Jarvinen, Okunen ve Gulbe Nasıl Kral Oldular?
Reçel Kralı Jarvinen anlatıyor...
Ben önceleri yoksul bir sokak çocuğuydum. Şimdi ise yurdumuz için
büyük ve iyi bir güç olduğumu söyleyebilirim.
Ben bu konumumu kime borçluyum?
Tesadüfen dinlediğim bir konferansa değil mi?
Daha önce de söylemiştim. Küçük dükkânımda kurabiye ve şekerlemeler
satıyordum. Böyle sınırlı ve ilgisiz bir hayat yaşamaya mahkûm olduğumu
düşündükçe canım sıkılıyordu. Az kazanıyordum. Ruhumdaki acıyı
dindirmek için içkiye başladım.
Bu sırada ünlü bilim adamlarımızdan biri kasabamıza geldi ve
duvarlara şöyle ilanlar astırdı.
“İhtiyar, genç, bilgili, cahil herkesi davet ediyorum!..
Ben bütün hayatımı, güzel ülkemiz Suomi’nin yükselmesine adadım.
Boş zamanlarınızda bana haftada bir saat ayırınız.
Ümit ediyorum ki, bu bir saat içinde alacağınız bilgilerle, hayatınızın bundan
sonrası sizin için ve yurdumuz için yararlı olacaktır!..”
Ben o ana kadar birkaç kez açık konferanslara gitmiştim.
Orada tanıdıklarıma da rastlamıştım. Doğrusu
ben konferanslardan hiç hoşlanmazdım. Çünkü bu konferanslar çoğunlukla o
kürsüye çıkmaya layık olmayanlar tarafından verilmekteydi.
Bu konferansları verenler, ya dişleri dökülmüş, dindar bir takım kişilerdi ki,
genellikle bizim anlamadığımız şeyleri mırıldanır dururlardı ya da genç, ama
şarlatan tipli kimselerdi ki, ciddi düşünceler sergileyecekleri yerde saçma
sapan şeyler söylerlerdi. Üçüncü türden olanları da Eğitim Bakanlığı’nın
memurlarıdır. Bunlar da devletten harcırah ve fazla mesai ücreti almak için
dolaşırlardı. O güne kadar dinlediğim konferansların hayati bir konusu yoktu.
Bu kez kasabamıza gelen bilim adamlarının konferans ilanı birçok
kimsenin ilgisini çekmişti. Tabi ben de bu konferansa gittim. Salon hınca hınç
doluydu. Konferans beni heyecanlandırdı, derin uykudan uyandırdı.
Hayatın anlamını öğretti. Amacıma nasıl ulaşabileceğimi gösterdi bana.
Konferansın konusu “Yağmalanmış Kitap”tı.
Konuşmacı ise Robinson Crusoe’dan söz ediyordu.
İfade biçimi Sokrates’in dili gibiydi. Hem derin felsefi konuları anlatıyor,
hem de çocukların bile anlayacağı kadar sade bir dil kullanıyordu.
Şöyle diyordu konuşmacı:
“İnsanlık her zaman koca bir çocuğa benzemiştir.
İnsanlar kendi aralarındaki anlaşmazlıkları kavga ve gürültüyle
çözmeye kalkışırlar. Allah inancı ve hayır işlemek gibi istek ve düşüncelerini
bile şiddet yoluyla savunmaya yeltenirler. Hikmet ve felsefe konularını
oyun ve eğlence hâline getirirler. Birçoğunuz Robinson’un hikâyesini
okumuş veya duymuşsunuzdur.
Ne zaman okudunuz?
Küçükken değil mi?
Diyorlar ki: Robinson küçük çocuklara mahsustur.
Kesinlikle hayır!
Bu kitap büyük bir millet olmak isteyen her millet için bir felsefe kitabıdır.
Robinson, dünyanın en büyük kahramanıdır.
Bütün kahramanların üstünde bir kahramandır.
Romulus’ten, Cesar’dan, Napoleon’dan daha büyüktür.
O, uygarlık alanında bir kahramandır, sarsılmaz bir iradenin canlı bir örneğidir.
