30.000 kişilik bir ordu toplamıştı.
Boleslas’ın takriben yüz elli kilometre arkasında, Bohemya Kralı, Avusturya’dan, Saks’tan,
Bramdeburg’dan müfrezeler alan, daha kuwetli bir orduyu seferber ediyordu.
Moğolların soldaki cephelerinde Galiçyalı Miyeseslas ve diğer asilzadeler, Karpatlar dahilindeki
topraklarını savunmaya hazırlanıyorlardı.
Moğolların solunda ve daha ileride, yüz bin kişiden oluşan Macar ordusu, Kral IV. Bela’nın bayrağı
altında, Karpatlar’ın öte tarafında toplanmaktaydılar.
Eğer Batu ve Subotay güneye yönelip Macaristan’a girse-lerdi, Leh ordusunu arkalarında bırakırlardı.
Eğer batıya, Lehlerin üzerine yürüseydiler, Macarları ordularının kanatlarında bırakmış olacaklardı.
Görünüşe bakılırsa Subotay ve Batu, Hristiyan ordularının hazırlıklarından tamamen haberdardılar. Bir
sene önce yaptırdıkları keşifler, hücum edecekleri memleketler hakkında kendilerine değerli bilgiler temin
etmişlerdi. Oysa Hristiyan Kralları, Moğollar’ın, hareketi hakkında çok az bilgi sahibiydiler.
Yer, atların tutunmasına kafi gelecek derecede kuruyunca, Batu, Pripet boyunca uzanan bataklıklara ve
Karpat sıra dağlarını çerçeveleyen rutubetli ormanlara aldırış etmeyerek yürüyüşe başladı. Ordusunu dörde
böldü ve Lehlere karşı güvenini kazanmış iki kumandanın idaresinde en kuwetli birliklerini sevk etti. Bu
kumandanlar Cengiz Han’ın hafitleri Kaydu ve Baybar idiler.
Bu ordu süratle batıya yürüdü ve Bohslasın Lehlerine, bir kaç Moğol keşif kolunu takip ettiği sırada
rastladı. Lehler her zamanki kahramanlıklarıyla hücum ettiler, fakat mağlûp oldular. Boleslas, Moravya’ya
kaçtı ve ordusunun bakiyesi de kuzeye çekildi. Moğollar bunları takip etmediler. Bu olay 18 Mart’ta vuku
buldu. Krakova yakıldı ve Kaydu ile Baybar’ın Moğolları, kuwet-lerini Bohemlerle birleştirmeye vakit
bırakmadan Silezya Düküne hücum etmek için, aceleyle yollarına devam ettiler.
9 Nisan’da, Laygniç ovasında Hanrile Pieuxn’nün ordusuna tesadüf ettiler. Bu karşılaşmayı takip eden
savaş hakkında çok şey bilmiyoruz. Yalnız şunu biliyoruz ki, Alman ve Leh kuwetleri Moğol hücumu
karşısında hezimete uğradılar ve neredeyse tamamen imha oldular. Hanriv ve Baronlarının kuwet-leri son
askerlerine kadar öldürüldüler.
Laygniç, savunmacıları tarafından yakıldı ve savaşın ertesi günü Kaydu ve Baybar, buradan seksen
kilometre mesafede, Bohemya Kralı Wenceslas’ın daha büyük ordusuyla karşılaştılar.
Wenceslas, yavaş yer değiştiriyor, oysa Moğollar bir görünüp bir kayboluyorlardı. Ordusu muazzam ve
idaresi güçlü, Moğol fırkasının saldıramayacağı kadar kuwetliydi. Fakat Ka-tay atlılarına yetişemiyordu.
Kataylılar bundan yararlanarak atlarını dinlendirdiler, aynı zamanda Silezya’yı ve güzel Morav-ya’yı
Wenceslasın gözleri önünde tahrip ve yağma ettiler. Nihayet hileye başvurarak kendileri Batu’ya katılmak
üzere güneye dönerlerken, onları kuzeye göndermenin yolunu buldular.
