Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

SERDENGEÇTİ’NİN MÜDAFAASI... “Serdengeçti"de neşrettiğimiz “Bir Fakültenin İç Yüzü’’ başlığını taşıyan yazılarımızdan dolayı, evvelâ bu fakülte tarafından tard, sonra da mahkemeye verildik. Biz bu yazımızla bir vicdan borcumuzu yerine getirmiş bulunuyoruz. Bir suçlu sıfatıyla, Allah’ın huzuruna çıkmaktansa C. Savcılan’nın karşısına dikilmeye canı gönülden razı olduk. Müdafaa vesilesiyle fakülteye, fakültedeki komünist faaliyetlerine, 3 Mayıs 1944 Ankara nümayişlerinin iç yüzüne, İstanbul Örfi İdare Komutanlığı emrindeki mutena hücrelere, tabutluklara ait, gayet enteresan hayret verici, akla hayale sığmayan birçok hakikatleri açığa vurduk. Mahkeme safahatı, bilhassa çok mühim olan bu duruşmamız ve müdafaamız, gazeteler tarafından lâyıkı veçhile neşredilmediğinden birçok dostlarımızın ısran, okuyucularımızın müracaatı üzerine neşrediyoruz. Bu müdafaa Ankara Birinci Asliye Mahkemesi’nde kalabalık bir dinleyici kitlesi önünde aynen okunmuştur. Haziran 1947 Ankara Muhterem Hâkimlerim: Şu anda kendimi yalnız sizin huzurunuzda değil, her şeyi bilen, gören kadirimutlak adil bir Allah’ın huzurunda hissediyorum. Ta küçüklüğümden beri kafama yerleşmiş bir Peygamber sözü vardır: “Ey insan, nerede bir kötülük görürsen onu elinle önlemeye çalışacaksın, elinle önleyemezsen dilinle, dilinle de önleyemezsen kalbinle takbih edeceksin!” Bu mukaddes söz, benim alnıma bir mukadderat çizgisi gibi hakkedilmişti. Muhterem hâkimler, söylediklerim, yazdıklarım hakikatin ta kendisidirler. Onlar, müdafaa istemeyen çıplak, yalınkılınç hakikatlerdir. Benim burada yapacağım iş, bu hakikatlere tercüman olmaktan ibarettir. Ben bir vasıtayım. Hak ve hakikat olan odur. Şimdiye kadar vicdanımı kötüye kullanmadım. Bundan böyle de kullanmayacağım. Size hâdiseleri bir fotoğraf makinesi sadakatıyla perde perde, sahne sahne göstereceğim. Seyredeceğiniz manzaralar iç açıcı manzaralar değildir. Bazen tiksindirici, bazen azap verici, hüzün verici ve ekseriya düşündürücü olacaktır. Bu sahne sahne, perde perde değişen manzaralar içinde değişmeyen bir şey var: Hakikat! Ben 1940 yılında Dil ve Tarih-coğrafya Fakültesinin Felsefe kısmına talebe olarak kaydolundum. Bu fakülteye diğer birçokları gibi mecbur olarak, naçar kalarak girmedim. Bilerek, isteyerek girdim. Burasını diğer yüksek mekteplere, fakültelere tercih ettim. Çünkü ta öteden beri kitaplara, fikirlere karşı alâkam, her türlü alâkanın üstünde idi. Şimdi tam aradığım yeri bulmuştum. Burada ruhiyat okuyacaktım. İnsanları harekete getiren psikolojik âmilleri, ruhî tezahürleri, insanla insan, insanla cemiyet arasındaki münasebetleri öğrenecektim. İçtimaiyat okuyacaktım. Cemiyetlerin yükseliş ve çöküş sebeplerini, sosyal cereyanları takip edip araştıracaktım. Nihayet felsefe tahsil ederek, büyük filozofların sistemleri üzerinde duracak, onlardan aldığım ilhamla, ışıkla kültür hayatımızın geçirmekte olduğu buhranları anlayacak, karanlıkları aydınlatacaktım. Milletime, vatanıma bu yolda gücümün yettiği kadar faydalı olmaya çalışacaktım. Ben bu fakülteye bunun için girdim. Fakat şunu itiraf edeyim ki, aradığımın