Robinson Crusoe, İngiltere’nin ve Kuzey Amerika’nın büyüklük ve
kudretlerinin anlaşılmasına hizmet eden bir delil, bir anahtardır.
Robinson, yeryüzünde sevincin müjdecisi ve havarisidir.
Leonardi, Schopenhauer ve Hartmann’dan çok daha filozoftur.
O, daha iyi bir insan hayatının sağlanması için yapılan savaşta zaferi
teşvik ve ilan etmiştir.
Robinson’dan öğreniyoruz ki, insan yeryüzünün ve dünya hayatının
hükümdarıdır. Robinson bize bu dersi kuru sözlerle değil, canlı örneklerle,
çalışmasıyla öğretiyor. İnsanın zekası, dehası, kudretli iradesi, doğanın
acımasız güçlerinden daha üstündür.
Robinson diyor ki: “Bitkin ve hastalıklı beyinlerin uydurduğu
saçmalıkları bir tarafa atınız. Bir defa bana bakınız! Benim misalim göz önünde!
Fırtına gemiyi parçalıyor, çevrede değil bir yurt parçası, üzerinde
yaşanılacak küçük bir ada bile yok. Her taraf amansız dalgalarla denizlerle
dolu... Bütün yolcular boğulmuş... Bir genç çocuk, bir tahta parçası üzerinde
yalnız başına kurtulmuş... Dalgalar onu sürükleyerek ıssız bir adaya atıyorlar...
Kendisi aç ve çıplak...
Bu çocuk acaba ne oldu dersiniz?
Acaba perişan bir hâlde öldü mü, yoksa çaresizlikten ve üzüntüsünden
intihar mı etti dersiniz?
Robinson, batan gemiden kurtarabildiği şeyleri güçlükle adaya sürüklüyor.
Orada önce kendisine bir barınak yapıyor. Sonra buğday ekiyor,
yaban keçilerini evcilleştiriyor. Daha sonra da adaya gelen yerlilerden birini
yakalayıp kendisine yardımcı yapıyor.
Kısacası o uzak adada yerleşik ve düzenli bir hayat kuruyor.
Hem de yalnız başına!.. Genç bir çocuk!.. Issız bir adada!..
Konuşmacı şu sözlerle konuşmasını sürdürdü:
-Ey Fin kardeşler!.. Milletimizi oluşturan iki milyon Fin, bu Robinson
denen çocuktan daha güçsüz, daha iradesiz, daha akılsız mıdır?
Değerli öğretmenler.. Rahipler..
Hâkimler.. Mühendisler.. Memurlar..
Avukatlar.. Genç Suomi’nin evlatları..
Aydın filizleri...
Sizler de kendi milletiniz arasında birer Robinson olmak istemez misiniz?
Robinson, ıssız adanın orta yerinde kendi kültürüne yabancı Müslüman bir
yerliyi kendisine dost edinmiş, kendi kültürüyle eğitmiş.
Sizlerse büyük kentlerde, üniversitelerin, gazete merkezlerinin,
tiyatro ve müzelerin duvarları dibinde durduğunuz hâlde milletimizin
milyonlarca mensubu hakkında “Bunlar cahildir, kabadır, sarhoştur.” diye
şikâyet ediyorsunuz. Bu durum karşısında bir kere Robinson’u gözünüzün
önüne getiriniz. Hayata ve insanlara karşı görevinizin neden ibaret olduğunu düşününüz.
* * *
Jarvinen konuşmasını sürdürüyordu:
-Bu konferans benim gözlerimi açtı.
Sırtımda büyük ve güçlü kanatlar çıktı sandım.
Şimdi bende de büyük adam olma isteği oluştu.
Bizim şu küçük Suomi için ben de büyük bir iş yapayım diye düşünmeye başladım.
Fakat ben ne yapabilirdim? Bütün sermayesi birkaç bin Mark’tan ibaret
olan bir kurabiyeci ne yapabilirdi?
O sırada benim üç dostum vardı.
Onları da konferansa götürmüştüm.
Düşüncemi onlara açtığım zaman, aynı itirazlarla karşılaştım. Arkadaşlarımın
biri kunduracı, biri demirci, üçüncüsü de yumurtacıydı.
