Göçebelerin son töreni
Hanların sarayları Katay’a nakledilmeden önce, yalnız iki Avrupalı bize Moğolların bir tarifini
bırakmışlardır. Bunlardan biri Rahip Capsin, diğeri de iri cüsseli Rubruquis’tir. Rubruquis, işkence içinde
öleceğine neredeyse ikna olmuş bir halde ata binerek büyük bir cesaretle Tataristan’a hareket etmişti. Kral
Saint Louis adına bir elçi gibi değil, göçebe fatihleri Avrupa’ya karşı mücadeleden vazgeçirmek için bir
barış elçisi gibi gitmişti.
Tek yoldaşı, son derece korku içinde bulunan başka bir rahipti. İstanbul’u arkalarında bıraktılar. Asya
yaylalarına girdiler.
Rubruquis, iliklerine kadar donarak, açlıktan yarı ölü bir halde takriben beş bin kilo metre yol gitmişti.
Sonra Moğollar kendisini koyun derilerine sardılar, aba çorap, çizme ve deriden başlık verdiler. Şişman ve
ağır olduğu için Moğollar, Volga sınırından başlayan seyahat süresince kendisine her gün dayanıklı bir at
seçtiler.
Rubruquis, Moğolların gözünde esrarengiz bir adamdı. Uzun etekli, yalınayak, uzak Frank
memleketlerinden gelmiş, ne tacir, ne elçi, silahsız, hediye vermeyen, hediye kabul etmeyen bir adam...
Meşhur Han’ı görmek için, dehşete düşmüş Avrupa’dan dışarı çıkmış, gösterişli, ağır başlı, fakir, fakat
çölden doğuya doğru giden kafilede konumunun önemi göze çarpan Rubruquis’nin durumu bir tezat
örneğiydi. Bu kafilenin içinde Jaroslav, Rusya dukası, Katay ve Türk asilzadeleri, Gürcistan kralının oğlu,
Bağdat halifesinin ve büyük Serhasi sultanlarının elçileri vardı.
Rubruquis, bize göçebe fatihlerin sarayını büyük bir dikkatle tarif eder. Bu sarayda asiller mücevherat
işlenmiş kaselerden süt içerler. Koyun derilerine bürünerek altın kakmalı eyerler üzerinde dolaşırlar.
Mengü Han’ın sarayına girişini şöyle anlatır:
“Aralık ayında, Saint Etienne yortusunda büyük bir ovaya geldik. Buradan bir küçük tümsek bile '
görünmüyordu. Ertesi gün büyük Han’ın sarayına vardık. Kılavuzumuza bir büyük ev tahsis ettiler. Bizim
üçümüzü de eşyamızı, yataklarımızı koyacak ve bir küçük ateş yakacak kadar dar bir kulübeye soktular.
Kılavuzumuza tepesi uzun bir şişe içinde pirinçten yapılmış bir içki getirdiler. Bu içki bizim en iyi
şaraplarımıza benziyor. Yalnız tadı farklı!
Bizi üstlendiğimiz görevi sormak için çağırdılar. Bir memur bize, Serhasilere karşı bir Tatar ordusunun
yardımını istediğimizi söyledi. Bu cevap beni şaşırttı. Çünkü Haşmetli Efendimiz mektuplarında ordu
istemediğini, yalnız Hristiyanlarla dost kalmasını Han’a tavsiye ettiklerini bildiriyordu.
O zaman Moğollar kendileriyle barış isteyip istemediğimizi sordular. Buna cevaben dedim ki:
“Moğollara bir kusurumuz olmadığından, Fransa kralı hiçbir savaş fırsatı çıkarmadı. Biz sebepsiz
hücuma uğradıkça, kendimizi Tanrı’ya emanet ederiz.”
Bu cevaba çok şaşırdılar ve “barış yapmaya gelmediniz mi?” diye bağırdılar.
Ertesi gün halkın hayran bakışları arasında saraya gittim. Aralarında bulunan ve inancımızı bilen genç bir
Macar, halka bunun sebebini anlattı. Ondan sonra sarayın baş nazırı olan bir Nesturi bize dair birçok sualler
sordu. Ondan sonra da yattığımız yere döndük.
Yolumuzda sarayın doğusuna tesadüf eden kısmın ucunda, üzerine haç konmuş bir küçük ev gördüm.