hiçbirini bulamadım. İnkisarı hayale uğradım. Burada bizlere, genç ruhlara nur ve ilham kaynağı, örnek olabilecek âlimler, müşritler yoktu. İlim diye ortaya atılan, önlerimize serilen davalar kendi ihtiraslarının davaları idi. Öğretmenlerle öğrenciler arasındaki münasebetler ilmî olmaktan çok uzaktı. Herkes kendisine, asistanlık, kolay sınıf geçirme, yüksek not verme vaatleriyle taraftar kazanmak istiyor, talebeleri kendine çekmeye çalışıyordu. Bütün gayretler bu kazanma, çoğalma ve çoğaltma üzerinde teksif olunuyordu. Gerçi hakikati gören muallimler yok değildi. Fakat bunların sesleri bu hayhuycu kalabalığın içinde boğuluyor, karşılarında hitap edecek talebe bulamıyorlar, âdeta kendi kendileriyle konuşuyorlardı. Herkes işin alay ve kolay tarafında idi. Muallimler ile her türlü yakınlık, konuşmalar, buluşmalar, hususî gezintiler ve bunların etrafında bir sürü dedikodu... Bazı genç doçentlerin, asistanların evlerine teklifsizce devam edenleri, onların gözlerine fikrî faaliyetleriyle değil, tuvaletleriyle girmeye çalışanları çok gördük. (Buradan fakülteye ait 7 açık sahne çıkarılmıştır). Bu ahlâk düşkünlüğünü, bu rezaleti, bir nevi tesadüfe, erkek ve kız talebelerin bir arada bulunuşlarına hamletmek doğru değildir. Bu, türlü ahlâksızlıkları tabiî gören, meşru gören, onu bozguncu, hasta fikirlerle tahrik ve teşvik eden faaliyetleri nazarı itibara almak lâzımdır. İlim perdesi arkasında ve şu kimsenin itiraz edemeyeceği (İlmî) kelimesi altında bu milletin inandığı, dayandığı bütün temeller tarihî, İçtimaî, ahlâkî baltalanıyor, mateıyalist bir âlem görüşü ile insanların bütün hareketlerini cinsî sevkıtabiîye bağlayan sözüm ona verdikleri psikoloji derslerinde hayvanları insana doğru değil insanları hayvanlara doğru çekmeye çalışan bir gayret görülüyordu. Bu hayvancı telâkkiler deminden beri arz ettiğim çirkin, iğrenç hâdiselere ilmî temel vazifesini görüyordu. İradeler dayanacağı, kafalar işleyeceği yerde, sevkıtabiîler işliyor, rezalet, kepazelik alıp yürüyordu. Sık sık çay,gezi tetkik gezisi bahanesiyle bu rezaletler birkaç kişiye münhasır kalmaktan çıkarılıyor, toptan yapılmaya kalkışılıyor, gezilerde içkinin her türlüsü içiliyor, taşkınlıkları, çılgınlıkları caddeler ve parklar almıyordu. Bu açık eğlencelerde pek açık, pek fena şekilde yakalananlar da olmuştu. Hele fakültenin o “an’anevî baraj gezilerinde.” Bu tabir aynen kendilerinindir. Ve gazeteye de bu şekilde “Yarın Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin an’anevî baraj gezisi var...” şeklinde ilân veriyorlar. Rezaleti an’aneleştirmek saadeti ancak bu fakülteye nasip olmuştur. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bu türlü hareketler, makul ve meşru temellerini birtakım kozmopolit hasta psikoloji ve sosyoloji nazariyelerinde buluyordu. Fakültede bulunan ve maalesef çok faal olan bazı profesör ve doçentler âdeta yeni bir din neşreden ve onu yaymaya çalışan misyonerler gibi bu türlü hareketleri teşvik, tahrik ediyorlardı. Nerede bir ipsiz, şuradan buradan atılmış, diğer yüksek mekteplerde tutunamamış akıl, karakter züğürdü varsa bunların etrafında toplanıyor; fakülteyi idare