Halk Okulu: Kışla
Daha İsveç egemenliği dönemindeyken Finler’in kendi anayasa kurumları vardı.
Bu yasa gereğince Finler’in Seym denilen bir parlamentoları vardı.
Kendilerine mahsus posta pulu ve para birimleri vardı.
Az sayıda da orduya sahiplerdi.
Finler, Rus egemenliğine geçtikten sonra da bu kurum ve haklarını
korudular. Ancak İsveçliler döneminde bütün bu kurumların yönetiminde İsveçli
memurlar bulunuyordu. Finler, İsveç kültürünün gelişimi için
canlı bir unsur sayılıyorlardı.
Suomi denilen Finlandiya, Rus egemenliğine geçince, Finler bütün bu
kurumları ele geçirmek ve ülkenin gerçek sahipleri olabilmek için
mücadeleye giriştiler. İşe küçük işlerden başladılar. Kademeli olarak ilk,
orta ve yüksek öğrenim kurumlarında İsveçli öğretmenlerin yerine Fin
öğretmenler atanıyordu. Böylece yavaş yavaş Finlerden, hâkim, doktor ve
memur yetiştirmeye başladılar.
Küçük Fin ordusu da millileşmeye başladı. İsveçliler döneminde askerlerin
tümü Finler’den oluşuyordu. Ancak Başkomutanlık, Genelkurmay ve Komuta
Kurulu İsveçliler’in elinde bulunuyordu. Rütbelilerin askerlere karşı tutumu da
İsveç ordusunda olduğu gibiydi. İsveçliler kahraman bir millettir.
Reformlar döneminde Gustov Adolf, ve Büyük Petro zamanında XII. Karl,
İsveç ordusunun ününü tüm Avrupa’ya yaymışlardı. Ancak o dönemde
İsveçliler’in askeri gücü aristokratların elindeydi. Ülkede âdeta asker
ailelerinden oluşan özel bir imtiyazlı sınıf meydana gelmişti. Bu sınıfa ait
olanlar memurlara, tüccarlara, aydınlara ve tüm halka tepeden bakıyorlardı.
Halkın evladı askerler, dayanılması zor bir disipline tabi tutuluyordu.
Komutanlar, eğitim, resmi tören ve kışla hayatından başka hiçbir şeyle
uğraşmıyorlardı. Mesai dışı zamanlarını ise içki içerek, kumar oynayarak veya
danslı balolarla eğlencelerle geçirirlerdi. Çoğunun eğitimi eksikti.
Okuldan çıktıktan sonra hiç okumaya, araştırıp düşünmeye yönelmezlerdi.
Hiçbir toplumsal ve ulusal idealleri yoktu.
Yalnızca mağrurca kılıçlarını şakırdatmasını bilirlerdi. Şık üniformaları
içinde sürekli para harcamaktan başka şey bilmezlerdi.
Dans salonlarında dans etmekte üstlerine yoktu. Çoğu zaten içki ve kumardan
başını kaldırmazdı. Askerlere karşı sürekli kırıcı, kaba ve hatta zalimce
davranırlardı. Kendi deyimleriyle “kışla öküzleri”ne aşağılayıcı bakışlarla
tepeden bakıyorlardı.
Snelman’ın öncülüğündeki genç Fin aydınları orduya da gereken önemi gösterdiler. Özellikle ordudaki askerlerin talim ve eğitimiyle ilgilenmeyi hedeflediler.
Bunun sonucunda liselerin en gözde öğrencileri, hatta üniversite öğrencileri
bile okullarından mezun olduktan sonra askeri okullara girmeye,
orduya mensup olmaya başladılar.
5-6 yıl, hatta 10 yıl süren askerlik hizmetleri sırasında bir yandan da
bilimsel araştırmalarını kapsamlı bir şekilde sürdürdüler.
Snelman, bu gençlerin sorunlarını ve sıkıntılarını bilen en iyi bir eğitimci
olmuştu aynı zamanda ve onların her türlü ihtiyaçlarını karşılamadan geri
kalmıyordu. Gerek konferanslarında, gerekse de yazılarında sürekli şu
düşünceleri aşılamaya çalışıyordu:
-Görünüşte en uygar milletler bile, henüz hayatlarını barış ve huzur içinde
geçirmek için yüksek bir uygarlık düzeyine erişememişlerdir. İnsanlığın
yaratılışında var olan kin, intikam ve vahşet; azgın deniz dalgalarının alçak
yerlere saldırması gibi, insanlar arasında da başkalarının haklarına karşı
saldırılar halinde sürüyor. İnsan yığınlarından canlı kaleler oluşturur
gibi ordularını güçlendiren insanlar kendilerini savunurlarken,
dünyamız kaçınılmaz bir şekilde kanlı taşkınlıklara, çılgınlıklara sahne oluyor.
