Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Jarvinen, Okunen ve Gulbe Nasıl Kral Oldular? Reçel Kralı Jarvinen anlatıyor... Ben önceleri yoksul bir sokak çocuğuydum. Şimdi ise yurdumuz için büyük ve iyi bir güç olduğumu söyleyebilirim. Ben bu konumumu kime borçluyum? Tesadüfen dinlediğim bir konferansa değil mi? Daha önce de söylemiştim. Küçük dükkânımda kurabiye ve şekerlemeler satıyordum. Böyle sınırlı ve ilgisiz bir hayat yaşamaya mahkûm olduğumu düşündükçe canım sıkılıyordu. Az kazanıyordum. Ruhumdaki acıyı dindirmek için içkiye başladım. Bu sırada ünlü bilim adamlarımızdan biri kasabamıza geldi ve duvarlara şöyle ilanlar astırdı. “İhtiyar, genç, bilgili, cahil herkesi davet ediyorum!.. Ben bütün hayatımı, güzel ülkemiz Suomi’nin yükselmesine adadım. Boş zamanlarınızda bana haftada bir saat ayırınız. Ümit ediyorum ki, bu bir saat içinde alacağınız bilgilerle, hayatınızın bundan sonrası sizin için ve yurdumuz için yararlı olacaktır!..” Ben o ana kadar birkaç kez açık konferanslara gitmiştim. Orada tanıdıklarıma da rastlamıştım. Doğrusu ben konferanslardan hiç hoşlanmazdım. Çünkü bu konferanslar çoğunlukla o kürsüye çıkmaya layık olmayanlar tarafından verilmekteydi. Bu konferansları verenler, ya dişleri dökülmüş, dindar bir takım kişilerdi ki, genellikle bizim anlamadığımız şeyleri mırıldanır dururlardı ya da genç, ama şarlatan tipli kimselerdi ki, ciddi düşünceler sergileyecekleri yerde saçma sapan şeyler söylerlerdi. Üçüncü türden olanları da Eğitim Bakanlığı’nın memurlarıdır. Bunlar da devletten harcırah ve fazla mesai ücreti almak için dolaşırlardı. O güne kadar dinlediğim konferansların hayati bir konusu yoktu. Bu kez kasabamıza gelen bilim adamlarının konferans ilanı birçok kimsenin ilgisini çekmişti. Tabi ben de bu konferansa gittim. Salon hınca hınç doluydu. Konferans beni heyecanlandırdı, derin uykudan uyandırdı. Hayatın anlamını öğretti. Amacıma nasıl ulaşabileceğimi gösterdi bana. Konferansın konusu “Yağmalanmış Kitap”tı. Konuşmacı ise Robinson Crusoe’dan söz ediyordu. İfade biçimi Sokrates’in dili gibiydi. Hem derin felsefi konuları anlatıyor, hem de çocukların bile anlayacağı kadar sade bir dil kullanıyordu. Şöyle diyordu konuşmacı: “İnsanlık her zaman koca bir çocuğa benzemiştir. İnsanlar kendi aralarındaki anlaşmazlıkları kavga ve gürültüyle çözmeye kalkışırlar. Allah inancı ve hayır işlemek gibi istek ve düşüncelerini bile şiddet yoluyla savunmaya yeltenirler. Hikmet ve felsefe konularını oyun ve eğlence hâline getirirler. Birçoğunuz Robinson’un hikâyesini okumuş veya duymuşsunuzdur. Ne zaman okudunuz? Küçükken değil mi? Diyorlar ki: Robinson küçük çocuklara mahsustur. Kesinlikle hayır! Bu kitap büyük bir millet olmak isteyen her millet için bir felsefe kitabıdır. Robinson, dünyanın en büyük kahramanıdır. Bütün kahramanların üstünde bir kahramandır. Romulus’ten, Cesar’dan, Napoleon’dan daha büyüktür. O, uygarlık alanında bir kahramandır, sarsılmaz bir iradenin canlı bir