edenlerden gördükleri müsamaha sayesinde yayılma, birleşme, kuvvetlenme imkânlarını buluyorlar, gittikçe memleket ve milletin selâmeti için büyük bir tehlike teşkil ediyorlardı. Burada toplananlar yalnız bu fakülte mensuplan değildi. Hasanoğlan Köy Enstitüsü talebelerinden tutun da bunlann her yerden gelen yârla n, yârenleri, yanaşmalan vardı. Bu güruhun tenkit etmediği, burnunu sokmadığı, dilini uzatmadığı, yüzüne tükürmediği hiçbir şey yoktu. Her şeyi bilirim iddiasında bulunan bu zavallılar Karl Marx’ı Marka, Engels’i Engel yazacak ve okuyacak kadar kendi ideolojilerinin bile yabancısı olan bu zavallılar, bu solda sıfırlara göre Çanakkale tahtakale, Namık Kemal şişirilmiş bir adam, İstiklâl Marşı şairi yobaz ve İstiklâl Harbi kahramanları, şehitler budala idi. Bu yersiz, yurtsuz, vatansız, milliyetsiz kalabalık üstelik kendilerini bu milletin kurtarıcıları gibi görüyor, mevcut müesseselerini, ahlâkî telâkkilerini hiçe sayıyorlar. Amerikan demokrasisi gibi demokrasilere de “Kokmuş Burjuva demokrasisi” derlerdi. Bunlar ceplerinde para olunca kapitalist sistemleri kabul ederler, paraları bitince yaman birer proleter olurlar, aç midelerin türküsünü çağırırlardı. Şehvetleri gıcıklanınca serbest çiftleşme taraftarı olurlar. Biraz rahat ve huzura kavuştular mı evlenecekleri, aile kuracakları gelir ve burjuva gençleri gibi (ölünceye kadar ebediyen seni unutmayacağım) gibi âşıklarına mektuplar yazarlardı. Ellerine beş on kuruş geçti mi doğru meyhaneye giderler yahut bir yerde toplanarak bu iffetsizler, şerefsizler güruhu Stalin’in şerefine kadehler kaldırırlar, sonra ayyaş sarhoş sürüler hâlinde caddelere çıkarak asfaltlara burjuva kaldırımı diye, cami duvarlarına irtica yuvaları diye işerler, akıllarınca burjuva cemiyetinden, dindarlardan intikam alırlardı. İşte bunlar hep o mahut ilim ve irfan yuvasının yetişmeleridir. 1944 yılında bozguncular, tahrikçiler, faaliyetlerini büsbütün artırdılar. Yurt ve Dünya adında çıkartmakta oldukları komünist dergiye bir de Adımlar adını taşıyan aynı hüviyette diğer bir dergi ayak uydurdu. Yurt ve Dünya’nın başında Pertev makalemizde adı geçen adam bulunuyor, müdürlüğünü yaptığı Türkoloji şubesini bu derginin idarehanesi hâline getiriyordu. Adımlar dergisi de benim hocalarım bulunan M. Şerif Başoğu ve Behice Boran tarafından idare ediliyordu. Artık bu suretle bu faaliyetler yalnız Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesine, yalnız Ankara’ya münhasır kalmıyor, buradan yurdun her tarafına dağılıyor, yayılıyordu. Sonradan bu dergiler İçişleri Bakanı Sökmensüer’in Meclis’te yaptığı beyanattan öğrendik ki, eski sicilli komünist Şefik Hüsnü tarafından idare ediliyormuş. Bu mecmualar ve onun etrafında toplananlar bu vatanın ve bu milletin istikbaline ve istiklâline göz diken, bütün varlığımızı ilk fırsatta mahvetmek isteyen emperyalist bir devletin ideolojisini yapıyor, Moskova ağzıyla konuşuyordu. Vaziyet cidden tehlikeli idi. Alman orduları Stalingrad’ı terk etmek zorunda kalmış, geriye atılmışlardı. Bu siyasî vaziyetten cesaret alan Kızıl yardakçılar işi büsbütün azıttılar. Türkiye’de yakında kopacak bir kızıl ihtilâlden bahsetmeye