Askerlerini yurt savunmasında siper eden her ordu, kuşkusuz değerlidir.
Sınırlara yönelik hizmet eden ordunun arkasında milletin selameti, huzuru ve
bağımsızlığı yatmaktadır.Ordu, fedakâr ve feragatkâr bir dindarlar tarikatı gibidir.
Asker olmayan bizler, vatan savunması için oluşturulan canlı kale duvarlarının
önemini gereği gibi takdir edemiyomz. Bu duvarların inşasında kullanılan her tuğla,
her harç, canlı birer insandır. Bu zerrelerden her biri, gerektiğinde bizim varlığımızı
ve huzurumuzu sağlamak için ölmeye hazırdırlar.
Yolda, bir dükkânda veya bir parkta askerlere rastlayınca saygıyla
selamlayıp, onlara “Aziz kardeşlerim, sizler hep bizim selametimiz için bu ağır
görevi üstlenmiş bulunuyorsunuz. Allah yardımcınız olsun.” demek isterim...
Düşününüz lütfen! Kışladaki her bir asker, canlı birer elmastır.
Böyle değerli varlıklardan binlercesi her yıl bir yerde toplanıyor.
Uzun bir süre yoruluyor, yıpranıyor, kendilerinden çok şey veriyorlar.
Bu kadar süre onlardan yararlandıktan sonra, geldikleri yerlere
kırılmış ve çizilmiş elmaslar olarak geri göndermek ne üzücü bir şeydir!..
Bu sözler üzerine Snelman’ın manevi öğrencileri olan genç Fin subayları
şöyle karşılık verdiler:
-Bizim yeni ordumuz ruhen diri, alışkanlıklarıyla yeni, askeri
hizmetlerinin sonuçları itibariyle her açıdan yeni olmalıdır. Yeni bir ruh ve
idael sahibi olmuştur ordumuz. Asker, kışlada beslenen bir inek
değildir. Benim küçük ve daha az tahsilli bir kardeşimdir. “Vatan Ana”
evladını tâlim ve terbiye için kışlaya göndererek bizlere emanet etmiştir.
Askerler terhis olduktan sonra Vatan Ana, subaylara, generallere soracaktır
elbet; “Hangi evlatlarımı ve nasıl yetiştirdiniz bakayım? Sizin ellerinize
teslim ettiğim yüzbinlerce civanıma ne öğrettiniz, nasıl eğittiniz?” diye.
Subay, askerin yalnız kardeşi değildir, onun sadece ağabeyi değildir, aynı
zamanda öğretmenidir. Onun eğitiminden sorumlu terbiyecisidir.
Subay, askerlere karşı birçok yönden sorumludur: Askerin vücudu subayın
eline teslim edilmiştir. Subay, onun sağlığından sorumludur.
Askerin beyni subayın eline verilmiştir. Zihninin açılmasından ve
düşünsel gelişiminden sorumludur. Askerin kalbi de subaya verilmiştir.
O, askerlerde güçlü bir kişilik meydana getirecek, onlara temiz vicdanlı olmayı,
görgü kurallarını, insanlarla sağlıklı bir iletişim kurmayı öğreterek ve onlara
vatan sevgisini aşılayacaktır.
Bu yeni görevler karşısında bulunan genç Fin subayları bu sorumluluğu ağır
ve zor görevlerin yerine getirilmesinden korkmuyorlardı.
-Her zaman ama her zaman, yalnız barışta değil, savaş sırasında da biz
vatanımıza kazanç sağlayacak, yararlı olacağız!.. Biz kışladayken de
yurdumuza yararlı olabiliriz. Ülkemiz için askerlerle her türlü eğitim ve
çalışmamız yararlı olacaktır.
Bugüne kadar Finlandiya halkı arasında kışla kelimesinden nefretle söz
edilmişti. Eskiden bir yerde kabalık, terbiyesizlik, kavga ve kargaşa
oldu mu herkes;
-Efendiler, burası kışla mı?