örneğidir. Robinson Crusoe, İngiltere’nin ve Kuzey Amerika’nın büyüklük ve kudretlerinin anlaşılmasına hizmet eden bir delil, bir anahtardır. Robinson, yeryüzünde sevincin müjdecisi ve havarisidir. Leonardi, Schopenhauer ve Hartmann’dan çok daha filozoftur. O, daha iyi bir insan hayatının sağlanması için yapılan savaşta zaferi teşvik ve ilan etmiştir. Robinson’dan öğreniyoruz ki, insan yeryüzünün ve dünya hayatının hükümdarıdır. Robinson bize bu dersi kuru sözlerle değil, canlı örneklerle, çalışmasıyla öğretiyor. İnsanın zekası, dehası, kudretli iradesi, doğanın acımasız güçlerinden daha üstündür. Robinson diyor ki: “Bitkin ve hastalıklı beyinlerin uydurduğu saçmalıkları bir tarafa atınız. Bir defa bana bakınız! Benim misalim göz önünde! Fırtına gemiyi parçalıyor, çevrede değil bir yurt parçası, üzerinde yaşanılacak küçük bir ada bile yok. Her taraf amansız dalgalarla denizlerle dolu... Bütün yolcular boğulmuş... Bir genç çocuk, bir tahta parçası üzerinde yalnız başına kurtulmuş... Dalgalar onu sürükleyerek ıssız bir adaya atıyorlar... Kendisi aç ve çıplak... Bu çocuk acaba ne oldu dersiniz? Acaba perişan bir hâlde öldü mü, yoksa çaresizlikten ve üzüntüsünden intihar mı etti dersiniz? Robinson, batan gemiden kurtarabildiği şeyleri güçlükle adaya sürüklüyor. Orada önce kendisine bir barınak yapıyor. Sonra buğday ekiyor, yaban keçilerini evcilleştiriyor. Daha sonra da adaya gelen yerlilerden birini yakalayıp kendisine yardımcı yapıyor. Kısacası o uzak adada yerleşik ve düzenli bir hayat kuruyor. Hem de yalnız başına!.. Genç bir çocuk!.. Issız bir adada!.. Konuşmacı şu sözlerle konuşmasını sürdürdü: -Ey Fin kardeşler!.. Milletimizi oluşturan iki milyon Fin, bu Robinson denen çocuktan daha güçsüz, daha iradesiz, daha akılsız mıdır? Değerli öğretmenler.. Rahipler.. Hâkimler.. Mühendisler.. Memurlar.. Avukatlar.. Genç Suomi’nin evlatları.. Aydın filizleri... Sizler de kendi milletiniz arasında birer Robinson olmak istemez misiniz? Robinson, ıssız adanın orta yerinde kendi kültürüne yabancı Müslüman bir yerliyi kendisine dost edinmiş, kendi kültürüyle eğitmiş. Sizlerse büyük kentlerde, üniversitelerin, gazete merkezlerinin, tiyatro ve müzelerin duvarları dibinde durduğunuz hâlde milletimizin milyonlarca mensubu hakkında “Bunlar cahildir, kabadır, sarhoştur.” diye şikâyet ediyorsunuz. Bu durum karşısında bir kere Robinson’u gözünüzün önüne getiriniz. Hayata ve insanlara karşı görevinizin neden ibaret olduğunu düşününüz. * * * Jarvinen konuşmasını sürdürüyordu: -Bu konferans benim gözlerimi açtı. Sırtımda büyük ve güçlü kanatlar çıktı sandım. Şimdi bende de büyük adam olma isteği oluştu. Bizim şu küçük Suomi için ben de büyük bir iş yapayım diye düşünmeye başladım. Fakat ben ne yapabilirdim? Bütün sermayesi birkaç bin Mark’tan ibaret olan bir kurabiyeci ne yapabilirdi? O sırada benim üç dostum vardı. Onları da konferansa götürmüştüm. Düşüncemi onlara açtığım zaman, aynı itirazlarla karşılaştım. Arkadaşlarımın