Ponce d’ Aubon, Saint Louis’ye şunları yazmıştı:
“Biliniz ki, Almanya’nın bütün baronları ve kral ile bütün ruhaniler ve Macar rahipleri Tatarlara karşı
yürümek için, haçları ellerine aldılar. Kardeşlerimizin söylediklerine bakılırsa, eğer Tanrı’nın emir ve
iradesiyle Hristiyanlar mağlûp olurlarsa, bu Tatarlar, kendilerini durdurabilecek kimse olmadan,
memleketimize kadar gelebileceklerdir.”
Bu mektup yazıldığı sırada, Macar ordusu çoktan mağlûp edilmişti. Subotay ve Batu, üç fırkayla
Karpatlar’a geçiyorlardı. Sağ kanat Galiçya’dan Macaristan’a girdi. Subotay’ın kumandasındaki sol kanat
Moldavya’ya iniyordu. Yollarına çıkan önemsiz ordular mahvedildiler ve üç kol, kuwetlerini, Pesth
civarında, Bela’nın ve Macarlarının karşısına çıkardılar.
Nisan başlarında, tam Leigniç savaşından önceydi. Subotay ve Batu, kuzeyde ne olup bittiğini
bilmiyorlardı. Öder üzerinde bulunan Cengiz Han’ın küçük hafitleri ile irtibat sağlamak için bir fırka
gönderdiler.
Rahip Ugolin’in küçük ordusu bunlara karşı yürüyordu. Bataklık bir yere kadar gerilediler ve pervasız
Macarları sardılar. Rahip hayatta Ralan üç arkadaşı ile kaçtı.
Bu sırada ordu Tuna’yı geçmeye başlamıştı. Macarlar, Hır-vatlar, Almanlar ve Macaristanda kalmış bazı
Fransız Tampli-ersleri, hepsi yüz bin kişi. .. Moğollar bunların karşısında yavaşça gerilediler.
Batu, Subotay, ve Kiev fatihi Mengü, orduyu bırakmışlar, savaş için seçilecek yeri araştırıyorlardı.
Burası, dört tarafı Sayo nehri, bağlarla örtülü Tokay tepeleri, karanlık ormanlar ve büyük Lomniç dağları
ile çevrilmiş Mohi mevkiiydi.
Moğollar nehri geçtiler, geniş bir taş köprüyü bozmadan bıraktılar ve sahilden sekiz kilometre mesafede
bir ormana daldılar.
Beldenin ordusu körü körüne geldi, ağır yükleri, silah hamalları ile Mohi’de ordugah kurdu. Köprünün
öte tarafına bin kişi koydu. Ormanlarda keşfe çıktılar ve düşmanın izine tesadüf etmediler.
Geceleyin Subotay, Moğolların sağ kanat kumandasını aldı ve geniş bir çember çevirerek, kuwetlerini
nehir kenarına, daha önce gördüğü geçit yerine getirdi. Kuwetlerinin nehri geçişlerini kolaylaştırmak için,
bir köprü inşasına başladı.
Şafakla beraber, Batu’nun ileri kolları, taş köprü istikametinde geri döndü ve birdenbire baskın vererek
köprüyü bekleyen müfrezeyi imha ettiler.
Batu, kuwetlerinin önemli bir kısmını öbür sahile sevk etti. Köprüyü geçen atlıların hamlelerini
durdurmaya çalışan Bela süvarilerine karşı yedi mancınık işliyordu. .
Fakat Moğol dalgası, düşman saflarına girdikçe büyüyor ve dokuz at kuyruklu müthiş bayrak, dumanlar
arasında ilerliyordu. “Uzun, sakallı, geniş ve beyaz bir çehre, etrafa kötü bir koku dağıtarak gidiyordu.”
Avrupalılardan biri bayrağı böyle tarif eder. ..
Muhakkak, Bela’nın askerleri kahraman insanlardı. Savaş, aralıksız ve inatla öğleye kadar devam etti. Bu
sırada Subotay, kuşatma manevrasını bitirdi ve Bela'nın ordusunun arkasında göründü. Moğollar saldırıya
geçtiler ve Macarları perişan ettiler. Onlar da Alman şövalyeleri gibi savaş meydanında neredeyse son
neferine kadar öldüler.