Orada herhangi bir Hristiyan var diye bu manzaradan hoşlandım. Ulu orta içeriye girdim. Altın örtü ile
örtülmüş ve güzelce süslenmiş bir mihrap gördüm. Üzerinde Mesih’in, Hazreti Meryem’in, Saint Jean-
Baptiste’in ve iki meleğin resimleri vardı. Vücutlarının ve elbiselerinin hatları küçük incilerle resmedilmişti.
Mihrabın üstünde gümüşten büyük bir haç vardı. Türlü süslemeler ve kıymetli mücevherler içinde parıl
parıl parlıyordu. Mihrabın önünde de bir kandil yanıyordu. Yanına oturdum. Biraz esmerce, zayıf, sert
kıldan elbise giymiş, elbisesinin altında demir kemer olan bir Ermeni rahibi gördüm.
Rahibi selamlamadan önce, toprağa atılarak Ave Regina’yı ve diğer ilahileri okuduk. Rahip dualarımıza
iştirak etti. Ondan sonra yanına oturduk, önündeki mangalda biraz ateş vardı. Bizden bir ay önce Moğolların
nezdine gelen Kudüslü bir keşiş olduğunu söyledi. biraz konuştuktan sonra, yerimize gittik, akşam yemeği
için etli ve darılı bir çorba pişirdik. Moğol kılavuzumuz ve arkadaşları sarayda içiyorlardı, bizi düşünen
yoktu. Hava o kadar soğuktu ki, ertesi sabah ayaklarımın ucu dondu ve artık yalınayak yürüyemedim.
Soğuk başladıktan sonra Mayısa kadar sürüyor. Hatta senenin o zamanlarında bile, her sabah ortalık buz
tutuyordu. Biz oradayken bir fırtına çıktı, pek çok hayvanı öldürdü.
Sarayın adamları bize teke derisinden elbiseler getirdiler. Ayakkabılar getirdiler. Arkadaşımla tercüman
bu getirilen şeyleri kabul ettiler. 5 Aralık’ta saraya kabul edildik.
Han’a nasıl saygıda bulunabileceğimizi sordular. Uzak memleketten geldiğimizi, eğer müsaade ederlerse,
bizi sağ salim oraya kadar ulaştıran Tanrı için ilahiler söyleyeceğimizi ve ondan sonra Han ne isterse onu
yapacağımızı söyledim. Han’ın yanına girdiler ve sözlerimizi naklettiler. Tekrar gelerek bizi divan odasının
kapısına götürdüler. Kapının keçe perdesi kaldırıldı ve biz de “A Solis ortu cardine” ilahisini söyledik.
5 Rubruquis saraydan bahsederken, Mang Ku Handaki evleri, kadınlan, yüksek rütbeli subayları
kastediyor. Mang Ku’nun amcazadesi Volga'daki Batu karargahından bahsederken der ki: “Bu karargahın
güzelliğine hayret ettik. Evler, çadırlar uzaklara kadar gidiyordu Etrafta üç dört sıra üzerinde birçok insan
toplanmıştı.
Saklı silahımız olmasın diye üstümüzü aradılar. Tercümanımıza kemerini ve bıçağını, kapının önünde
duran muhafıza teslim etmesini emrettiler.
İçeriye girdiğimiz zaman, tercümanımız üstü katır sütü dolu bir masaya götürüldü ve bizi de hatunların
önünde bir sıraya oturttular.
Her tarafa altın işlemeli kumaşlar gerilmişti ve ortadaki ocakta biraz diken, misk kökü ve tezek
yanıyordu. Han, fok balığına benzeyen parlak tüylü bir hayvan derisinin üstüne oturmuştu. Basık burunlu,
orta yaşlı takriben kırk beş yaşlarında bir adamdı. Karılarından biri, küçük, güzel bir kadın yanı başına
oturmuştu. Kızlarından biri, sert çehreli genç bir kadın, yanı başındaki başka bir şiltenin üzerinde
oturuyordu. Bu ev, bu kızın Hristiyan anesine aitti ve kız her şeye hükmediyordu.
