Girit yine silâha sarıldı. «Tuh!» dedim, «lanet olsun şansıma be...
Şu Girit bir türlü bizi rahat bırakmayacak mı?»
Yumaklarla dulları bıraktım, bir tüfek aldım, öbür başıboşlarla birleştim ve
Girit yolunu tuttuk.
Zorba sustu. Şimdi kumlu, sakin bir kıyının önünden geçiyorduk,
dalgalar bu kıyının çevrelediği körfeze girip yayılıyor, ama kırılmadan,
sadece kumların kenarında biraz köpük bırakıyorlardı.
Bulutlar dağılmıştı, güneş parlıyordu, vahşi Girit,
sakinleşmiş bir halde gülümsemekteydi.
Zorba dönüp alaylı alaylı beni süzdü:
— Patron, dedi, sen şimdi sanıyorsun ki, oturup sana, âdet olduğu üzere
Girit'te kaç müslümanın kafasını koparıp, kaçının kulağını kestiğimi anlatacağım. Bunu aklından çıkar; ben bunu yapmaya üşeniyor, utanıyorum.
Aklınım başımda olduğu şu sırada, sana hiçbir şey yapmamış olan başka
bir insana saldırıp onu ısırmanı, burnunu koparmanı, kulağını kesmeni, karnını deşmeni ve bu arada Tanrı'yı da yardıma çağırmanı gerektiren
bu kudurganlık nedir diye düşünüyorum;
bu, Tanrı da gelip burun ve kulak kessin ve işkembe deşsin mi demektir?..
Ama, o zaman kanım kaynıyordu patron; düşünecek kafa nerde bende?
Tam ve namuslu düşünceler, sessizlik, ihtiyarlık ve dişsizlik ister.
Dişsiz olduğun zaman: «Ayıp çocuklar, ısırmayın!» demek kolaydır.
Ama, otuz dişin olunca... İnsan gençliğinde canavardır, evcilleşmek
bilmez canavardır ve insan yer. Başını salladı:
— Kuzular, tavuklar ve domuz yavruları da yer ama, hayır, insan yemezse
doymaz! dedi ve sigarasını kahve tabağında ezdi. Hayır, doymaz!
Sen ne dersin bilgin hazretleri?
Sonra karşılık beklemeden gözleriyle beni tartarak:
— Ne diyebilirsin sanki? dedi. Anladığıma göre zatıâliniz aç kalmadı hiç,
adam öldürmedi, çalmadı, suç işlemedi... öyleyse, dünyayı nasıl anlarsın sen?
Ve açık bir horgörüyle mırıldandı:
— Olgunlaşmamış bir beyin, gün görmemiş bir ten...
iş görmemiş ellerim, solgun benzim ve gün-görmemiş hayatımdan
dolayı ben de utandım.
Zorba sanki bir süngeri tutuyor da siliyor-muş gibi kocaman elini masanın
üzerinde alçaltıcı bir hareketle sürükleyerek,
— Olsun, dedi, olsun. Senden yalnız bir şey sormak istiyorum:
Sen bir bavul dolusu sayfa okumuş olmalısın, belki bilirsin...
— De bakalım Zorba, nedir?
— Burada insanı şaşırtan bir şey oluyor, patron...
Bu tuhaflık içinde akim şaşıyor. Biz çetelerin yaptığı bütün o alçaklıklar,
hırsızlıklar, kıyımlar, Girit'e Prens Yorgos'u, yani özgürlüğü getirdi.
Gözleri iyice açılmış, şaşkınca bana baktı:
— Sır! diye mırıldandı, büyük sır! Dünyaya özgürlüğün gelmesi için bu
kadar cinayetler ve alçaklıklar mı gerekli yani? Çünkü, oturup sana
işlediğimiz cinayetlerle yaptığımız alçaklıkları saysam tüylerin ürperir.
Fakat sonuç ne oldu? Özgürlük! Tanrı yıldırımını atıp bizi yakacağına
özgürlüğü veriyor? Hiçbir şey anlamıyorum!..
Yardım istermiş gibi bana baktı.
Bu sırrın kendisini çok üzdüğü ve bir çıkar yol bulamadığı belliydi.
Üzüntüyle sordu:
— Sen anlıyor musun patron?
Ne anlayacaktım? Ne söyleyecektim? Tanrı dediğiniz şey yoktur,
ya da Tanrı cinayetlerle alçaklıkları seviyor da ondan, ya da bizim cinayet
ve alçaklık dediklerimiz savaş ve dünya özgürlüğü için gereklidir mi diyecektim?