O zaman Moğol safları boğazlar yolunu serbest bırakarak batıya doğru açıldılar. Macarlar bu taraftan
kaçtılar ve Moğollar peşlerine düştüler. İki gün devam eden yol, Avrupalı neferlerin cesetleriyle doldu. Kırk
bin kişi ölmüştü. Bela, geriye kalan taraftarlarından ayrıldı. Hatta ihtiyar kardeşini dahi bırakmıştı. Atının
sürati sayesinde takip edenlerden yakayı kurtardı. Tuna sahilinde saklandı. Oraya kadar takip edildiği için
Kar-patlar’a kaçtı. Oradan, Lehistan kralı ve felaket arkadaşı Boleslas’ın kapandığı manastıra sığındı.
Moğollar Peşte’yi zaptettiler ve Gran mahallelerini ateşe verdiler. Neyştat’a kadar Avusturya’ya girdiler.
Alman ve Bohem orduları ile karşılaşmaktan kaçınarak Raguza dışında sahildeki şehirleri yakaraktan
Adriyatik’e kadar gittiler. İki aydan kısa sürede Elbe kaynağından denize kadar Avrupa’yı dolaştılar, üç
muazzam ve on iki kadar küçük orduyu tarumar ettiler. On iki bin kişilik bir kuwetle Laroslav de
Sternberg’in kumandasında savunulan Olmutz dışında bütün şehirleri zaptettiler. Batı Avrupa’yı kaçınılmaz
afetten hiçbir şeyin kurtarması ihtimali olmadığı anlaşılıyordu.
Bela ve Sen Lui gibi idaresiz hükümdarların sevk ve idare ettiği Avrupa orduları, muhakkak kahramanca
çarpıştılar. Fakat Subotay, Mengü, Kaydu gibi hayatlarını savaş içinde geçirmiş kumandanların sevk ettikleri
Moğol ordularının seri manevralarıyla başa çıkacak kabiliyette değildiler.
Savaş bitmemişti'. Karakurum’dan gelen postacı, Moğolla-ra Ögeday’ın ölümü haberini ve Gobi’ye
dönüş emrini getirdi. Ertesi sene toplanan büyük bir şûrada Mohi savaşının acayip bir yansıması oldu. Batu,
Subotay’ı savaş meydanına geç gelmekle ve bu suretle birçok Moğol’un ölümüne sebebiyet vermekle
suçladı. İhtiyar general sert bir sesle şu cevabı verdi:
“Hatırla ki senin önündeki nehir derin değildi ve bir köprü vardı. Benim geçtiğim yerde nehir derindi ve
ben bir köprü inşa ettirmek zorunda kaldım.”
Batu, sözün doğruluğunu onayladı ve artık Subotay’ı suçlu görmedi.
Avrupalıların Moğollar hakkında düşündükleri
Bu kitapta, Moğol ordularının o tarihte Avrupa ordularına açıkça üstün olduklarını yeteri derecede izah
edebildiğimizi zannediyoruz. Moğollar daha hızlı hareket kabiliyetindeydiler. Subotay kendi fırkasıyla
Macaristan’ı istila ederken üç günde 450 kilometre mesafe kat etmişti. D’Auban, Moğolların bir günde Şartr
ile daire arasındaki mesafeye denk bir mesafe kat ettiklerini söyler.
Çağdaş Avrupa tarihçilerinden Thomas de Spalaton, Mo-ğollardan bahsederken, yer yüzünde hiçbir
milletin onlar kadar düşmanı, özellikle düzlük yerlerde kahramanlık kuweti ve askeri strateji sayesinde
perişan edemeyeceğini söyler.
Bu fikri, müthiş 1238 -1242 istilasından kısa süre sonra Moğol Han’Ina gönderilen Rahip Karpen
tarafından da desteklenmektedir:
“Hiçbir krallık, hiçbir eyalet, Tatarlara karşı koyamaz, diye yazar ve devam eder, “Tatarlar savaşta
sadece kuwete değil, hile ve aldatmacaya da müracaat ederler. ”
Askeri işlerden anladığı görünen bu cesur rahip, Tatarların sayıca Avrupalılardan az olduğuna, kuwetli ve
iri yarı olmadıklarına işaret eder ve daima ordularının kumandalarını ellerine alan Avrupalı hükümdarlara ne
kadar kabiliyetsiz de olsalar savaş zamanlarında Tatarların askeri teşkilatlarını aynen almalarını tavsiye eder.