Pirinç şarabı, katır sütü, ya da bal şerbeti içip içmediğimizi sordular. Zira Moğollar kışın bu üç içeceği
kullanırlar. İçkiden hoşlanmadığımızı, Han’ın emirleriyle yetineceğimizi söyledim. O zaman pirinç şarabı
verdiler. Han’a karşı saygısızlık olmasın diye biraz tattım.
Han şahinleri ve diğer kuşlarıyla biraz eğlendikten sonra, konuşmaya izin verdi ve biz de diz çökmeye
mecbur olduk. Han’ın yanında Nesturi bir tercümanı vardı. Bizimki ise ikram edilen o kadar içkiden
tamamıyla sarhoş olmuştu.
Han’a şu sözlerle hitap ettim:
“Tanrıya şükürler olsun ki, bizi dünyanın uzak diyarlarından, kendisine o kadar kudret ve devlet
bahşettiği Mengü Han Hazretlerinin huzurlarına kadar getirdi. Mağrib Hristiyanları ve özellikle Fransa kralı,
mektuplarını taşıdığımız halde, bizleri bu tarafa gönderdi. Bu mektuplarıyla Han Hazretlerinden
memleketlerinde ikametimize müsaade buyurmasını rica ediyor. Zira biz Tanrı’nın kanunlarını insanlarına
öğretmekle görevliyiz. Onun için Haşmetli Han Hazretlerinden burada kalmamıza müsaade buyurmalarını
rica ediyoruz.
Takdim edecek ne paramız, ne altınımız, ne mücevherimiz var. Fakat faydalı olmak emeliyle hizmet
sunuyoruz.”
Han, bu sözlerime şu cevabı verdi:
“Güneş ışıklarını nasıl her tarafa yayarsa, Batu’nun azamet ve kudreti de öylece her tarafa yayılıyor.
Onun için ne sizin altınınıza ne de gümüşünüze ihtiyacım var. ”
Han Hazretlerinden, altın ve gümüşten bahsettiğim için, bana gücenmemelerini istirham ettim. Zira bunu
sadece faydalı olmak arzumuzu daha açık izah etmek maksadıyla söylemiştim.
O zamana kadar tercümanın söylediklerini anlıyordum. Fakat ondan sonra öyle sarhoş oldu ki, artık
anlaşılacak bir cümle söylemiyordu. Bana öyle geldi ki, Han da sarhoştu. Bunun üzerine sustum.
O zaman bizi kaldırdılar ve tekrar oturttular ve saygılarımızı sunduktan sonra Han’ın huzurundan
çekildik. Nazırlardan ve tercümanlardan biri de bizimle beraber çıktı ve nazır bize Fransa krallığı hakkında
birçok sualler sordu. Özellikle bizde çok koyun, sığır ve at bulunup bulunmadığını öğrenmek istiyordu.
Moğollar sanki bütün bunlara sahip olmak istiyormuş gibiydiler. Bizimle meşgul olmak üzere birini memur
ettiler. Ermeni keşişin yanına gittik. Tercüman gelip bizi orada buldu ve Han’ın iki ay, yani soğuklar
bitinceye kadar kalmamıza müsaade ettiğini bildirdi.
Buna cevaben:
“Tanrı Mengü Han Hazretlerini korusun ve kendilerine uzun ömürler ihsan buyursun. Bir aziz diye
baktığımız bu keşişi bulduk, memnuniyetle kalacağız ve birlikte Han’ın refah ve saadetine dualar edeceğiz.”
dedim.
(Zira yortu günlerinde Hristiyanlar oraya gelir, dua eder ve çanağını takdis ederler. Ondan sonra Serhasl
keşişleri, arkasından putperest rahipler gelip aynı tarzda hareket ederler. Rahip Sergius, Han’ın ancak
Hristiyanlara güveni olduğunu söyler O zaman kadar Rubruquis’in hiç temas etmediği Budistler.
l Fakat Rahip Sergius burada yalan söylüyor. Han’ın kimseye emniyeti yoktu. Fakat herkes, bala gelen
sinekler gibi saraya üşüşüyordu. Han, herkese ihsan bahşediyor ve onlar da kendilerini Han’ın yakını
addediyorlar, onun saadetine dualar ediyorlardı.) .
O zaman yerimize döndük. Burası çok soğuktu. Yakacak odunumuz yoktu. Gece indiği halde henüz bir
şey yememiştik. Nihayet bizimle ilgilenmeye memur edilen adam biraz odun ve yiyecek getirdi.