Fakat ben Zorba için başka bir açıklama yolu bulmaya çalıştım.
— Gübre ve pislikten bir çiçek nasıl filizlenip beslenir?
Varsay ki Zorba, insan gübre, özgürlük de çiçektir.
Zorba yumruğunu masaya vurup,
— İyi ama, dedi, ya tohum? Bir çiçeğin bitmesi için tohum gerekli.
Bizim pis içimize, böyle bir tohumu kim koydu?
Bu tohum niçin iyilik ve namusla beslenip çiçek açmasın?
Ve kanla pislik istesin? Başımı salladım,
— Bilmem.
— Kim biliyor?
— Kimse.
Zorba bunun üzerine umutsuzca çevresine vahşi vahşi bakarak bağırdı:
— Öyleyse vapurları, makinaları, kolalı giysileri ne yapayım ben?
Yanımızdaki masada oturup kahvelerini içen, deniz tutmasından berbat olmuş
iki üç kişi canlandı, kavga kokusu alarak kulak kabarttılar.
Zorba gözetilmekten tiksinip sesini alçalttı:
— Bırakalım bunları, şeytan alsın! dedi. Bunları düşündüğüm zaman, önümde
ne varsa kırasım. geliyor, bir sandalyeyi, bir lambayı ya da duvara vurarak
kafamı! Sonra ne anlıyorum? Elinin körünü; ya kırdıklarımın parasını
ödüyorum, ya da eczaneye gidip kafamı gazlı bezlerle sardırıyorum.
Eğer Tanrı varsa, o zaman çuvalladık değil mi?
Beni gökyüzünden dikizleyip, gülmekten katılıyordur.
Kendisine dadanmış bir sineği kovarmış gibi avucunu şiddetle salladı.
Bıkmış bir halde,
— Kısacası, dedi, sana söylemek istediğim şey şu: Kırallık gemisi bayraklarla
donanmış halde yaklaşıp toplar atıldıktan ve Prens, Girit'e ayak bastıktan sonra...
Sen özgürlüğüne kavuştuğu için tümden deliren bir halk gördün mü? Hayır mı?
Öyleyse, zavallı patronum, kör doğdun, kör öleceksin demektir. Ben bin yıl
yaşasam ve etimin yalnız bir lokmacığı kalsa bile, o gün gördüğümü
unutmayacağım. Eğer insan gökteki cennetini kendisi seçseydi ki böyle olması
gerek, çünkü Cennet bu demektir! Yaradana şöyle derdim ben: «Tanrım bırak
benim Cennetim frenk üzümleri ve bayraklarla süslü bir Girit olsun ve Prens
Yorgos'un Girit'e ayak bastığı an sonsuza dek sürsün.»
Zorba yine sustu. Bıyığını burdu, bir bardağı ağzına kadar buzlu suyla doldurdu,
bir solukta içti.
— Girit'e ne oldu, Zorba? Söylesene! Zorba yine sertleşerek:
— Çene mi çalacağız? dedi. Yahu, ben sana diyorum ki, bu dünya sır
dünyasıdır, insan da büyük bir canavar! Büyük canavar ve büyük Tanrı.
Adı Yorgaros olan ve benimle birlikte Makedonya'dan gelip çok büyük işler
ve çok büyük bir ün yapmış pis bir domuz olan cani bir komitacı ağlıyordu,
«Ne ağlıyorsun ulan be domuz?» dedim. Fakat o üzerime atıldı,
hababam beni öpüp, küçük bir çocuk gibi ağlamasını sürdürdü.
Sonra bu alçak herif kemerini çıkardı.
Öldürdüğü kişilerden ve bastığı evlerden çaldığı altın liraları çıkarıp
avuç avuç havaya fırlattı. Anladın mı patron? özgürlük bu demektir!
Kalktım, temiz hava almak için güverteye çıktım.
Özgürlük bu demektir! diye düşündüm. Bir hastalığa yakalanıp altın liralar
toplayacak, sonra da birden hastalığını yenip bütün varını yoğunu
havaya savuracaksın.
Hastalığın birinden kurtulup daha büyük başka birine tutulasın...
Fakat, bu da esirlik değil midir, acaba? İnsan, soyu için, Tanrı için,
kendini bir düşünce uğruna feda mı etmelidir?
Ya da, acaba efendimiz ne kadar yüksekteyse, tutsaklık zincirimiz de o kadar
uzuyor ve o zaman çok geniş bir harmanın içinde sıçrayıp oynuyor,
sonra ucunu bulamadan ölüyoruz, bunun adına da özgürlük mi demişiz yoksa?