Konferanstan dönerken bunlar:
-İşte herbirimiz birer kahraman değil miyiz?
Birimiz yumurtacıyız, birimiz kunduracı... Sen de çocuklara şekerleme,
kurabiye satıyorsun. Biz nasıl birer Robinson olabiliriz? diyorlar ve gülüşüyorlardı.
O an bana ilham geldi. Bir şair gibi konuşmaya başladım:
-Ne demek baylar!.. Ben kurabiye satarım ama niçin kendi mesleğimde,
kendi işimde bir Robinson olmayayım.
Ben yalnız ballı simitler satmakla kalmam, bu ülkede arıcılığı da ilerletebilirim.
Bu işi o derece ilerletebilirim ki, ballı ve şekerli kurabiyeler bu ülkede yalnız
zenginlere mahsus bir lüksten ibaret kalmaz.
Yoksullar bile bunları rahatlıkla alabilirler.
Arkadaşlar, ben kararımı verdim! Ben bu ülkede tatlılar kralı olacağım!
Bunun üzerine arkadaşlarım:
-Peki biz ne olacağız? diye sordular.
-Biriniz ayakkabı kralı, diğeriniz de yumurta kralı olabilirsiniz, cevabını verdim.
Ve hep birlikte plan yapmaya başladık.
Eve gittik, sabaha kadar gözümüze uyku girmedi.
Hep aynı konu üzerinde konuştuk.
Çok sürmeden azim ve iradeyle sürekli çalışmayla gençliğimizde
kurduğumuz hayallerin gerçekleştiğini gördük.
*
Kunduracı olan arkadaşımız biraz para biriktirerek eğitim almak üzere
Paris’e gitti ve orada en ünlü ayakkabı imalathanelerinin birinde üç yıl çalıştı.
Tam anlamıyla usta bir kunduracı olarak yetişti.
Şimdi kendisiyle birlikte iki oğlu da çalışıyor. İkisi de yüksek öğrenim
görmüştür. Biri kimya okudu, Finlandiya’da en büyük deri fabrikasına
yönetici oldu. “Okunen ve Oğulları” firması tüm Avrupa’da tanınmıştır.
“Okunen Ayakkabı Mağazaları, Finlandiya’nın tüm şehir ve kasabasının yanısıra
Avrupa’nın büyük şehirlerinde de vardır. Londra’nın Piccadilly
Caddesi’nde, Paris’in Opera Bulvarı’ nda “Okunen Ayakkabı Mağazaları”na rastlarsınız. Bu imalathaneler ve mağazalar, Okunen’in küçük oğlu tarafından
yönetilir. Almanya’nın Jena Üniversitesi’nde eğitimini
tamamlamıştır. Bir Parisli gibi Fansızca konuşur.
İngiliz Veliahtı Prens Edward -ki modanın mucididir- ayakkabılarını
“Okunen Ayakkabı Mağazaları”na sipariş ederdi. Prens, Okunen’in oğluna
meslektaşım diye hitap eder ve şaka yollu:
-İkimiz de birer krallığın veliahtıyız.
Ben İngiltere Kraliçesi’nin oğluyum.
Siz de Ayakkabılar Kralı’nın oğlusunuz, derdi.
Arada bir keyfi yerindeyse:
-Veliahd unvanını taşımaya siz benden daha layıksınız, diye eklerdi.
“Okunen ve Oğulları” firması, her yıl Finlandiya’nın en seçkin 8-10 gencini
seçer ve yüksek öğrenim görmeleri için,
Almanya’daki Wirchov Laboratuvarı’na, Fransa’daki Pasteur
Enstitüsü’ne ve Amerika’da Edison Enstitüsü’e gönderirler.
*
İşte burada Robinson hakkında dinlenilen güzel bir konferansın verdiği
verimli sonucu görüyorsunuz. Ama hepsi bundan ibaret değil tabi ki.
Pazar yerinde sepetle yumurta satan Thomas Gulbe de “Yumurta Kralı” oldu;
ismi İngiltere, Fransa ve Almanya’da duyuldu.