başladılar. Evet yakında ihtilâl olacaktı. Rusların şimdiden Kars’a, Samsun’a silâh sokmak için teşebbüse geçtiklerini söylüyorlardı. Türkiye’nin her şehrinde adamları, teşkilâtları vardı. Âdeta Moskova’nın vereceği ateş... emrini bekliyorlardı. Solcular böyle söylüyorlardı. Bu serseriler bu cesareti nereden alıyorlardı? Böyle nasıl konuşabiliyorlardı; acaba bu söylediklerinin aslı var mıydı? Yüzbinlerce şehidin kefensiz yattığı şu aziz topraklar bin bir müşkülât içinde nice canların yanması, nice ocakların sönmesi bahasına kurtarılan şu vatan, yabancılara nasıl peşkeş çekilirdi? Baştakilerin ve mes’ul makamların bu işlerden haberleri var mıydı? Yoksa onlar da gaflet ve dalâlet içinde mi idiler? Bir gece yine sekiz on arkadaş bir araya toplandık. Şöyle bir karar verdik: Bütün bu olup bitenleri mes’ul mevkide bulunanlara bildireceğiz. Tanıdığımız bazı mebusları, bazı idare adamlarını gördük, onlarda da aynı endişe vardı. Bütün müracaatlar, bütün gayretler bir noktada birleşiyor, bir noktada iflâs ediyordu. Bu siyah nokta Hasan Âli Yücel’di. Köy Enstitülerine, muhtelif okullara ait korkunç haberler alıyorduk. Uzağa gitmeye ne hacet! Deminden beri sayıp dökmekle bitiremediğim onun oğlunun da bulunduğu fakültedeki kızıl grup daha şimdiden “Sibirya’ya” diye bağırıp duruyorlardı. Bizi Sibirya’ya süreceklerdi. Yalnız bizi mi? Hemen hemen bütün Anadolu halkını. Çünkü Anadolu halkında ezelî bir Moskof düşmanlığı vardı; onu söküp atmak için yegâne çare ya toptan imha, yahut toptan sürgündü. Bu kadar insan mahvedilemeyeceğine göre sürgün edilecekti. Bu işler için şimdiden Sovyet sefarethanesinde hazırlanmış plânlar vardı; biz vaziyetin yalnız Ankara’da böyle olduğunu sanıyorduk. Nihal Atsız’ın Orhun dergisinde Başvekil Saraçoğlu’na yazdığı mektuptan öğrendik ki, İstanbul’da da böyle hareketler varmış. Onun üzerine büsbütün sinirlendik. Gündüzleri duyduklarımız, düşündüklerimiz, geceleri korkunç hakikatlere inkılâp ediyordu. Ankara Kalesi’nde kızıl bayraklar görüyorduk. Millî Mücadele’nin kara bağrında Ankara’da caddelerde Moskoflar dolaşıyor, çekiçler beyinlerimize iniyor, oraklar boynumuzu biçiyordu. Duyduklarımız korkunç, gördüklerimiz korkunç, gündüzlerimiz ve gecelerimiz korkunçtu. Tam o sırada Hasan Âli Yücel’in teşvikiyle Sabahattin Ali’nin Nihal Atsız aleyhine dava açtığı haberi yayıldı. Bu davaya Ankara’da bakılacaktı. Birkaç gün sonra bu haber teeyyüt etti. Davaya başlandı. Bir sabah Ankara sokaklarını, Adliye sarayının önünü genç üniversitelilerin doldurduğu görüldü. Artık bu dava alelâde iki şahıs davası olmaktan çıkmış, milliyetçilerle komünistlerin mücadelisi hâlini almıştı. Bu gençler buraya bir emirle gelmemişlerdi. Burada toplananlar kendi kendilerinin saflarıydı. Bu topraklar için toprağa düşenlerin çocuklarıydı. Onlar deli denizler gibi köpüren, ruhlarında vatan ve millet sevgisinden başka hiçbir şey taşımıyorlardı. İş böyleyken; hâl böyle iken vaziyet baştakilere bambaşka bir şekilde gösterildi. Çankaya ile emniyet müdürlüğü arasında mekik dokuyan akı kara, karayı ak gösteren birtakım hokkabazlar, dalkavuklar kendilerine karşı tevcih olunan bu hareketi