Seyahatimizde bize refakat eden kılavuz Batu’nun yanına dönecekti. Bizden bir halı istedi. Verdik ve
memnun olarak gitti. Soğuk son derece arttı.
Mengü Han, bize tüyleri dışarıda üç kürklü hırka gönderdi, bunları minnetle kabul ettik. Fakat Han için
dua edecek müsait bir yerimiz olmadığını, kulübemizin ancak ayakta durabilecek kadar dar olduğunu, ateşi
yaktıktan sonra dumandan kitaplarımızı açmakta fayda olmadığını açıkladık. Han, refakatimizin hoşuna
gidip gitmeyeceğini keşişten sordurdu. O da bizi sevinçle kabul edince, daha iyi bir yere geçmiş olduk.
Biz yokken Mengü Han bizzat manastıra gelmiş. Altın bir yatak getirmişler. Han ve Sultan bu yatağın
üzerinde mihraba karşı oturmuşlar. Bizi çağırdılar ve bir muhafız, gizli silah olmasın diye üzerimizi aradı.
İncili ve dua kitabını göğsümde tutarak içeriye girdim. Önce mihrabın önünde diz çöktüm. Sonra Mengü
Han Hazretlerini saygıyla selamladım. Kitaplarımızı istedi ve bunları tezyin eden minyatürlerin ne anlama
geldiklerini sordu. Nesturfler ne uygun gördülerse, o cevabı verdiler. Zira bizim yanımızda tercümanımız
yoktu. Bizden, başka bir şey söylememizi istedi, biz de “Veni, Sancte Spisitus”u taganni ettik. Bundan sonra
Han gitti, fakat hatunu hediye dağıtmak için kaldı.
Rahip Sergiusn’u başpapazını gibi takdis ediyordum. Yine de birçok noktalarda hiç hoşuma gitmeyen
hareketleri vardı. Mesela tavuk tüyünden bir şapka yapmış ve bunu altın bir haçla süslemişti. Diğer taraftan
haç çok hoşuma gidiyordu. Tavsiyem üzerine keşiş, haçı bir kargı üzerinde taşımaya izin verilmesini istedi.
Mengü Han da nasıl istersek o şekilde taşıyabileceğimizi bildirdi.
Haça saygı için, Sergius ile beraber karargahı dolaştık. Sergius, bir sancak yapmış ve bunu kargı boyunda
bir odunun ucuna takmıştı. Bunu “Vexilla Regis Prodeunt” ilahisini söyleye söyleye Tatarların çadırları
arasında dolaştırdık. Gördüğümüz müsamahayı kıskanan Müslümanlarla, keşişin sağladığı menfaati
kıskanan Nesturi rahipleri, buna son derece içlendiler.
Karakurum civarında, Mengü’nün bizim manastırlarımız gibi etrafı tuğla denizi ile çevrilmiş bir sarayı
vardır. Han, burada senede iki defa tören düzenler. Paskalyada ve bir de yazın ihtişamını göstermek
isterken...
Sarayın divan odasında, bir tavernadaki gibi şişelerin dolaşması ayıp olacağından, Paris kuyumcularından
Guillaume Bouchier, tam divan odasına girilecek yere gümüşten büyük bir ağaç yapmıştı. Bu ağacın dibinde
temiz inek sütü akan gümüşten dört aslan vardı. Ağacın dört dalına altın yılanlar dolanıyor ve bu yılanlardan
muhtelif cinste şaraplar dökülüyordu.
Saray üç köşeli ve iki sıra sütunlu bir kiliseye benziyor. Han, kuzey duvarına karşı huzurdakileri
görebilecek yüksekçe bir yerde oturuyor. Hanla gümüş ağaç arasındaki mesafe, sakilerin ve hediye getiren'
görevlilerin gidip gelmeleri için serbest bırakılmıştır. Han’ın sağında erkekler, solunda kadınlar otururlar.
Yanı başında ve biraz alçakta bir tek kadın oturur.
Han’ın sarayı dışında, Karakurum, Saint-Denis’den güzel bir şehir değildir.