Thomas Gulbe de o günden sonra köy köy dolaşıp, yumurta toplamaya başladı.
Her köy ve kasabada kapı kapı dolaşıp her evden 2-3 veya 8-10 yumurta
satınalırdı. Gulbe, aldığı yumurtalara karşılık para yerine onların işine
yarayabilecek ve hoşlarına gidebilecek ufak-tefek eşya verir; toplanan binlerce
yumurtayı sandıklara doldurarak, dış ülkelere ihraç ederdi. Ancak Thomas
Gulbe, en taze yumurtaları satın alırdı. Üç günlük yumurtaları bile bayat diye
satın almazdı.
Her yumurtanın üstüne “T.G.” harfleri, yani “Thomas Gulbe” markası basılırdı.
Bir yıl sonra Londra, Paris ve Berlin’in en büyük lokantaları “T.G”
markalı yumurtalar istemeye başladılar. Yol masrafı fazla olduğundan Thomas
Gulbe, Finlandiya’nın her tarafına seyahat edemiyordu. Bu nedenle Gulbe,
ülkenin her yanından yumurta toplamak için bir çözüm buldu. İlkokul
öğretmenleriyle yazışarak, ülkede mükemmel bir satın alma ağı kurdu. Bu
aslında çok geniş ama kendi çapında çok basit bir işti.
Gulbe, ülkeyi çeşitli bölgelere ayırdı.
Her bölgeye Latince rakamlarla işaret koydu.
Bir ilçede kendisiyle temas hâlinde olan öğretmenlerin isimlerinin
baş harflerini Arap rakamlarıyla, Latince rakamlarının yanına yazdı.
Bundan sonra da yumurta getiren ailenin baş harflerini işaretleyip yazdı.
Her öğrenci sabah okula gelirken, birgün önce kendilerinin veya
komşularının taze yumurtalarını da yanlarında getiriyorlar ve öğretmene
teslim ediyorlardı. Öğretmen, hergün topladığı birkaç yüz yumurtanın üzerine gereken işareti yazdıktan sonra, hemen Thomas Gulbe’nin yumurta depolarının
bulunduğu Abo şehrine sevk ediyordu.
Depoda da yumurtalar hızlı bir şekilde sandıklara yerleştirilerek gemilerle
gideceği ülkeye ihraç edilirdi. Bu teşkilat sayesinde Paris, Londra,
Brüksel, Anvers ve Berlin lokantalarında müşterilere iki-üç günlük
taze yumurta sunulurdu. Eğer yumurtalardan birisi bozuk çıkarsa,
Gulbe Firması’na şöyle bir mektup gönderilirdi:
“15 Nisan, VII, 15 M. işaretli yumurta bozuk çıkmıştır.”
Gulbe Firması’nda kısa bir incelemeden sonra VII numaralı Kuopio
kasabasından, 15 numaralı öğretmenin, Madam M.’den aldığı yumurtanın
bozuk çıktığı anlaşılırdı. Hemen öğretmene bir mektup yazılır ve
“15 Nisan’da Madam Makinen’den alınan yumurta bozuk
çıkmıştır. Tekrarı hâlinde bir daha kendisinden yumurda satın
alınmayacağını ihtar ediniz.” şeklinde bildirilirdi.
On yıl sonra Thomas Gulbe, Finlandiya’nın “Yumurta Kralı” oldu.
Londra, Hamburg ve Filsingen’de yumurtaları muhafaza etmek için, yaza
mahsus soğuk hava depoları ve kışa mahsus kaloriferli mahzenler kurdu.
Finlandiya’nın belli başlı her merkezinde tavuk çiftlikleri kurdu.
Burada damızlık için yetiştirilen cins tavuklar ucuz bir fiyata köylülere
satılıyordu.
Yumurta ticaretinin yanı sıra kümes ve av kuşları ve av hayvanları ticaretine
de başladı. Gulbe artık çok zengindir. Ancak işin en önemli yanı sıra yaptığı
ihracat sayesinde Finlandiya ekonomisine yaptğı katkıların ötesinde,
ülkeye milyonlarca döviz kazandırmış olmasıdır.