devlete, hükümete karşı bir hareketmiş gibi gösterdiler. Ve bunda muvaffak da oldular. Nutuklar, isnatlar birbiri arkasından devam etti; hatta bizlere vatan haini dediler. İstanbul’a kadar sürdüler. Orada bir hücreye kapattılar. Hani “Ölmeden mezara koydular beni” diye söylenen bir halk türküsü vardır. İşte öyle... Diri diri mezara konuyorduk. Orada havadan bile mahrum edildik. Orada bir dilenci gibi, 24 saatte bir uzatılan üçeryüz gramlık ekmeği sabırsızlıkla bekledik. Bazen günlerce su yüzü görmedik. Aylarca yıkanmadık. Üzerimizdeki gömlek kirden peynir gibi kınlıyordu. Benim bir siyah elbisem vardı. O kadar kirlenmişti ki bana kara tahta vazifesini görüyordu. Üzerine toplu iğnenin ucu ile mısralar yazıyordum. Bize kitap, kâğıt, kalem ve gazete vermiyorlardı. Günlerce gazete ve kitap yüzüne hasret gittik. Kazara bir sabunun arkasına yapışarak elime kadar gelmiş bir gazete parçasını defalarca bir şaheser gibi okuduğumu, tekrar tekrar okuduğumu biliyorum. İş bu kadarla da kalmadı. Daha göreceklerimiz varmış. Bir gün polis kapımı açtı. Benimle gel dedi. Kapısının üzerinde iki kırmızı hilâl bulunan bir odaya girdik. Orada iki kişi vardı. Beni sorguya çektiler. Verdiğim cevaplar hoşlarına gitmemiş olacak ki polise emrettiler. Götür bunu tabutluğa dediler. Polis beni alıp götürdü. Bir delik açarak buraya gir dedi. Nasıl gireyim, ben buraya nasıl sığarım; dedim. Sen girmezsen biz sokarız cevabını aldım. Beni bir çaput gibi bu deliğe soktu. Baktım: Tepemde güneş gibi büyük büyük ampuller yanıyordu. Duvarda zincirler vardı. Terler döküyordum. Yücel’in aşkına ecel terleri... Şimdi soruyorum: Adil ve merhametli kanunlar! Hasan Âli Yücel’e dalkavuk dediğim için beni üç buçuk ay hapse ve yüzlerce lira para cezasına mahkûm eden, insan haysiyet ve şerefine en yüksek payeyi veren kanunlar! O zaman siz nerede idiniz; yalnız bunlar mı? Ben daha neler neler gördüm. Bayılıncaya kadar dövülen insanlar, mahzenlerde çürütülen, küf kokan canlı cesetler gördüm!.. Şimdi anlıyorsunuz değil mi? Ben neden Serdengeçti oldum. Onun içindir ki Serdengeçti’deki her ses, her seda; maroken koltuk, bol harcırah, hususî vagonlu iktidar sahiplerinin rahatını bozmuştur. O satırlar bir feryattır, bir çığlıktır. Bir milletin ıstırabını haykırıyor. Nihayet üç buçuk ay sonra uzun araştırmalar, tahkikler, tetkikler neticesinde suçsuz olduğum anlaşıldı. Hakkımda askerî mahkeme tarafından ademitakip kararı verildi. Ankara’ya döndüm. Fakat bütün bu bize reva görülenleri kim aradı; kim sordu? İşte sık sık nutuklarda, mahkemelerde adı geçen 1944 3 Mayıs Nümayişleri ’nin iç yüzü budur. Nümayiş sıralarında vekili âlinin emriyle fakülte son sınıfından tardolunmuştum. Gelir gelmez Millî Eğitim Bakanlığına bir istida ile müracaat ederek suçsuz olduğumu, mezuniyet imtihanlarına girmeme müsaade olunmasını istedim. Vekâlet bu istidamı bilâ sebep reddetti. Bunun üzerine Vekile bizzat çıktım. O da reddetti. Ben de kendisinde Mevlevîlikten bir şey kalmış, o büyük ruhun, büyük âşıkın, Mevlâna’nın geniş, sonsuz müsamahakâr ruhundan ilham almış sanıyordum. aldanmışım!.. Devlet Şûrası’na başvurmaktan başka çare kalmamıştı... Nihayet