Der ki:
. “Ordularımız Tatarlarda olduğu gibi idare edilmeli ve şiddetli düzene tabi tutulmalıydı. Savaş
meydanları, mümkün olduğu kadar dört tarafı kapalı düzlük sahalardan seçilmeliydi. Ordu hiç bir zaman tek
parça bir kütle halinde yığılmamalı, aksine çeşitli fırkalara ayrılmış olmalıydı. Her yöne keşif müfrezeleri
göndermeliydi. Generaller kıtalarını gece günüz tetikte bulundurmalı ve ordular daima savaşa hazır
bulunmalıydılar. Zira Tatarlar cin gibi uyanıktır.
Eğer Hristiyan prensleri ve hükümdarları Moğolların ileri hareketlerini durdurmak isterlerse, bir dava
etrafında birleşmeli ve ortak hareket etmelidirler.”
Karpen, Moğolların silahlarına da dikkat etmiş ve Avrupalı askerlere kendi silahlarını düzeltmelerini
tavsiye etmiştir.
“Hristiyan prenslerinde de yaylar, mancınıklar ve Tatarların o korkunç toplarından olmalıydı. Bundan
başka demir topuz ve uzun saplı baltalarla donatılmış askerleri de olmalıydı. Çelik ok uçları Tatarlarınki gibi
ıslatılmalı, yani sıcakken tuzlu suya batırılmış olmalıydı. Bu suretle oklar, zırhlara daha iyi işlerdi.”
Moğolların ok kullanışları da Karpen üzerinde derin bir etki bırakmıştır:
“Moğollar, önce oklarıyla savaşçıları ve atlarını yaralar veya öldürürler, bu suretle askeri de atı da
sarstıktan sonra, göğüs göğse dövüşe başlarlardı.” -
O tarihte, Papa’ya karşı meşhur mücadeleye girişen İmparator II. Frederik, diğer prenslerden yardım
isterken, İngiltere kralına şunları yazmıştı:
‘Tatarlar kısa boylu adamlardır, fakat adaleleri kuwetlidir. Mağrurdurlar, cesur ve cüretkardırlar ve
amirlerinin birer işareti üzerine her zaman kendilerini tehlikeye atmaya hazırdırlar. Fakat içimizi çekerek
itiraf etmelidir ki, daha önce bunların sırtlarında deriden ve demir parçalarından elbise varken, şimdi hepsi
öldürdükleri Hristiyanlardan aldıkları daha mükemmel zırhlarla donanmıştır. Üstelik bunların bizimkilerden
daha iyi binekleri vardır. ”
Bu satırları yazdığı tarihte İmparator Frederik galip Moğol istila ordusu tarafından Büyük Han’ın tebaası
olmaya davet edildi. Moğollar kendi açılarından çok yumuşak şartlar teklif ediyorlardı: İmparatorla
milletinin teslim olmalarını istiyorlardı. Kendisini sağ bırakacaklarda ve İmparator kendisine verilecek bir
memuriyete geçmesi için Karakurum’a davet ediliyordu. Fredrik, bu tekliflere sadelikle, yırtıcı kuşları pek
iyi tanıdığı için, Han’ın kuşçu başılığı görevini çok iyi yapabileceğini cevaben bildirmişti.
3 Boyun eğme, bazen de arka arkaya toplanan ağır bir vergi, bu durumda izlenilen yoldu. Cengiz Han,
haklı ve iyi bir sebep olmadıkça asla savaşa girmezdi.
Moğollarla Avrupalı hükümdarlar arasında haberleşmeler
Batu ile Subotay 1242’de Avrupa’yı terk ettikleri zaman, yeni bir Moğol istilası korkusu, Hristiyan
hükümdarlarını çeşitli tedbirler almaya sevketti. IV. İnnosan, Hristiyanlığı kurtarma çarelerini araştırmak
üzere Lion meclisi ruhanisini toplantıya davet etti. Sen Lui, yeteri derecede şaşkınca bir dille, Tatarlar bir
daha göründükleri takdirde Fransa atlılarının kiliseyi savunmak için can vereceklerini söyledi. Bundan sonra
da felaketlerle sonuçlanan Mısır Haçlı seferlerine başladı. Hazar denizinin güneyinde Baysun Han’ın
kumandasında bulunan Moğollara çok defalar rahipler ve posta Tatarlan gönderdi.
