Köylüler, İşçiler ve İmalatçılar
...
Snelman, bütün köylülerin, işçilerin, imalatçıların ve bütün halk kesimlerinin
her yönden aydınlanmasını, öğrenim ve eğitimini hayatının en önemli görevi
saymış; bir zamanlar Pierre d’Amiyen’ in Haçlı Seferleri’ni kışkırttığı gibi, o da Finlandiya’da eğitim seferberliğinin öncüsü olmuştur.
Snelman her yerde şu sözleri söylüyordu:
-Ülke halkının çoğunluğunun böyle ilkel, görgüsüz ve eğitimsiz kalmasına
seyirci kalmak ayıptır, suçtur. Uygarlık meşalesiyle aydınlanan bir insanın buna
duyarsız kalması cinayettir.
Devlet denilen şey, üst katları geniş pencereli, yüksek tavanlı, sütunlu, bol ve
temiz havalı ve aydınlık; alt ve bodrum katlarıysa karanlık, rutubetli, dar ve
penceresiz bir şato değildir.
Ülke insanının çoğunluğunun eğitimden yoksun bırakılması bir cinayettir.
Devletin kendi kendini yok etmesi, intihar etmesi demektir.
Vahşi kabilelerin yoksul olduğunu, ülkelerinin zenginliklerinden yararlanma
yollarını bilmediklerini ve bu yüzden açlıktan öldüklerini ileri sürüyorlar.
Ancak bir ülkede yaşayan her insanın, maddi ve manevi yönden güçlenmesine
duyarsız kalmak, farkında olmamak ve istememek de vahşetin en büyüğüdür.
En iyi cins ve en değerli on milyon ağaca sahip bir orman düşününüz.
Bu ormanla kimse ilgilenmez, kimse bakımını üstlenmez ve korumazsa bu
ağaçların ne yararı olabilir? Koca ağaçlar fırtınaların şiddetiyle devrilir,
yağmur sularında çürür, o güzel orman da sıtma yuvası bataklığa döner.
Saf orman havası yerine, yüzlerce kilometre çevresinde sıtma mikropları
dolaşmaya başlar.
Anlayınız!.. Anlayınız!.. Anlayınız!..
Ülkede çalışan ve üreten her bir insan, bir değerdir. Bunun yediği-içtiği
her şeyi, tüketimini hesaplayınız. Mantıklı bir şekilde yetiştirilen her
insanın, ülkeye neler kazandırabileceğini bir düşünün!..
Bir de üretmeden tüketenlerin, sarhoşların, asalakların maliyetini karşılaştırın.
Eğer halkımız eğitim görmüş olsaydı, bunların her biri,
ülke için millet için çalışan, üreten birer güç kaynağı olurdu.
* * *
Snelman konuyla ilgili, Avrupa gezisinde yaşadığı bir anısını anlatır.
Berlin’de ünlü bir Avusturyalı yazarla tanışmıştır.
Bu yazar aslen Slav olduğu hâlde kitaplarını Almanca yazmaktaymış.
Yazdığı birçok gazete makalesi ve kitaplarında, Avusturyalı
Almanlar’ın, Galiçya’daki Lehler’e; Moravya’daki Çekler’e ve Slovaklar’a;
Voyvodina’daki Sırp ve Hırvatlar’a egemen olmakla haklı olduklarını
savunmuş ve bu konuda şunları yazmıştır:
“Slav ırkı uysal bir ırktır. Bu ırka mensup olanlar hayalperesttirler ama
romantik şair de olamamışlardır. Doğuştan tembeldirler. Uzun süre esir
olarak yaşadıklarından çalışmayı sevmezler. Yararsız ve serseri bir
millettirler. Başarısızlık karşısında insanlık onurunu kazanan uygar
Avrupalı’yı kendilerinden nefret ettiren bir sefalet ve miskinlik içinde yaşamayı
tercih ederler. Başarılı olma ve refaha erme halinde ve özellikle ticari hayatta
vicdansız, yalancı, rüşvetçi, açgözlü, sinsi ve hilecidirler. Büyük ve kolay
kazançlar peşinde koşarlar.
Kazandıklarını da aptalca israf ederler.
Slavlar’a mantıklı ve sert bir Alman disiplini gerekmektedir.
Slavlar, sık ve yumuşak yünlü ama pis kokulu bir koyun postuna benzerler.
Bunu temizlemek için Alman Tabbakı’na vermek gerekir.
O zaman bundan güzel ve sıcak bir kürk olur.”
Oldukça zeki olan bu dönme yazar, yüksek bir eğitim görmüştü.
Başlıca Avrupa dillerini iyi biliyordu. Yazıları yalın, akıcı ve espriliydi.
Makalelerin arasına çeşitli dönemlerde yaşamış filozof, tarihçi ve edebiyatçıların
eserlerinden alıntılar serpiştirirdi. Ancak bu yazarın yazıları namusluca
değildi. Çünkü bu yazılarının karşılığında Avusturya hükümetinden
yüksek paralar alırdı.
Bu dönme yazar, yapı olarak kötü biri değildi. Sadece zevk ve eğlenceye
düşkün, kadın ve kumar tutkunu bir ahlâksızdı. Böyle bir hayat içinse bol
para gerekiyordu. Oysa aldığı eğitime ve sahip olduğu yeteneğe dayanarak
namuslu bir kazanç elde edebilirdi.
Ancak böyle bir hayat için, ruhun tutuşmuş olması lazımdı.
Temiz düşünce, temiz ahlâk, inanç ve bir ideal gerekliydi.