Thomas Gulbe Firması, her yıl çeşitli kurum ve kişilere şu yardımlarda
bulunmaktadır: Köy kütüphaneleri için 100.000 Mark,
Zeki köylülerin tarımda uzmanlaşmaları amacıyla, Norveç,
Danimarka ve İsviçre’ye gönderilmeleri için 100.000 Mark,
Ünlü bilim adamı, öğretmen ve sanatçıların yabancı ülkelerde araştırma
yapmaları için 100.000 Mark.
İşte Thomas Gulbe, bu amaçlaruğruna sekiz yıldan beri her yıl 300.000
Mark ülke kalkınmasına yardımda bulunuyor. Bugüne kadar verdiği para
2.500.000 Mark eder ki bu para Gulbe’nin servetinin küçük bir kısmıdır.
*
Sizi daha fazla sıkmamak için sözü kısa tutarak kendi taç ve tahtımdan söz
edeceğim. Küçük bir simitçi çocuğunun nasıl Reçel Kralı olduğunu anlatacağım.
Robinson hikâyesinden aldığım ilhamla kendi işimde bir Napoleon
olmaya karar verdim. Önce Finlandiya’yı işgal etmeye, sonra da
Avrupa’yı kendi sömürgem hâline getirmeye karar verdim.
Görüyorsunuz ya, yoksul ve cahil bir Fin çocuğunun kurduğu bu hayal, pek
yüksekten uçan cinsten ve cüretliydi. Ama ben aklıma koyduğum şeyi
kesinlikle yapmaya karar ver miştim. Ben bu amacıma ulaştım. İşe küçükten
başladım. Küçük bir meyve suyu fabrikası açtım. Bu fabrika hâlâ üretime
devam etmektedir.
Burası daha çok samanlığı veya pancar deposunu andıran ahşap bir binadır.
Yeni fabrikam çok ilkel ve basit bir fabrikaydı ama bunu işletmek için bile
param yoktu. Banka Müdürü’ne giderek, kuracağım işle ilgili planlarımı anlattım.
Banka Müdürü:
-Bir kez girişimde bulununuz, dedi.
Sizin gelecekteki krallığınız için, biz de bir miktar sermayeyi riske atalım,
diyerek destek verdi.
“Tatlı Krallığı” gibi cazip bir kelimeyi ilk kez Banka Müdürü’nden duydum.
Girişimim başarıyla sonuçlandı. Ürettiğim meyve suyu temiz, koyu ve
tatlıydı. Önce köyleri dolaşıyor, meyve suyu karşılığında pancar satın
alıyordum.
İkinci yılın sonunda, Finlandiya’da böyle beş fabrikam oldu.
Ondan sonra yeni bir işe giriştim. Finlandiya ormanlarında çok çilek olur.
Kışın köyleri dolaşırken, köylülere binlerce litre veresiye meyve suyu
dağıttım. Bunlar yazın meyve sularının karşılığını çilekle ödemeye başladılar.
Köylüler çoluk-çocuk topladıkları çilekleri bana taşıyıp teslim ettiler.
Bu çilekler bana çok ucuza maloluyordu, öyle ki pancardan daha ucuza
maloluyordu. Köylüler ve işçiler Jarvinen’in reçellerini yemeye alıştılar.
Reçel ve ekmek, çoğu kez köylülerin öğle ve akşam yemeğiydi.
Çünkü ürettiğim reçel, tatlı, lezzetli, ucuz ve bol proteinliydi.
Ertesi yıl Finlandiya’da toplanan çilekler yetmez oldu.
Rusya ve Almanya’ya siparişlerde bulundum.
Rusya’dan ünlü Vladimirovsky vişneleri, İrlanda’dan da pancar getirttim.
Aynı zamanda köyleri dolaşarak, köylülere meyve fidanı ve tohumluk
pancar dağıtıyor, bunların ekimi ve yetiştirilmesi konusunda bilgiler
veriyordum. Bütün ülke âdeta benim çiftliğim hâline geldi.
Bu sanki benim vücudum gibi bir şeydi. Sayısız kan hücreleri,
sinirler, kaslar hiç durmadan benim için çalışıyorlardı. İşlerin böyle güzel
geliştiğini gördükçe keyifleniyordum.