Bu giden elçilerden biri, Karakurum’da Han’ın nezdine gönderilmişti ve tuhaf bir olay yaşandı.
Joinville’in bize anlattığına göre, elçiler ellerinde hediyelerle içeriye girdikleri zaman Han, etrafındaki olan
asilzadelere dönerek demiş ki:
“İşte Fransa itaat ediyor ve işte bize gönderdiği cizye!”
Moğollar birçok defalar Sen Lui'yi Han’a itaat etmeye, cizye vermeye ve diğer hükümdarlar gibi Han’ın
himayesi altına girmeye teşvik ettiler. Sen Lui’ye, o zaman mücadele halinde bulundukları Selçuklularla
Anadolu’da savaşa girişmesini tavsiye ettiler.
Sen Lui, bir kaç sene sonra, zeki ve iri yarı Rabruquis’ i Han’ın sarayına gönderdi ve ona elçi gibi
gitmemesini ve hareketinin bir itaat şeklinde yorumlanmasına meydan vermemesini tavsiye etti.
Sen Lui’nin ordudan aldığı mektuplardan birinde, Moğol-lar arasında bir çok Hristiyan bulunduğu
zikredilmektedir.
“Biz kuwet ve vazifeyle arz etmeye geldik ki, bütün Hristi-yanlar Müslüman memleketlerinde esaretten
ve cizyeden kurtulmalı, hürmet ve itibarla muamele görmelidirler. Hiç kimse onların mallarını ellerinden
almamalı. Yıkılan kiliseler yeniden yapılmalı ve Hristiyanların çan çalmalarına müsaade edilmelidir.”
Filistin’deki Hristiyanlara karşı tutumları ne olursa olsun, Moğollar, Avrupa ordularının Müslümanlara
karşı yardımlarını samimiyetle istiyorlardı. 1274’te Papa’ya, sonra İngiltere Kralı 1. Edvard’a on altı kişiden
oluşan bir heyet gönderdiler. İngiltere Kralı belirsiz bir cevap verdi, çünkü Kudüs’e gitmeye hiç de niyeti
yoktu: .
“Kutsal toprakları Hristiyan düşmanlarının elinden kurtarmak konusundaki kararı sevinçle öğrendik.
Sizlere çok minnettarız ve teşekkürler ederiz. Fakat şimdilik Kutsal Topraklar’a ulaşma tarihimiz hakkında
sizlere hiç bir bilgi veremeyiz.”
Bu esnada Papa, Hazar denizi civarında Han’a elçiler gönderdi. Bu adamlar Han’ın ismini
bilmediklerinden Moğolları gücendirdiler ve kan döktükleri için, Moğollara cani diyerek hakaret ettiler.
Moğollar da bütün dünyayı idare eden bir adamın ismini bilmediği için Papa’yı cahillikle itham ettiler.
Düşmanları öldürmeye gelince, bunu bizzat Gök’ün oğlunun emriyle yaptıklarını söylediler. Bayşu bir ara
rahipleri öldürmek istedi, fakat nihayet elçi olduklarını düşünerek, hepsini de sağ salim geri gönderdi.
Bayşu’nun, IV. İnnosa’nın elçilerine verdiği mektup kaydedilmeğe değerdir:
“Büyük Han’ın emriyle, Noyan Bayşu şu kelimeleri gönderir:
Papa, adamlarının bizi bulup mektuplarını teslim ettiklerini biliyor musun? Gönderdiğin adamlar hakaret
içeren sözler söylediler. Bunu senin emrinle mi yaptıklarını bilmiyoruz. Onun için sana bu haberi gönderdik.
Eğer yerde ve suda hüküm sürmek istersen, bizzat buraya kadar gelmelisin, bizi bulmalısın ve bütün
dünyanın üstünde hüküm süren adamın huzuruna varmalısın. Eğer gelmezsen, ne olacağını kestiremeyiz.
Orasını Allah bilir. Yalnız gelip gelmeyeceğine, gelirsen dostça mı, düşmanca mı geleceğine dair bize bir
haber ilet!”