biri kunduracı, biri demirci, üçüncüsü de yumurtacıydı. Konferanstan dönerken bunlar: -İşte herbirimiz birer kahraman değil miyiz? Birimiz yumurtacıyız, birimiz kunduracı... Sen de çocuklara şekerleme, kurabiye satıyorsun. Biz nasıl birer Robinson olabiliriz? diyorlar ve gülüşüyorlardı. O an bana ilham geldi. Bir şair gibi konuşmaya başladım: -Ne demek baylar!.. Ben kurabiye satarım ama niçin kendi mesleğimde, kendi işimde bir Robinson olmayayım. Ben yalnız ballı simitler satmakla kalmam, bu ülkede arıcılığı da ilerletebilirim. Bu işi o derece ilerletebilirim ki, ballı ve şekerli kurabiyeler bu ülkede yalnız zenginlere mahsus bir lüksten ibaret kalmaz. Yoksullar bile bunları rahatlıkla alabilirler. Arkadaşlar, ben kararımı verdim! Ben bu ülkede tatlılar kralı olacağım! Bunun üzerine arkadaşlarım: -Peki biz ne olacağız? diye sordular. -Biriniz ayakkabı kralı, diğeriniz de yumurta kralı olabilirsiniz, cevabını verdim. Ve hep birlikte plan yapmaya başladık. Eve gittik, sabaha kadar gözümüze uyku girmedi. Hep aynı konu üzerinde konuştuk. Çok sürmeden azim ve iradeyle sürekli çalışmayla gençliğimizde kurduğumuz hayallerin gerçekleştiğini gördük. * Kunduracı olan arkadaşımız biraz para biriktirerek eğitim almak üzere Paris’e gitti ve orada en ünlü ayakkabı imalathanelerinin birinde üç yıl çalıştı. Tam anlamıyla usta bir kunduracı olarak yetişti. Şimdi kendisiyle birlikte iki oğlu da çalışıyor. İkisi de yüksek öğrenim görmüştür. Biri kimya okudu, Finlandiya’da en büyük deri fabrikasına yönetici oldu. “Okunen ve Oğulları” firması tüm Avrupa’da tanınmıştır. “Okunen Ayakkabı Mağazaları, Finlandiya’nın tüm şehir ve kasabasının yanısıra Avrupa’nın büyük şehirlerinde de vardır. Londra’nın Piccadilly Caddesi’nde, Paris’in Opera Bulvarı’ nda “Okunen Ayakkabı Mağazaları”na rastlarsınız. Bu imalathaneler ve mağazalar, Okunen’in küçük oğlu tarafından yönetilir. Almanya’nın Jena Üniversitesi’nde eğitimini tamamlamıştır. Bir Parisli gibi Fansızca konuşur. İngiliz Veliahtı Prens Edward -ki modanın mucididir- ayakkabılarını “Okunen Ayakkabı Mağazaları”na sipariş ederdi. Prens, Okunen’in oğluna meslektaşım diye hitap eder ve şaka yollu: -İkimiz de birer krallığın veliahtıyız. Ben İngiltere Kraliçesi’nin oğluyum. Siz de Ayakkabılar Kralı’nın oğlusunuz, derdi. Arada bir keyfi yerindeyse: -Veliahd unvanını taşımaya siz benden daha layıksınız, diye eklerdi. “Okunen ve Oğulları” firması, her yıl Finlandiya’nın en seçkin 8-10 gencini seçer ve yüksek öğrenim görmeleri için, Almanya’daki Wirchov Laboratuvarı’na, Fransa’daki Pasteur Enstitüsü’ne ve Amerika’da Edison Enstitüsü’e gönderirler. * İşte burada Robinson hakkında dinlenilen güzel bir konferansın verdiği verimli sonucu görüyorsunuz. Ama hepsi bundan ibaret değil tabi ki. Pazar yerinde sepetle yumurta satan Thomas Gulbe de “Yumurta Kralı” oldu; ismi İngiltere, Fransa ve Almanya’da duyuldu. Thomas Gulbe de o günden sonra köy köy dolaşıp, yumurta toplamaya başladı. Her köy ve