Bütün düşüncelerim meyve suyu, pancar, çilek ve vişne üzerinde
yoğunlaşmıştı. Sürekli bunların nasıl daha kaliteli üretebileceklerini
düşünüyordum. Reçel ve tatlıyı seven sanatçılar, şairler benim gönüllü
danışmanlarım olmuşlardı. Üretimde yaptığım her yenilik önce onları
sevindiriyordu.
Bense sürekli bir tek şeyi düşünüyordum: Jarvinen Reçelleri’ni
nasıl daha ucuza mâl edebilirdim? Günlerce nehirlerde emek sarfeden
kayıkçılar, aylarca dağlarda maden ocaklarında didinen kömürcüler, benim
reçellerimle besleniyorlardı.
Bir keresinde Finlandiya’ya ticari temaslar için gelmiş olan İngiltere
Orman İşletmesi Müdürü, işçilerin yedikleri reçel ve tatlı besinleri
görünce şaşırdı:
-Bu reçeller işçilere özgü bir gıda değildir, kral sofrasına yaraşan bir
tatlıdır. Bunların bu kadar ucuz satılmasını aklım almıyor, diyerek
hayretini dile getirdi. Sonra kendisi de sipariş verdi:
-Eğer size 50.000 kutuluk sipariş verecek olsam, bana aynı fiyattan
verebilir misiniz?
-Bu takdirde size % 2 iskonto yaparım, cevabını verdim.
Jarvinen’in reçelleri böylece İngiltere’de de tanındı.
Sonra Danimarka, Hollanda, Belçika, Almanya, Fransa ve hatta Amerika’da
bile tüketilmeye başlandı.
İşimin çeşitli birimleri vardır. Her birimin başında kimyagerler, uzmanlar
bulunur. Bu uzmanlar zaman zaman ülkede seyahatlar yaparak köylülere
meyve ağaçlarının yetiştirilmesi ve bakımıyla ilgili sade bir dille
konferanslar verirler.
Bugün reçel sevkiyatını yazın soğuk hava, kışın sıcak hava tertibatına sahip
özel vagonlarla yapıyorum. Her yıl Mesina Limanı’ndan bir gemi yükü
portakal ve Singapur Limanı’ndan yine bir gemi yükü pirinç satın alırım.
Fin gençleri benim sayemde diledikleri kadar muz yiyebilirler.
Benim meyve sularım, reçellerim; rom, İsveç puncu, bira, likör ve konyakla
mücadele ediyor; halk, “Fazla içmek yerine, tatlı yemeye alışıyoruz.” diyerek
memnuniyetini ifade ediyordu.
Jarvinen, Halk Üniversitesi profesörlerine hitaben yaptığı konuşmayı
şöyle sürdürdü:
-Sizler benden daha iyi bilirsiniz ki; şeker gereksiz bir gıda değildir.
Şeker sağlıklı beslenmenin temelidir. İyi beslenen bir insan, iyi beslenen bir
toplum, daha az içki tüketir.
Tatlı, acının düşmanıdır; acının da tatlının düşmanı olduğu gibi.
Sarhoşlar tatlıyı sevmezler, tatlıyı sevenler de ispirtolu içeceklerden
hoşlanmazlar. İşte bundan dolayı Jarvinen’in reçel
kutularına “içkiden alıkoyar” ibaresi yazılmıştır. Bu reçellerin girdiği her
köylü ve işçi evine güneş doğuyordu.
Reçeli gören çocukların yüzleri gülüyor, ev hanımları, aile reisinin kazandığı
parayı içkiye değil de, reçele vermiş olmasına seviniyorlardı.
Jarvinen, konuşmasına şu sözlerle son verdi:
-Limanda Jarvinen markalı binlerce sandığın gemilere yüklendiğini
gördüğüm zaman, kalbim mutluluk ve neşeyle doluyor. Bunları askerlerim
olarak görürüm. O askerler, milletin refahı, ailelerin mutluluğu için çalışırlar.