-Sanki kışla havası!
-Onun ahlâkını kışla bozmuş... diyordu.
Genç Fin subayları artık bu sözlerden inciniyorlar ve duymak istemiyorlar.
“Yeni dönemin kışlası, başka bir kışla olacaktır!” diyerek ant içmişlerdir.
Biz kışlayı bir halk okuluna dönüştüreceğiz.
Hatta bir üniversite hâline getireceğiz.
Öyle ki, her bir asker, kışlada yaşadığı günleri yaşamı boyunca
sevgi ve övgüyle ansın; kışladan öğrendiklerini hayatında başarıyla
uygulayarak gurur duysun. Kışlayı öyle bir hâle getirmeliyiz ki,
artık halkımız, aşağılayıcı sözler yerine;
-Bereket versin, onu kışla ıslah etti.
-O eğitimini kışladan aldı.
-Askerliği sırasında dürüst, atik, çalışkan ve kibar olmayı öğrendi...
desin ve bu sözler birer atasözü olsun.
Kışla düzeninin ve askerlik hizmetinin amaçları bu şekilde ortaya konulduktan
sonra, genç Fin subayları bu amaca ulaşmak için en acil çözümleri aramaya,
en iyi yöntemleri uygulamaya başladılar. Bundan sonra subaylar, askerlere
karşı izleyecekleri tutumu ve yöntemleri dikkatle düşünmeye koyularak askerlere
karşı eski davranış biçimlerini değiştirdiler.
İsveç egemenliği döneminde kışlalar oldukça pisti ve yaşanılır gibi değildi.
Havası pislikten kötü kokuyordu. Askerlerin üniformaları dökülüyordu.
Bozuk yiyeceklerden ve kokmuş yemeklerden askerler zehirleniyor,
yemeyenlerse aç kalıyordu. Rütbe sıralamasına göre onbaşılar, çavuşlar,
teğmenler diğer askerlerin yiyeceğinden ve ısınma araçlarından
(battaniye, kaput, v.b.) kısarlardı. Askerleri hor görürler ve aşağılarlardı.
Kışlada en ağır küfürler bile gündelik konuşma hâline gelmişti.
Ama artık her şey temelden değişmişti.
Kışlalar temizlenmiş, duvarlar boyanmış, bahçeye çimler ekilmiş, pencerelere
ve avlu köşelerine saksı çiçekleri konulmuş, pencerelere
perdeler çekilmiş, koğuş girişlerine paspaslar konulmuştu. Askerler de her
sabah banyo yaparak güne başlıyorlardı. Çevre ve vücut temizliğinin yanısıra
manevi temizliğe de ahlakî temizliğe de dikkat edilir olunmuştu.
İsveç egemenliği döneminde halk arasında kullanılan deyimler askerlerin
ne berbat şeyler olduklarına iyi örnektir:
-İsveçli gibi körkütük sarhoş!..
-İsveç askeri gibi sövüyor!..
Önceden askerler sürekli sarhoştu, ağza alınmayacak küfürler ediyorlardı.
Askerler birbirlerine, subaylar birbirlerine, hatta generaller bile
birbirlerine söverlerdi. Karşılarındakini severken de, yererken de söverek
konuşurlardı. İğrenç ve uğursuz küfürlerdi hepsi de. Hiç çekinmeden
ana-babaya, dine-imana, güneşe-aya, gökyüzüne ve doğaya, akıllarına gelen
her şeye küfürler ediyorlardı.
Genç Fin subayları kışlaya temizlik maddeleri getirttiler, askerlerin
yemeklerden önce ve sonra sabun kullanmalarını sağladılar. Temiz
havlular zimmetlendi ve her askere birer diş fırçası ve macun dağıtarak diş
temizliğine önem vermeyi öğrettiler. Diş temizliğinden sonra dil temizliğini,
düzgün ve kiifürsüz konuşmayı öğrettiler. Subayların kendileri de asla
kötü söz söylemiyor ve küfür etmiyorlardı.
Önceleri askerlere kaba ve sert davranılıyorken, artık böyle bir şeye izin
verilmiyordu. Ama hiçbir aşağılayıcı ve küfürlü söz söylemeden, kaba
davranmadan en katı disiplinin yerleşmesini başardılar.