kasabada kapı kapı dolaşıp her evden 2-3 veya 8-10 yumurta satınalırdı. Gulbe, aldığı yumurtalara karşılık para yerine onların işine yarayabilecek ve hoşlarına gidebilecek ufak-tefek eşya verir; toplanan binlerce yumurtayı sandıklara doldurarak, dış ülkelere ihraç ederdi. Ancak Thomas Gulbe, en taze yumurtaları satın alırdı. Üç günlük yumurtaları bile bayat diye satın almazdı. Her yumurtanın üstüne “T.G.” harfleri, yani “Thomas Gulbe” markası basılırdı. Bir yıl sonra Londra, Paris ve Berlin’in en büyük lokantaları “T.G” markalı yumurtalar istemeye başladılar. Yol masrafı fazla olduğundan Thomas Gulbe, Finlandiya’nın her tarafına seyahat edemiyordu. Bu nedenle Gulbe, ülkenin her yanından yumurta toplamak için bir çözüm buldu. İlkokul öğretmenleriyle yazışarak, ülkede mükemmel bir satın alma ağı kurdu. Bu aslında çok geniş ama kendi çapında çok basit bir işti. Gulbe, ülkeyi çeşitli bölgelere ayırdı. Her bölgeye Latince rakamlarla işaret koydu. Bir ilçede kendisiyle temas hâlinde olan öğretmenlerin isimlerinin baş harflerini Arap rakamlarıyla, Latince rakamlarının yanına yazdı. Bundan sonra da yumurta getiren ailenin baş harflerini işaretleyip yazdı. Her öğrenci sabah okula gelirken, birgün önce kendilerinin veya komşularının taze yumurtalarını da yanlarında getiriyorlar ve öğretmene teslim ediyorlardı. Öğretmen, hergün topladığı birkaç yüz yumurtanın üzerine gereken işareti yazdıktan sonra, hemen Thomas Gulbe’nin yumurta depolarının bulunduğu Abo şehrine sevk ediyordu. Depoda da yumurtalar hızlı bir şekilde sandıklara yerleştirilerek gemilerle gideceği ülkeye ihraç edilirdi. Bu teşkilat sayesinde Paris, Londra, Brüksel, Anvers ve Berlin lokantalarında müşterilere iki-üç günlük taze yumurta sunulurdu. Eğer yumurtalardan birisi bozuk çıkarsa, Gulbe Firması’na şöyle bir mektup gönderilirdi: “15 Nisan, VII, 15 M. işaretli yumurta bozuk çıkmıştır.” Gulbe Firması’nda kısa bir incelemeden sonra VII numaralı Kuopio kasabasından, 15 numaralı öğretmenin, Madam M.’den aldığı yumurtanın bozuk çıktığı anlaşılırdı. Hemen öğretmene bir mektup yazılır ve “15 Nisan’da Madam Makinen’den alınan yumurta bozuk çıkmıştır. Tekrarı hâlinde bir daha kendisinden yumurda satın alınmayacağını ihtar ediniz.” şeklinde bildirilirdi. On yıl sonra Thomas Gulbe, Finlandiya’nın “Yumurta Kralı” oldu. Londra, Hamburg ve Filsingen’de yumurtaları muhafaza etmek için, yaza mahsus soğuk hava depoları ve kışa mahsus kaloriferli mahzenler kurdu. Finlandiya’nın belli başlı her merkezinde tavuk çiftlikleri kurdu. Burada damızlık için yetiştirilen cins tavuklar ucuz bir fiyata köylülere satılıyordu. Yumurta ticaretinin yanı sıra kümes ve av kuşları ve av hayvanları ticaretine de başladı. Gulbe artık çok zengindir. Ancak işin en önemli yanı sıra yaptığı ihracat sayesinde Finlandiya ekonomisine yaptğı katkıların ötesinde, ülkeye milyonlarca döviz kazandırmış olmasıdır. Thomas Gulbe Firması, her yıl çeşitli kurum ve kişilere şu yardımlarda bulunmaktadır: Köy kütüphaneleri için 100.000 Mark, Zeki köylülerin tarımda uzmanlaşmaları amacıyla, Norveç, Danimarka ve İsviçre’ye gönderilmeleri için 100.000 Mark, Ünlü bilim adamı, öğretmen ve sanatçıların yabancı ülkelerde araştırma yapmaları için 100.000 Mark. İşte Thomas Gulbe, bu amaçlaruğruna sekiz yıldan beri her yıl 300.000 Mark ülke kalkınmasına yardımda bulunuyor. Bugüne kadar verdiği para 2.500.000 Mark eder ki bu para Gulbe’nin servetinin küçük bir kısmıdır. * Sizi daha fazla sıkmamak için sözü kısa tutarak kendi taç ve tahtımdan söz edeceğim. Küçük bir simitçi çocuğunun nasıl Reçel Kralı olduğunu anlatacağım. Robinson hikâyesinden aldığım ilhamla kendi işimde bir Napoleon olmaya karar verdim. Önce Finlandiya’yı işgal etmeye, sonra da Avrupa’yı kendi sömürgem hâline getirmeye karar verdim. Görüyorsunuz ya, yoksul ve cahil bir Fin çocuğunun kurduğu bu hayal, pek yüksekten uçan cinsten ve cüretliydi. Ama ben aklıma koyduğum şeyi kesinlikle yapmaya karar ver miştim. Ben bu amacıma ulaştım. İşe küçükten başladım. Küçük bir meyve suyu fabrikası açtım. Bu fabrika hâlâ üretime devam etmektedir. Burası daha çok samanlığı veya pancar deposunu andıran ahşap bir binadır. Yeni fabrikam çok ilkel ve basit bir fabrikaydı ama bunu işletmek için bile param yoktu. Banka Müdürü’ne giderek, kuracağım işle ilgili planlarımı anlattım. Banka Müdürü: -Bir kez girişimde bulununuz, dedi. Sizin gelecekteki krallığınız için, biz de bir miktar sermayeyi riske atalım, diyerek destek verdi. “Tatlı Krallığı” gibi cazip bir kelimeyi ilk kez Banka Müdürü’nden duydum. Girişimim başarıyla sonuçlandı. Ürettiğim meyve suyu temiz, koyu ve tatlıydı. Önce köyleri dolaşıyor, meyve suyu karşılığında pancar satın alıyordum. İkinci yılın sonunda, Finlandiya’da böyle beş fabrikam oldu. Ondan sonra yeni bir işe giriştim. Finlandiya ormanlarında çok çilek olur. Kışın köyleri dolaşırken, köylülere binlerce litre veresiye meyve suyu dağıttım. Bunlar yazın meyve sularının karşılığını çilekle ödemeye başladılar. Köylüler çoluk-çocuk topladıkları çilekleri bana taşıyıp teslim ettiler. Bu çilekler bana çok ucuza maloluyordu, öyle ki pancardan daha ucuza maloluyordu. Köylüler ve işçiler Jarvinen’in reçellerini yemeye alıştılar. Reçel ve ekmek, çoğu kez köylülerin öğle ve akşam yemeğiydi. Çünkü ürettiğim reçel, tatlı, lezzetli, ucuz ve bol proteinliydi. Ertesi yıl Finlandiya’da toplanan çilekler yetmez oldu. Rusya ve Almanya’ya siparişlerde bulundum. Rusya’dan ünlü Vladimirovsky vişneleri, İrlanda’dan da pancar getirttim. Aynı zamanda köyleri dolaşarak, köylülere meyve fidanı ve tohumluk pancar dağıtıyor, bunların ekimi ve yetiştirilmesi konusunda bilgiler veriyordum. Bütün ülke âdeta benim çiftliğim hâline geldi. Bu sanki benim vücudum gibi bir şeydi. Sayısız kan hücreleri, sinirler, kaslar hiç durmadan benim için çalışıyorlardı. İşlerin böyle güzel geliştiğini gördükçe keyifleniyordum. Bütün düşüncelerim meyve suyu, pancar, çilek ve vişne üzerinde