Ben kendi dünyamda her reçeli ayrı ayrı kutsarım. Uzun yıllar alan emeğimi
kutsarım. Bütün hayatımı kutsarım. Çünkü biliyorum ki hayatım anlamsızca
geçmedi. Gerek Finlandiya’da, gerekse yabancı ülkelerde, insan hayatını
tatlılaştırmak için üzerime düşen görevi, üstün bir gayretle yerine getirdim.
Bütün bunları, bende kutsal ateşi alevlendiren o güzel kitabın dâhi yazarına borçluyum. Halkımıza ışık saçan ve ufuk saçan siz aydınlarımıza,
bilim adamlarımıza da teşekür etmeliyim. Tesadüfen uzaktan
gelen bir profesörün çaktığı parlak bir kıvılcım, sizin sayenizde sönmedi,
büyük bir ateş oldu. Sizler benimruhumun ışığını yaktınız. Sizlere
teşekkürler ediyorum, sonsuz teşekkürler...
Yapmakta olduğunuz büyük uygarlık uğraşınızın mükâfatı, böyle sade bir
teşekkürle ödenmez biliyorum. Yorulmadan ve daha büyük işler
başarmış olmanızı temenni ediyorum. Dünya tarihini okudum. Birçok hoca
ve öğretmenle görüştüm. Sürekli düşünüyorum ve öyle sanıyorum ki,
yeryüzündeki birçok millet hâlâ vahşilikten kurtulamamıştır. Yalnız
bugünkü vahşilik başka şekilde oluyor.
Başka milletlerin topraklarını işgal eden kumandanlardan niçin bu kadar
saygıyla bahsedildiğini anlamıyorum. Büyük İskender, Anibal, Scipion,
Cesar, Charlmange, Napoleon ve daha bunlar gibi binlerce kumandan, başka halkların topraklarını işgal etmekten başka ne yapmışlardır?
Gerçi bu işgaller sonucunda büyük devletler meydana geliyor; ama sayısız
insan da sıkıntılardan ve açlıktan ölüyor. Milyonlarca insan cahil kalıyor.
Her yerde ahlâksızlık, hırsızlık, sefalet, sefahet, çatışmalar, toplumsal nefretler
artıyor ve herkes kabalaşıyor. Baba serveti veya okul diplomaları
sayesinde, halkın yuvarlandığı çürümüşlük ve yozluk bataklığından
kurtulmuş ve sağlam zemine basabilmiş olanlardan hiçbiri, milyonlarca halktan
birini bile, karanlıklardan kurtarmak için parmağını bile oynatmıyor. Bunlar cahil,
sarhoş ve aç bir halktan oluşmuş büyük bir devletin, bataklıklar üstüne taşlardan
yapılmış yüksek kalelerden farksız olduğunu bilmek istemiyorlar.
Tarih, kaç kez bu mağrur kahramanlara ibret dersi verdi.
Kaç kez hatalarını başlarına geçirdi. Dolandırıcı Metternichlerin, zorba Dured
Albaların kurdukları görkemli yapılar bir darbede yıkılmadı mı? Tarih, bunları
çocukların kartondan yaptıkları evler gibi yıktı. Ama bunlardan hiçkimse ders
almadı. Politikacılar ve generaller, hâlâ o eski zorbalık ve yağmacılık oyununa
devam ediyorlar. Sürekli devletlerinin sınırlarını genişletmeye çalışıyorlar.
Fakat egemenlik sürdükleri sınırlar içinde bulunan halkın özgürleşmesini,
aklını, düşüncesini, inancını ve ahlâkını yükseltmesini istemiyorlar.
Bizim küçük Suomi’mizin toprakları bundan daha fazla büyüyemez. Ben
ülkemizde yurttaşlarımızın gittikçe çoğalmasını istiyorum. Suomi’nin iki
milyonluk halkı eğitim ve terbiye görsün, gerek kendi hayatlarını, gerekse toplum
hayatını iyileştirmeye ve yükseltmeye çalışsınlar istiyorum.
Jarvinen orada bulunan öğretmenleri de saygıyla selamlayarak
konuşmasına son verdi.
Bu konuşma üzerine Torsten Forsten isimli yaşlı bir köylü, yüksek sesle
“amin” dedi. Diğerleri de hep birlikte “amin, amin” diye tekrarladılar.