Eskiden yalnızca askerler değil, subaylar ve seçkin ailelere mensup
kişiler bile adi kavgaları, bağırıp çağırmayı bir yiğitlik ve adeta kışla
hayatının vazgeçilmez gereklerinden sayarlardı. Öyle ki çeşit çeşit küfürler
bilmekle övünürlerdi.
Kışlayı bambaşka bir hâle dönüştürmeyi başaran genç Fin subayları şöyle diyorlardı:
-Kışla bizim aile ocağımızdır. Orası bizim ibadet yerimizdir.
Din adamı için mabedi, öğretmen için okulu neyse bizim için de kışla odur.
Biz burada kadınlar arasında bulunduğumuz zamankinden
daha fazla edepli ve terbiyeli davranmak zorundayız.
Subaylar, davranış ve sözleriyle askerlere şunları telkin ediyorlardı:
Kışlayı sarhoş meyhanesine veya küfür ortamına çevirmeyiniz.
Yerlere tükürmeyiniz. Döşemeleri kirletmeyiniz.
Küfürlü konuşarak kışlanın nezih havasını bozmayınız.
Dilinizi temiz tutunuz, arkadaşlarınızın kulaklarını kirletmeyiniz.
Kaba küfürlerle konuşmak, köpek ulumasından daha kötüdür.
Küfür etmek medeniyetsizliğin belirtisidir. Eğer yiğitliğinizi göstermek
istiyorsanız, bunun için daha asil çözümler bulunuz.
Spor yapın, uzun metre yüzmeyi, ustaca güreşmeyi, yüksek atlamayı öğreniniz.
Toplantılarda nezaket içinde olmayı öğreniniz.
Yararlı kitaplar okuyunuz. Okuduklarınızı ve dinlediklerinizi iyice anlayınız.
Bu şekilde genç subayların her biri iyi birer eğitimci oldular.
Askeri tâlimler ne kadar çok zaman alırsa alsın, subaylar,
askerleri terbiye etmek için her gün 1-2 saat bulabiliyorlardı. Subaylar,
askerlere özel oyunlar, eğlenceler, piyesler ve genel okuma geceleri
düzenliyorlardı. Onlarla sohbetler yaptıkları gibi, çeşitli milletlere dair
hikâyeler ve ünlü kahramanların yiğitliklerini anlatan kitaplar okutuyorlardı.
Projeksiyon aletiyle vatan tarihine ve diğer milletlerin tarihine ait şemalar,
haritalar, manzaralar göstererek genel kültür konularında bilgilendiriyorlardı.
Bundan başka askerlik hizmetini bitirip terhis olan erlere yurda nasıl
hizmetlerinin dokunacaklarına dair sık sık açıklamalar yapıyorlar, bu amaçla
yazılmış kitaplar okutuyorlardı. Subaylar şunları diyorlardı:
-Geldiğiniz yerlerde insanlar, köstebekler gibi kovuklarda yaşıyorlardı.
Bunlar insanca yaşamanın ne demek olduğunu ne görmüşler, ne
duymuşlar, ne de kitaplarda okumuşlardır.
Sizler de öyleydiniz. O köstebeklerin yanına tekrar onlar gibi gidip kovuklara
tıkılacak olursanız, yazıklar olsun size!.. Sizler oraya yeni hayatın müjdecileri
olarak gidiniz! O ücra yerlerde yaşayan insanların ruhlarını uyandırınız.
Oralarda yeni bir ordu kurunuz. Bu ordu barış, huzur, uygarlık ve çalışma
ordusu olsun.
Çeşitli ordularda yiğitlikleriyle öne çıkmış kahramanlardan oluşan taburlar vardır.
Onlar kendilerine “ölüm taburu” ismini takmışlardır. Başka insanlar da öyle
diyor onlara. Bunlar, gerektiğinde bir tek asker kalıncaya kadar ölmeye yemin
etmişlerdir. Bunlar kahramandırlar. Vatan için yaşamak, ülkenin
ilerlemiesi ve yükselmesi için çalışmak da ülke için ölmek kadar şereflidir!
Toprağı nasıl işliyor, buğdayı nasıl ekip biçiyorsunuz?
Hayvanlardan ve ormanlardan nasıl yararlanıyorsunuz?
Erkekleriniz kadınlarıyla nasıl geçiniyor?
Analar ve babalar çocuklarını nasıl terbiye ediyorlar?