yoğunlaşmıştı. Sürekli bunların nasıl daha kaliteli üretebileceklerini düşünüyordum. Reçel ve tatlıyı seven sanatçılar, şairler benim gönüllü danışmanlarım olmuşlardı. Üretimde yaptığım her yenilik önce onları sevindiriyordu. Bense sürekli bir tek şeyi düşünüyordum: Jarvinen Reçelleri’ni nasıl daha ucuza mâl edebilirdim? Günlerce nehirlerde emek sarfeden kayıkçılar, aylarca dağlarda maden ocaklarında didinen kömürcüler, benim reçellerimle besleniyorlardı. Bir keresinde Finlandiya’ya ticari temaslar için gelmiş olan İngiltere Orman İşletmesi Müdürü, işçilerin yedikleri reçel ve tatlı besinleri görünce şaşırdı: -Bu reçeller işçilere özgü bir gıda değildir, kral sofrasına yaraşan bir tatlıdır. Bunların bu kadar ucuz satılmasını aklım almıyor, diyerek hayretini dile getirdi. Sonra kendisi de sipariş verdi: -Eğer size 50.000 kutuluk sipariş verecek olsam, bana aynı fiyattan verebilir misiniz? -Bu takdirde size % 2 iskonto yaparım, cevabını verdim. Jarvinen’in reçelleri böylece İngiltere’de de tanındı. Sonra Danimarka, Hollanda, Belçika, Almanya, Fransa ve hatta Amerika’da bile tüketilmeye başlandı. İşimin çeşitli birimleri vardır. Her birimin başında kimyagerler, uzmanlar bulunur. Bu uzmanlar zaman zaman ülkede seyahatlar yaparak köylülere meyve ağaçlarının yetiştirilmesi ve bakımıyla ilgili sade bir dille konferanslar verirler. Bugün reçel sevkiyatını yazın soğuk hava, kışın sıcak hava tertibatına sahip özel vagonlarla yapıyorum. Her yıl Mesina Limanı’ndan bir gemi yükü portakal ve Singapur Limanı’ndan yine bir gemi yükü pirinç satın alırım. Fin gençleri benim sayemde diledikleri kadar muz yiyebilirler. Benim meyve sularım, reçellerim; rom, İsveç puncu, bira, likör ve konyakla mücadele ediyor; halk, “Fazla içmek yerine, tatlı yemeye alışıyoruz.” diyerek memnuniyetini ifade ediyordu. Jarvinen, Halk Üniversitesi profesörlerine hitaben yaptığı konuşmayı şöyle sürdürdü: -Sizler benden daha iyi bilirsiniz ki; şeker gereksiz bir gıda değildir. Şeker sağlıklı beslenmenin temelidir. İyi beslenen bir insan, iyi beslenen bir toplum, daha az içki tüketir. Tatlı, acının düşmanıdır; acının da tatlının düşmanı olduğu gibi. Sarhoşlar tatlıyı sevmezler, tatlıyı sevenler de ispirtolu içeceklerden hoşlanmazlar. İşte bundan dolayı Jarvinen’in reçel kutularına “içkiden alıkoyar” ibaresi yazılmıştır. Bu reçellerin girdiği her köylü ve işçi evine güneş doğuyordu. Reçeli gören çocukların yüzleri gülüyor, ev hanımları, aile reisinin kazandığı parayı içkiye değil de, reçele vermiş olmasına seviniyorlardı. Jarvinen, konuşmasına şu sözlerle son verdi: -Limanda Jarvinen markalı binlerce sandığın gemilere yüklendiğini gördüğüm zaman, kalbim mutluluk ve neşeyle doluyor. Bunları askerlerim olarak görürüm. O askerler, milletin refahı, ailelerin mutluluğu için çalışırlar. Ben kendi dünyamda her reçeli ayrı ayrı kutsarım. Uzun yıllar alan emeğimi kutsarım. Bütün hayatımı kutsarım. Çünkü biliyorum ki hayatım anlamsızca geçmedi. Gerek