Bu köylünün üç oğlu da Helsinki Üniversitesi’nde profesördüler.
Kendisi ise ağaçlardan çam sakızı toplamayı sürdürüyordu.
Başkan ayağa kalkarak “Jarvinen’in bu mantık ve duygu dolu konuşmasından
sonra başka söz söylemeye gerek kalmadı.” dedi. “Jarvinen’in sözleri,
halkın, tepedekilere ‘Bizim yanımızda olunuz!.. Bize kalkınmayı ve gelişmeyi
öğretiniz!..’ şeklindeki feryatlarının bir ifadesidir.” diyerek yerine oturdu.
* * *
Bu tören ve Jarvinen’in konuşması tüm ayrıntılarıyla bütün Fin
gazetelerinde yer aldı. Bu konuşma Finlandiya’da yankılar uyandırdı. Uzun
süre bu konuşmadan söz edildi. Halkı ve işçi sınıfını aydınlatmak isteyenlerin
ordusu yüzlerce gönüllü kazandı.
Kimi şehirlerde zengin tüccarlar, Halk Üniversiteleri’nin kurulması için
bina bağışladılar, ya da yeni bina yapımı için yüksek miktarlarda para bağışında
bulundular. Birçok öğretmen, hâkim, avukat, memur ve doktor, akşamları kulüp ve
lokallerde oturup kumar oynamaktan ve habire bira içmekten vazgeçtiler. Tekrar
kitap okumaya, mesleklerinde araştırmalar yapmaya başladılar. Halkı
aydınlatabilmek için, önce aydınlanmış olma gereğini kavradılar. Artık her
yerde bilgili konuşmacılar ve konferans verenler görülmeye başladı.
Bütün toplantılarda, oyun ve eğlence yerlerinde, lokantalarda toplanan yardım
paralarıyla kitaplar satınalınıp, en ücra köylere kadar gönderilmeye başlandı.
Öncelikli konular belirlenerek bu konularda en kapsamlı ve bilgi dolu
kitapları yazabilecek olanlar ödüllerle teşvik edildi. Yazarların eserlerinin
basımına yardımcı olundu. Bu şekilde ortaya çıkan kitaplar ucuz fiyatlarla
piyasaya sürüldü.
* * *
Hayatının sonlarına doğru Snelman, dostlarıyla şöyle sohbetler yapıyordu:
-Finlandiya’nın bugünkü hâliyle, çocukluğundaki durumunu kıyaslarken,
şöyle bir tablo tasavvur ediyorum:
Büyük bir harabe ev... Bütün pencereleri örtük...
Dışarıdan bakıldığında metruk bir ev izlenimi veriyor... İçerisi karanlık, boğucu,
rutubetli ve ağır havası olan bu ev, büyük bir mezarlığı andırıyor.
Ama birtakım genç, korkusuz ve güçlü insanlar çıkıp geliyor. Çok neşeli ve
zeki insanlar... Hemen evin perdelerini çekip, pencerelerini açıyorlar. Evin
içine gün ışığı, temiz hava ve çiçek kokuları doluşuyor. İçeriye canlılık
katıyor. Binanın dışı da onarım görüyor, yenileniyor. Çevredeki insanlar da artık
cinli-perili bir evden kaçar gibi bu evden uzaklaşmıyorlar. Yanına gelip,
yenilenen binayı hayranlıkla seyrediyorlar.
İşte böyle bir değişim, her ülkede, her kentte, her ilçede ve unutulmuş,
terkedilmiş her köyde yaşanabilir. Bunun için yalnızca dinamik fikirli, uyanık
ruhlu ve uygarlık yolunda çalışmaktan yorulmayan, usanmayan; aksine heyecan
ve zevk duyan insanlara ihtiyaç vardır.
Dipnot:
Robinson Crusoe adlı eserde geçen hikâyeyi,
yazar Daniel Defoe’nin, İbn Tufeyl’in “Hay bin Yakzan” (Ruhun Uyanışı)
adlı Şark Klasiği’nden alıp uyarladığı, edebiyat çevreleri tarafından tespit edilmiştir.