Başlıca iki sokağı var. Biri Serhasılerin bulunduğu sokak ki, burada pazarlar kurulur. Öteki zanaat
erbabının bulunduğu Kataylıların sokağıdır. Bundan başka Han'ın nazırlarının sarayları da var. Darı satan,
hububat satan, koyun satanlar, çarşılarda mevcut. Karakurum’da putperestlerin on iki mabedi,
Müslümanların iki camii, Nesturilerin bir kilisesi var.
Bir pazar gününe doğru, Han çadırlarıyla beraber Karaku-rum ’a hareket etti. Keşiş de bizimle beraber
geldi. Bu seyahat esnasında dağlık bir havaliyi geçmeye mecbur olduk. Büyük fırtınalarla, şiddetli
soğuklarla, karlarla uğraştık. Gece yarısı Han bize ve keşişe haber gönderip fırtınayı dindirmek için Tanrı’ya
dua etmemizi emretti. Çünkü pek çoğu yeni doğmuş sürüler ölmek üzereydi. Keşiş kömürde yakılmak üzere
Han’a günlük gönderdi. Yaktı mı, yakmadı mı, bilmiyorum, fakat iki gündür devam eden kar ve fırtına
dindi.
Bir pazar Karakurum’a geldik. Saat dokuza doğru şehre girdik. Haçı yükseğe kaldırarak, Serhasilerin
sokağından geçtik. Kiliseye doğru yürüdük. Burada Nesturiler bizi ayin alayı ile karşıladılar. Ayinden sonra
artık akşam olduğu için kuyumcu Guillaume Bouchier bizi evine yemeğe götürdü. Karısı Macaristan’da
doğmuştu. Bir İngiliz’in oğlu olan Basilicus’u da orada bulduk.
Yemekten sonra kulübemize çekildik. Burası Nesturi kilisesinin yanındaydı. Güzel, geniş, çok iyi
yapılmış, tavanı altıri işlemeli ipeklerle kaplı bir kiliseydi.
Paskalya yortularını kutlamak için şehirde kaldık. Macarlardan, Rumen veya Ruslardan, Gürcülerden ve
Ermenilerden büyük bir cemaat vardı. Nesturiler benden ayine başkanlık etmemi rica ettiler. Halbuki
elbisem yoktu. Mihrap da yoktu. Fakat kuyumcu ayin elbisesi bulup getirdi ve bir arabanın üzerinde mihrap
kurdu. Mihrabı İncil sahnelerini temsil eden resimlerle süsledi. Gümüşten bir kutu ile Hazreti Meryem’in
resmini de yaptı.
O ana kadar Ermenistan kralı ile varması beklenen bir Alman rahibinin geleceklerini ümit ediyordum.
Kraldan haber gelmeyince ve yeni bir kışın şiddetini de düşünerek, kalmak mı, gitmek mi gerektiğini
sormak için Han’a haber gönderdim.
Ertesi gün Han’ın nazırlarından birkaçı beni görmeğe geldiler. İçlerinden biri, Han’ın şerbettarı bir
Moğoldu, diğerleri de Serhasiler...Bu adamlar, Han tarafından, ne maksatla gelmiş olduğumu sordular. Bu
soruya cevaben, Batu’nun, beni Han’ın nezdine göndermek üzere emir verdiğini, Han’a hiç kimse adına
söyleyecek sözüm bulunmadığını, fakat dinlemek isterse, kendisine Tanrı’nın sözlerini tekrar edebileceğini
söyledim.
O zaman, benim de başkalarının yaptığı gibi Han’ın refah ve saadeti için fal bakacağımı zannederek, ne
söylediğimi sordular.
Cevap verdim:
“Mengü’ye diyeceğim ki, Tanrı ona çok çok ihsanda bulunmuş. Zira elindeki servet ve kudret,
Budistlerin putlarından gelmiyor. ”
O zaman Tanrı’nın emirlerini almak için, göğe çıkıp çıkmadığımı sordular. Bu adamlar Mengü’ye gittiler
ve kendini putperest ve Budist yerine koyduğumu ve Tanrı’nın emirlerine riayet etmediğini söylemiş
olduğumu naklettiler. Ertesi gün Han bana gönderdiği iki tercümanla, kendisi için hiçbir haber
getirmediğimizi ve hakkında dua etmeğe geldiğimizi bildiğini, yine de kendi nezdine memleketimizden
hiçbir elçi gelip gelmediğini öğrenmek istediğini bildirdi. O zaman David ile Andri hakkında ne biliyorsam
söyledim. Bütün bunlar yazılı olarak Mengü’ye bildirildi.