siyaset değişti. Yücel’in mevkii sarsıldı ve ben de davayı kazandım. Geçen sene fakülteye tekrar talebe olarak kaydolundum. Yazılı imtihana girecektim. Olmadı. Hâlâ bazı Hasan Âli Yücel’in yolunda yürüyen ve gölgesinde yeşeren komünist hocalar bana müşkülât çıkardılar, giremedim. Eylül’de girerim demiştim. Hastalandım, yine giremedim. Artık iş Hazirana kalmıştı. Zaten ehemmiyetsiz iki dersim vardı. Hazırdım. Kışı memleketimde geçirerek Ankara’ya geldim. Ankara’ya gelir gelmez neşriyata şöyle bir göz attım. Cesurane yazılar vardı. Derhâl bir dergi çıkarmaya karar verdim. Adı Serdengeçti olacaktı. Serdengeçti bir ruhla bütün kötülüklerin, ahlâksızlıkların üzerine dolu dizgin yürüyecektik. Mecmuamızın altına şöyle bir yazı yazdık: "Allah’a, Millete, Vatana koşanlann dergisi” Bu vatanı ve bu milleti karşılıksız, menfaatsiz kara sevdalılar gibi, mecnunlar gibi seven asil ve cesur bir ruhla millet dertleri üzerinde durduk. Bu sırada “Bir Fakültenin İç Yüzü” başlıklı bir yazıya da sayfalarımızda yer verdik. Ben bu mecmuanın izni için birinci şubeye müracaat ettiğim sırada, Ankara’da bulunan yüksek tahsil gençleri tarafından Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi muhasara edilmiş bulunuyordu. Kızıl fesatçılar hâlâ orada idiler. Gençler bu adamların fakülteden tardolunmasını istemişler, isteklerinde ısrar etmişler ve Ankara Üniversitesi Rektörü Şevket Aziz Kansu gözyaşlanyla gençlere teminat vermiş. Bunun üzerine tahkikat, takibat başlamış bulunuyor, şurada burada Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi hakkında bir sürü sözler söyleniyor, yazılar yazılıyordu. Eski tanıdığım fakülte arkadaşlarımdan biri ile bu mesele üzerinde uzun uzun konuştum. O bana fakültenin hâlâ ıslah edilmediğini, hatta cinsî ahlâk bakımından daha fena bir duruma düştüğünü söyledi ve benim yukarıda anlattığım çirkin hâdiseleri gölgede bırakacak şeyler anlattı. Eski faciaları hatırlayarak bir daha düşündüm, bir daha ürperdim. Bu fakülte hakkında bildiklerimi, gördüklerimi yazmayı kendime bir vazife, ödenmesi lâzım gelen bir vatan borcu bildim. Her şeyi olduğu gibi gösterdim. Yazdıklarım nokta nokta, virgül virgül maalesef ve maalesef bir hakikattir. Dergimizin birinci sayısında daha ziyade komünist tahrikleri neticesinde fakülteye hâkim olan menfi ruhu, zaafları gösterdim. Yani, sebeplerden evvel neticelere, ağaçtan evvel meyveler üzerine dikkati çekmeye çalıştım. Yavaş yavaş ağacın kendisine, köküne, beslendiği muhite, toprağa doğru ilerliyordum. Makalenin altına ilâve ettiğim notlarda bu husus apaçık görülecektir. İlk sayımızda müstehcen, iç gıcıklayım diye vasıflandırılan taraflar doğrudan doğruya vaktiyle neşredilmiş ve bir zamanlar fakültede okunması salgın bir hastalık hâline gelmiş bir romandan alınan parçalardır. İkinci sayıda da asla kimseye hakaret etmeyerek bazı hocalar ve bazı enstitüler üzerinde durdum. Bütün hususiyetlerini belirttim. Bunların iyi olanlarını övdüm, yanlış yola sapanları, şahsî menfaat peşinde koşanları memleket ve millet hayrına tenkit ettim. Hakaret etmek aklımdan bile geçmemiştir. Orada lüks ve fantezi hâlinde bulunan tek talebeli, geniş