4 Bu mektupta gene şu tehditkar cümle görünüyor: “Ne olacağını kestiremeyiz. Orasını Allah bilir.”
Moğollar, harbe karar verdikleri zaman bu cümleyi kullanmaları adettendi. Moğollar daima Cengiz Han'ın
adına önce elçiler gönderirler ve şartlarını bildirilerdi. Eğer bu şartlar reddedilirse, ihtarda bulunurlar ve
savaşa hazır-lanırlardı.
Cengiz Han’ın mezarı
Londra gazetelerinden birinde, Profesör Fierre Kozloff’un Moğol fatihinin mezarının yerini bulduğuna
dair yazılmış bir makale, büyük bir ilgi uyandırmıştı. Profesör Kozloff, 11 Kasım 1927’de Leningrad’dan
gönderdiği telgrafla New York Ti-mes’da bu yazıyı tekzip etti.
Profesör Kozloff, 1925 - 1926 senelerinde Güney Go-bi’de, Karakotoda yaptığı son seyahatin
sonuçlarından bahsederken, orada bulunan eski bir belgeye dayanarak, Cengiz Han’ın mezarının bulunduğu
yerin henüz bilinmediğini beyan etmiştir. Bu kaybolmuş mezar için, birbirinden farklı bir çok emareler
vardır.
Reşidin, Cengiz Han’ın, Urga civarında, Yaka Kuruk denilen bir tepede yakıldığından bahseder.
Quatremetre ve diğerleri, bu tepenin Urga civarında Kamula tepesi olduğunu söylerlerse de, bütün bunlar da
şüpheleri ortadan kaldıracak mahiyette değildir.
Arhimandrit Palladüis der ki:
“Moğol devrinden kalan belgeler arasında, Cengiz Han’ın kabrinin bulunduğu yeri gösteren açık bir bilgi
mevcut değildir.”
Daha sonradan işitilen ve E.T.C, Werner tarafından zikredilen bir rivayete göre, Cengiz Han’ın kabri
Etjen Koroda, Or-dos memleketindedir. Üçüncü ayın yirmi birinci gününde, Moğol prenslerinin burada bir
törende hazır bulunmaları adet olmuştur. Büyük' Han’dan kalan eşya - bir eyer, bir yay ve diğer eşyalar - bir
kabir değil, fakat birbiri üzerine yığılmış duvarla çevrilmiş bir arsaya getirilmiş. Buraya beyaz keçeden iki
çadır kurulmuş. Zannedildiğine göre burada taştan bir sanduka var. Fakat bu sandukanın içinde ne olduğunu
kimse bilmiyor.
M. Wernern, Moğolların, hala özel imtiyazlara sahip beş yüz aile tarafından muhafaza altında
bulundurulan bu arsada büyük fatihin kemikleri bulunduğunu söylemekte hakları olduğunu düşünmektedir.
Bu yer Çin Seddi'nin öte tarafında, Ho-ang’ın güneyinde, 40 derece kuzey ve 109 derece doğudadır.
Bu fikre göre, Cengiz Han’ın neslinden Moğol prensi bir tanıklığı nakleder. Bu tanıklık belki de belirsiz
raporlardan ve birbirine uymayan bilgilerden daha önemlidir.
Kalaylı alim Ye Lui Tchou Tsai
Cengiz Han’ın dikkatini çeken bu genç Kataylı kadar, çok az kişi hayatında, bu derece güç bir rolü
oynamak mecburiyetinde kalmıştır. Çin filozofları içinde birinci olmakla beraber, ordu nereye gittiyse o da
gitti ve Moğollar felsefe, yıldız ilmi ve tıp tahsil eden bu gencin ağır mesaisini kolaylaştırmadılar. Yay
imalinde ustalığıyla tanınan bir subay, bir gün, uzun sakallı büyük Katay’lı ile eğleniyordu:
“Bir ilim adamının savaş yoldaşları arasında işi ne?”
Ye Lui Chou Tsa’i, ona şu cevabı verdi:
“Güzel yay yapmak için ağacı işlemesini iyi bilen bir adam lazımdır. Fakat koca bir ülkeyi idare için,
hakim bir adam olmak gerekir.”