Şimdi geliniz size, hayatlarını daha akıllıca düzenlemiş toplumlarda
bunların nasıl yapıldığını anlatalım:
Niçin herkes, İngiliz kumaşlarını, Bohemya kristallerini, Çekoslovak
camlarını, Felemenk (Hollanda) balık konservelerini, İrlanda koyunlarını,
Fransız şaraplarını, Danimarka tereyağlarını, Bruxelles (Brüksel)
dantellerini, Rus kürklerini, İsveç mukavvalarını ve kibritlerini tercih
ediyor?
Çünkü bunlar o ülkelerde en iyi bir şekilde üretilmektedir.
Sizler de bizim ülkemizde böyle kaliteli ürünler meydana getirmek için çalışın!..
Bütün bunları kim yapacak? Köylerinizdeki kör kardeşlerinizin ve
babalarınızın gözlerini kim açacak? Bataklık ve ormanlıkların ücra
kısımlarına kadar gitmeyi kim göze alacak?
Askerlerine bu uyarıcı ve bilinçlendirici soruları, yönelten Öğretmen Subaylar, cevapları yine kendileri veriyorlardı:
-Sizler!.. En önce sizler yapacaksınız. İşte o zaman aileleriniz,
köyleriniz, sizin vatan için uzun yıllar kışlada kalmanızdan dolayı hiçbir şey
kaybetmemiş olacaklar, aksine kazançlı çıkacaklar. Onlardan aldıklarınızı kat kat
onlara geri ödemiş olacaksınız.
Sizler kışlaya ham bir madde olarak geldiniz. Şimdi işlenmiş bir elmas gibi
ve harikalar yaratan sihirbazlar gibi memleketlerinize dönüyorsunuz.
Doğanın sanki hor görürcesine feyiz ve bereketten mahrum bıraktığı
Finlandiya topraklarında, genç Fin subayları büyük bir uygarlık gücü
oluyorlardı. Büyük bir fabrikanın üretimi gibi, ülke için akıllı, güçlü, canlı
insanlar yetiştiriyorlardı.
Askerler, artık kıdemli arkadaşlarını sayıyor ve seviyorlardı. Askerlik
hizmetleri boyunca onları gücendirmekten ve üzmekten kaçınıyorlardı.
Daha güçsüz ve ihmalkâr olan arkadaşlarının davranışlarını ise
kontrol altında tutuyorlardı. Terhis olduktan sonra ise çoğunlukla
subaylarıyla mektuplaşıyorlardı. Askerlik günlerini şükranla anıyorlar,
hayata artık yeni gözle ve daha canlı bakmakta olduklarını bildiriyorlardı.
Ülkenin kalkınma hamlesiyle ilgili düşünce ve hayallerini subaylarına
anlatıyor ve onlardan ne yapmaları gerektiğini soruyorlardı. Kendilerine
bazı kitaplar göndermelerini ya da gazete ve dergilere abone yapmalarını
istiyorlardı. En küçük yerleşim birimindeki kulübelere varıncaya dek, ülkenin her
yeriyle kışla arasında samimi bir bağ kurulmuştu.
Yediden yetmişe hep birlikte, ülkenin sağlıklı bir kalkınma ve uygarlığa
kavuşması için teşkilatlar kuruyorlardı. Kışla artık ülke için bir facia
olmaktan çıkmış, hakkıyla takdir edilir olmuştur. Anne-babalar, yaramaz çocuklarını
eğitmek için artık şunları söylüyorlardı:
-Şu askerlik zamanın gelse de artık askere gitsen.
Belki asker ocağı seni yola getirir!
Çevredekiler ise onaylıyordu:
-Elbette ıslah eder. Böyle haylazların hakkından ancak kışla gelir.
Artık biliyoruz ki, kışla bizim çocuklarımızı bizden daha iyi terbiye etmesini biliyor.
Yaşlılar da onaylıyorlardı:
-Evet, önceleri gözlerimiz körmüş. Feci bir hayat sürüyormuşuz.
Şükürler olsun, şimdiki gençler hayatı daha güzel ve daha akıllıca
düzenlemesini biliyorlar. Bu şeklide bizzat kışlalar da bilgi ve
ahlâk yönünden yükselmiştir. İyi mayanın hamuru kabartması gibi,
kışla da milleti bilgi ve ahlâki açıdan yükseltmiştir.