teşkilâtlı, şu zavallı milletin binlerce parasını yutan Çince, Hintçe vesaire gibi enstitüler üzerinde ısrarla durdum. Ankara’da ev bulamayan, ardiyelerde, bodrumlarda âdeta bir menfa hayat yaşayan, arka sokaklarda rüzgâr estiği zaman yıldızların göründüğü teneke damlı, duvarlarında her türlü haşarat dolaşan, çayır çimen biten iptidaî barınaklarda yatmak mecburiyetinde kalan çaresiz zavallı arkadaşlarımın dertlerine tercüman oldum. Gayem iyilik yapmak, hakkı, hakikati elimden geldiği kadar duyurmaktı. Bu yazım üzerine fakülte kendini derleyeceği, toplayacağı yerde beni sorusuz sualsiz tardetti. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin verdiği bu haksız karara üniversite talimatnamesinin bana verdiği hakka dayanarak beş gün içinde itiraz ettim. Bu yazıyı ben yazdım. Fakat şu gaye ile, şu maksatla; beni anlayın ve beni dinleyin dedim. Fakat anlamadılar; dinlemediler, kusurunu itiraf ediyor diye, fakültenin verdiği yersiz kararı on muvafık ve bir muhalif reyle tasdik ediverdiler. Beni ta küçüklüğümden beri aşkla heyecanla kendisine çeken muallimlik vazifesinden ebediyen uzaklaştırdılar, mahrum bıraktılar. Bu adamlar bununla da kalmadılar. Beni mahkemeye verdiler. İşte huzurunuzdayım. Suçluyum. Çünkü doğruyu söyledim. Çünkü haykırdım. Çünkü hemen tamamlamak üzere bulunduğum fakültenin diplomasını istihfaf ederek, istikbalimi mahvederek bu yazıları yazdım. Ben vazifemi yaptım. Müsterihim. Huzur içindeyim. Ben garip bir adamım. Mukadderse hapiste de yatabilirim. Mahkûm olmam, benim hapse girmem mesele değil! Ben hakikatin kurtulmasını; hakkın, adaletin tecellisini istiyorum. Fakültenin muhterem avukatı, müvekkilinin âlicenap davranarak tazminat davası açmadığını söylüyor. Zaten açmış olsaydı ne alabilecekti, neyim vardı? Çok şükür Allah’ımdan başka hiçbir şeyim ve kimsem yoktur. Alnım hiçbir fesat ocağında kararmamış, elim hiçbir harama uzanmamıştır. Alınları kara olanlar, elleri harama uzananlar, kötü niyetliler, şer kuvvetler, kirli ayaklar Allah’a, millete, vatana koşanların yollan üzerinde dikilmiş bulunuyorlar. Bunların yüzüne sadece tükürüyorum, îlim ve irfan yuvası, öyle mi? Keşke böyle olsaydı da biz de bunları yazmasaydık. Biz “Beşikten mezara kadar ilim”, “Bana bir kelime öğretenin ben bin yıl kölesi olurum” diyenlerin yolundayız. Fakat nerede öyle ilim yuvaları, nerede öyle öğretmenler?.. Evet daha mektebimi bitirmeden bunları yazdım. Bildiklerim, gördüklerim karşısında isyan ettim. Bir ay dahi sabredemedim. Ben bir ilim ve irfan yuvasını tahkir, terzil etmedim. Rezaletleri rezil ettim. Ben masumum, suçsuzum. (Her türlü kötülükle mücadele edenler felâha ermişlerdir) Allah’ın kitabı böyle yazıyor. Kul kitapçıklarının neler yazdıklarını bilmiyorum. Allah büyük ve adildir. Onun himayesindeyim. Şüphesiz ki kanunlardan evvel insanlar vardı; insanlardan evvel Allah... Hisli bir kalabalık tarafından heyecanla nefes nefese takip edilen bu müdafaa bittiği zaman herkes “beraat” diyordu. Vicdanlarda, kalplerde beraat ettik. Kanunlar bizi mahkûm ettiler: 6 ay 2 gün hapis, 202 lira para cezası...
·
420 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.