Genç filozof ihtiyar fatihin sohbet arkadaşı oldu ve Batıya doğru uzun yürüyüş süresince Moğollar
kıymetli talan eşyalarını toplarlarken, o da kitapları, yıldız ilmi masalarını şahsen kullanmak üzere topladı.
Ordunun geçtiği memleketlerin coğrafyasını kaydediyor ve orduda salgın bir hastalık çıktı mı, kendisiyle
alay eden subaylardan bir filozof intikamı almaktan zevk duyuyordu, çünkü onlara Ravent özü şırınga
ediyor ve iyileştiriyordu.
Cengiz Han kendisini çok takdir ettiği için, o da ordunun geçişini gösteren katliama engel olmak için hiç
bir fırsat kaçırmıyordu.
Bir rivayete göre, aşağı Himalaya boğazlarında Cengiz Han, karacaya benzeyen, fakat yemyeşil ve tek
boynuzlu acayip bir mahlûk görmüş ve Ye Lui Tchou Tsai’yi çağırarak bu hayvan hakkında izahat
istemiştir.
Kataylı ağır bir sesle şu cevabı vermiştir:
“Bu garip hayvana Kiyo-Tuan derler. Yer yüzünün bütün dillerini bilir, yaşayanları sever ve katliamdan
nefret eder. Bize görünüşü hiç şüphesiz senin için bir uyarı olacak. Ey benim Han’ım, gel bu yoldan dön!”
Cengiz’in oğlu Ögeday’ın saltanatı zamanında Kataylı, imparatorluğu bilfiil idare etti ve Moğol
zabitlerinin doğrudan doğruya ceza uygulamalarına engel oldu. Bunun için hakimler ve hazineyle meşgul
olmak üzere vergi tahsil memurları tayin etti. Canlı zekası ve sakinlikle gösterdiği cesaret, göçebe fatihlerin
hoşuna gidiyor ve kendisi de onlar üzerinde etki yapmasını biliyordu. Ögeday içki kullanıyordu. Halbuki
hükümdarın mümkün olduğu kadar fazla yaşaması Ye Lui Tchou Tsai’nin menfaatineydi.
Serzenişleri Han’ın üzerinde hiçbir etkide bulunmayınca, Kataylı bir gün kendisine içinde uzun süre
şarap durmuş bir kase getirdi. Şarap, kasesinin iç duvarını aşındırmıştı:
“Eğer şarap demiri böyle aşındırırsa, bağırsaklarınızı ne hale getirdiğini bir düşünün!" dedi. Ögeday
bundan sonra içki konusunda ileri gitmedi. Fakat gene ifratıdır ki, ölümüne sebep oldu.
Bir gün danışmanının bir hareketine hiddetlenerek, Ye Liu Chou Tsai’yi hapse attırdı. Sonra fikrini
değiştirerek, onun hapisten çıkarılmasını emretti. Fakat Kataylı hapishanedeki hücresini bırakmadı. Ögeday,
danışmanın neden tekrar saraya gelmediğini öğrenmek için bir memur gönderdi. Kataylı şu cevabı gönderdi:
“Sen beni danışman tayin ettin. Sonra beni hapse attın. Demek ki kabahatim vardı. Şimdi beni hapisten
çıkarıyorsun, demek ki, masumum. Senin için beni oyuncak gibi kullanmak güç bir iş değildir. Fakat bu
durumda memleket işlerini nasıl idare edersin?”
Kendisini eski vazifesine iade ettiler ve bu milyonlarca halkın hesabına iyi bir şey oldu.
Ögeday öldükten sonra ihtiyar Kataylının elinden geniş yetkilerini aldılar ve onun görevini Abdürrahman
isminde bir Müslüman’a verdiler. Yeni danışmanın sert tedbirlerinden kederlenen Ye Lui Chou Tsai, kısa
bir süre sonra öldü.
Bazı Moğol subayları, Hanların sarayında senelerce büyük bir servet yığdığını düşünerek, Kataylı ’nın
ikametgahını yağma ettiler. Müzik aletleri, el yazmaları, haritalar, kitabeler kazılı taşlardan oluşan gerçek bir
müzeden başka bir şey bulamadılar.