Hamsin yortusunda Han’ın huzuruna çağırıldım. İçeriye girmeden önce, o zaman tercümanlık eden
kuyumcunun oğlu, Moğollar’ın beni memleketime iadeye karar verdiklerini söyledi ve itiraz etmememi
tavsiye etti. Han’ın huzuruna girdiğim zaman diz çöktüm. Han benden, kendisi hakkında nazırlarına Budist
olduğumu söyleyip söylemediğimi sordu:
“Asla böyle bir şey söylemedim,” dedim.
“Ben de böyle düşünüyordum,” dedi. “Çünkü bu söylenecek bir söz değildir.”
Sonra dayandığı bastonunu bana doğru uzatarak:
“Korkma!” dedi.
Buna gülümseyerek:
“Korkmuş olsaydım, buralara kadar gelmezdim,” dedim.
O zaman:
“Biz Moğollar bir tek Tanrı’nın varlığına inanırız ve ona karşı doğru bir kalp taşırız.”
Dedim ki:
“O halde Tanrı sizi bu halde tutsun. Çünkü onsuz bu halde olunmaz. ”
Han şöyle devam etti:
“Tanrı bir ele birçok parmaklar verdiği gibi insanlara da çeşit çeşit düşünce tarzları verdi. Sizde Kutsal
Kitap var. Fakat siz ona uygun davranmıyorsunuz. Muhakkak bu Kutsal Kitap’ta insanların birbirlerini zarar
vermeleri yazılı değildir.”
“Elbette hayır! Saygıdeğer Han’a daha en başta kimseyle kavga etmeyeceğimi söylemiştim.”
“Ben sizden bahsetmiyorum. Gene sizin kitabınızda, bir adamın kendi çıkarı için adaletten sapacağı da
yazılı değildir.”
Bu cevaba karşı para aramaya gelmediğimi, hatta bana verilen parayı bile reddettiğimi söyledim. Hazır
bulunan nazırlardan birisi, bir gümüş külçesini ve bir ipek kumaşı reddettiğimi onayladı. Han:
“Ben bundan bahsetmiyorum,” dedi, “Tanrı size ayetler göndermiş, siz bunlara riayet etmiyorsunuz.
Fakat bize de hakimler bahşetti, biz onların emirlerini yerine getiriyoruz ve sükûnet içinde yaşıyoruz.”
Bu sözleri söylemeden önce, dört defa içtiğini zannediyorum. İmanı hakkında çok şeyler söyleyeceği
ümidiyle beklerken, o sadece dedi ki:
“Uzun süre burada kaldınız, ama artık giderseniz, beni memnun edersiniz. Elçimle beraber gitmeye
cesaretiniz olmadığını söylediniz. O halde size mektup ve haberlerimi emanet edeyim mi?”
Eğer Han diyeceklerini yazılı olarak bana verirlerse, elimden geleni memnuniyetle yapacağımı söyledim.
O zaman altın, gümüş, ya da değerli elbiseler isteyip istemediğimizi sordu. Böyle şeyleri kabul etmek
adetimiz olmadığını, bununla birlikte memleketinden yardımı olmadıkça çıkamayacağımızı söyledim. Bize
ne gerekirse vereceğini söyledi ve nereye kadar götürülmek istediğimizi sordu. Bize Ermenistan’a kadar
refakat ederlerse, kafi geleceği cevabını verdim.
“Sizi oraya kadar göndereceğim,” dedi “ondan sonra kendinize bakınız. Bir tek kafada iki göz vardır,
fakat ikisi de bir tek şeyi görür. Batu, sizi buraya gönderdi. Bundan dolayı gene onun yanına döneceksiniz. ”
Kısa bir sessizlikten sonra, dalgın dalgın dedi ki: “Gideceğiniz yol uzundur, yolculuğa tahammül
edebilmek için, kuwet veren yemekler yeyiniz.”
Bana içecek bir şey verilmesini emretti ve bir daha dönmemek üzere huzurundan çıktım.”