Finlandiya’da, gerekse yabancı ülkelerde, insan hayatını tatlılaştırmak için üzerime düşen görevi, üstün bir gayretle yerine getirdim. Bütün bunları, bende kutsal ateşi alevlendiren o güzel kitabın dâhi yazarına borçluyum. Halkımıza ışık saçan ve ufuk saçan siz aydınlarımıza, bilim adamlarımıza da teşekür etmeliyim. Tesadüfen uzaktan gelen bir profesörün çaktığı parlak bir kıvılcım, sizin sayenizde sönmedi, büyük bir ateş oldu. Sizler benimruhumun ışığını yaktınız. Sizlere teşekkürler ediyorum, sonsuz teşekkürler... Yapmakta olduğunuz büyük uygarlık uğraşınızın mükâfatı, böyle sade bir teşekkürle ödenmez biliyorum. Yorulmadan ve daha büyük işler başarmış olmanızı temenni ediyorum. Dünya tarihini okudum. Birçok hoca ve öğretmenle görüştüm. Sürekli düşünüyorum ve öyle sanıyorum ki, yeryüzündeki birçok millet hâlâ vahşilikten kurtulamamıştır. Yalnız bugünkü vahşilik başka şekilde oluyor. Başka milletlerin topraklarını işgal eden kumandanlardan niçin bu kadar saygıyla bahsedildiğini anlamıyorum. Büyük İskender, Anibal, Scipion, Cesar, Charlmange, Napoleon ve daha bunlar gibi binlerce kumandan, başka halkların topraklarını işgal etmekten başka ne yapmışlardır? Gerçi bu işgaller sonucunda büyük devletler meydana geliyor; ama sayısız insan da sıkıntılardan ve açlıktan ölüyor. Milyonlarca insan cahil kalıyor. Her yerde ahlâksızlık, hırsızlık, sefalet, sefahet, çatışmalar, toplumsal nefretler artıyor ve herkes kabalaşıyor. Baba serveti veya okul diplomaları sayesinde, halkın yuvarlandığı çürümüşlük ve yozluk bataklığından kurtulmuş ve sağlam zemine basabilmiş olanlardan hiçbiri, milyonlarca halktan birini bile, karanlıklardan kurtarmak için parmağını bile oynatmıyor. Bunlar cahil, sarhoş ve aç bir halktan oluşmuş büyük bir devletin, bataklıklar üstüne taşlardan yapılmış yüksek kalelerden farksız olduğunu bilmek istemiyorlar. Tarih, kaç kez bu mağrur kahramanlara ibret dersi verdi. Kaç kez hatalarını başlarına geçirdi. Dolandırıcı Metternichlerin, zorba Dured Albaların kurdukları görkemli yapılar bir darbede yıkılmadı mı? Tarih, bunları çocukların kartondan yaptıkları evler gibi yıktı. Ama bunlardan hiçkimse ders almadı. Politikacılar ve generaller, hâlâ o eski zorbalık ve yağmacılık oyununa devam ediyorlar. Sürekli devletlerinin sınırlarını genişletmeye çalışıyorlar. Fakat egemenlik sürdükleri sınırlar içinde bulunan halkın özgürleşmesini, aklını, düşüncesini, inancını ve ahlâkını yükseltmesini istemiyorlar. Bizim küçük Suomi’mizin toprakları bundan daha fazla büyüyemez. Ben ülkemizde yurttaşlarımızın gittikçe çoğalmasını istiyorum. Suomi’nin iki milyonluk halkı eğitim ve terbiye görsün, gerek kendi hayatlarını, gerekse toplum hayatını iyileştirmeye ve yükseltmeye çalışsınlar istiyorum. Jarvinen orada bulunan öğretmenleri de saygıyla selamlayarak konuşmasına son verdi. Bu konuşma üzerine Torsten Forsten isimli yaşlı bir köylü, yüksek sesle “amin” dedi. Diğerleri de hep birlikte “amin, amin” diye tekrarladılar. Bu köylünün üç oğlu da Helsinki Üniversitesi’nde profesördüler. Kendisi ise ağaçlardan çam sakızı toplamayı sürdürüyordu. Başkan ayağa kalkarak “Jarvinen’in bu mantık ve duygu dolu konuşmasından sonra başka söz söylemeye gerek kalmadı.” dedi. “Jarvinen’in sözleri, halkın, tepedekilere ‘Bizim yanımızda olunuz!.. Bize kalkınmayı ve gelişmeyi öğretiniz!..’ şeklindeki feryatlarının bir ifadesidir.” diyerek yerine oturdu. * * * Bu tören ve Jarvinen’in konuşması tüm ayrıntılarıyla bütün Fin gazetelerinde yer aldı. Bu konuşma Finlandiya’da yankılar uyandırdı. Uzun süre bu konuşmadan söz edildi. Halkı ve işçi sınıfını aydınlatmak isteyenlerin ordusu yüzlerce gönüllü kazandı. Kimi şehirlerde zengin tüccarlar, Halk Üniversiteleri’nin kurulması için bina bağışladılar, ya da yeni bina yapımı için yüksek miktarlarda para bağışında bulundular. Birçok öğretmen, hâkim, avukat, memur ve doktor, akşamları kulüp ve lokallerde oturup kumar oynamaktan ve habire bira içmekten vazgeçtiler. Tekrar kitap okumaya, mesleklerinde araştırmalar yapmaya başladılar. Halkı aydınlatabilmek için, önce aydınlanmış olma gereğini kavradılar. Artık her yerde bilgili konuşmacılar ve konferans verenler görülmeye başladı. Bütün toplantılarda, oyun ve eğlence yerlerinde, lokantalarda toplanan yardım paralarıyla kitaplar satınalınıp, en ücra köylere kadar gönderilmeye başlandı. Öncelikli konular belirlenerek bu konularda en kapsamlı ve bilgi dolu kitapları yazabilecek olanlar ödüllerle teşvik edildi. Yazarların eserlerinin basımına yardımcı olundu. Bu şekilde ortaya çıkan kitaplar ucuz fiyatlarla piyasaya sürüldü. * * * Hayatının sonlarına doğru Snelman, dostlarıyla şöyle sohbetler yapıyordu: -Finlandiya’nın bugünkü hâliyle, çocukluğundaki durumunu kıyaslarken, şöyle bir tablo tasavvur ediyorum: Büyük bir harabe ev... Bütün pencereleri örtük... Dışarıdan bakıldığında metruk bir ev izlenimi veriyor... İçerisi karanlık, boğucu, rutubetli ve ağır havası olan bu ev, büyük bir mezarlığı andırıyor. Ama birtakım genç, korkusuz ve güçlü insanlar çıkıp geliyor. Çok neşeli ve zeki insanlar... Hemen evin perdelerini çekip, pencerelerini açıyorlar. Evin içine gün ışığı, temiz hava ve çiçek kokuları doluşuyor. İçeriye canlılık katıyor. Binanın dışı da onarım görüyor, yenileniyor. Çevredeki insanlar da artık cinli-perili bir evden kaçar gibi bu evden uzaklaşmıyorlar. Yanına gelip, yenilenen binayı hayranlıkla seyrediyorlar. İşte böyle bir değişim, her ülkede, her kentte, her ilçede ve unutulmuş, terkedilmiş her köyde yaşanabilir. Bunun için yalnızca dinamik fikirli, uyanık ruhlu ve uygarlık yolunda çalışmaktan yorulmayan, usanmayan; aksine heyecan ve zevk duyan insanlara ihtiyaç vardır. Dipnot: Robinson Crusoe adlı eserde geçen hikâyeyi, yazar Daniel Defoe’nin, İbn Tufeyl’in “Hay bin Yakzan” (Ruhun Uyanışı) adlı Şark Klasiği’nden alıp uyarladığı, edebiyat çevreleri tarafından tespit edilmiştir.
·
635 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.