Oysa bunların hepsi dönme yazara yabancı şeylerdi. Avusturya
Üniversitesi’nde eğitim gördüğü yıllarda, ülkeye Matternich’in gerici
politikası egemendi. Matternich, bu eski saray tilkisi, Avrupalı parlamenter
görünümünde olan bu Bizans uşağı, kendi zorba ve baskıcı politikasıyla
servetler edinerek, sinsi planları gereği tüm Avrupa toplumlarının ahlâkını
bozmuştur. O, insanları kendisine bağlamak için bir tek şey bilirdi; o da
rüşvet. Matternich’in ayrıca rüşveti sistemleştiren uzmanları ve memurları
vardı. Bunlar kimin, neyle satın alınabileceğini inceler ve araştırırlardı.
Matternich döneminde rüşvet yoluyla kolay kazançlar peşinde koşmak âdeta
bir din hâline gelmişti. Toplumda ahlâk oksijeni kalmamıştı. Çoğu aydın bile,
Matternich’in uyguladığı alçakça politikalar sonucunda kirlenmişlerdi.
Gerçekte yüceliklere tutkun olan gençlik bile alçalmış, yozlaşmıştı. Gençliğin
büyük ülküleri, öncüleri yoktu. Düşünceden yoksun ve ilkesiz olarak yetişiyorlardı.
İşte bu dönme yazar da böyle boğucu bir ortamda yetişmiş ve ahlâk duygusunu
yitirmişti. O, idealist girişimleri, çabaları; gülünç, ciddiyetsiz ve yapay
buluyordu. Hayatta Schiller gibi güzellik ve doğruluk arayanlara şaşıyordu.
Yıllar geçtikçe bu dönme köpeği bir felsefeci oldu. Almanların çıkarı uğruna
Slavlar’a saldırmaktan adeta zevk alır olmuştu.
“Ben çok iyi yazıyorum ve Almanlar da bana iyi para veriyorlar.”
diyerek kendini temize çıkarmaya çalışıyordu.
Kendisine ateş püsküren Slav milleyetçilerine karşı ise yazılarında
kendini şöyle savunuyordu:
“Benden ne istiyorsunuz? Siz Floransa ve Venedik’teki iki İtalyan heykeltraşı
Donatella ile Verrochio’nun yaptıkları heykelleri görmediniz mi?
Floransa ve Venedik kentleri, bu heykelleri paralı askerlerinin, paralı
komutanları adına dikmişlerdir.
Bu kentler, komutanlara iyi ücret ödediklerinden, onlar da efendilerine
karşı görevlerini yerine getirmişlerdir. Eğer Milano, Cenova, Piza, Verona ve
Roma kentleri bu komutanlara daha fazla ücret vermiş olsalardı, bu kez onların
hizmetine girecekler ve Venedik ve Floransa için yaptıkları gibi
kahramanca çarpışacaklardı.
İşte ben de yazarlık alanında bunlar gibiyim. Bana Almanlar’ın verdiğinden
daha fazla kazanç sağlayın, sizin için mücadele edeyim. Bunu sağlamazsanız,
sağlamak istemezseniz, o zaman benim saldırılarıma katlanmayı biliniz ve
kendinizi savununuz. Ben güçlü düşmanlarla mücadele etmesini severim.”
Slavlar bu basın yılanından nefret ediyorlardı. Almanlar ise parlak yazarı,
cesur Slav felsefecisini çok takdir ediyorlardı.
İşte Snelman, Berlin’deyken bu kişiyle karşılaşmış. Ancak
Finlandiya’dayken bu yazarın çalışmalarından hiç haberdar olmamış,
ismini de duymamıştı. Berlin’de biri Fin, diğeri Slav olan
iki önemli konuğun, Almanlar’ın deyimiyle “Kültürtröger” (uygarlık
öncüsü) onuruna bir ziyafet düzenlenmişti.
Ziyafet sonrası davetlilerin azalmasıyla Snelman bu uygarlık öncüsü
sayılan Slav’ı bir köşeye çekti ve geri kalmış ülkelerle ilgili yapılması gereken
çalışmalarla ilgili görüşlerini aktardı:
-Samimi olalım. Almanlar içten gelen bir sevgiyle bizi sevmezler.
Bu konuda geçmiş için haklı sayılabilirler, ama gelecek için değiller.
Biz Finler ve siz Slavlar, geleceğin büyük güçleriyiz. Almanya artık güç
kaybediyor, bizim ülkelerimiz ise henüz enerjik ve üretkendir.
Ancak çalışmamız lazım. Biz genç milletler, Almanlar’dan,
Fransızlar’dan, İngilizler’den iki-üç, hatta on kat daha fazla çalışmalıyız ki,
onların düzeyine ulaşabilelim ve onları geçebilelim.
Biz onları mutlaka geçeceğiz. Çünkü biz, yalnızca kent insanını aydınlatmakla
kalmayacağız, ilköğrenimle yetinmeyeceğiz; aynı zamanda hiçbir
köyü okulsuz ve kütüphanesiz bırakmayacağız. Her köylünün,
balıkçının, katrancının kulübesini bilgi ışığıyla aydınlatacağız. Çocuklarımızdan
yepyeni, güçlü, eğitimli, aydın ve asil bir nesil yetiştireceğiz.
Snelman, karşısında Slav milletinin bir uygarlık hizmetkârı bulunuyor
zannıyla, bu konuda coşkuyla uzunca bir nutuk çekmişti.
Avusturyalı hain ise gözlerinden hiç eksilmeyen alaycı bakışıyla, kendi
kendine, “İşte can sıkıcı bir budala daha,” diyerek dinlemiş,
Snelman’dan bir an önce kurtulmak için fırsat kollamıştı.
Ancak daha sonra Snelman’ın ruh tutuşturan coşkulu sözleri karşısında
yüreğindeki buzlar erimiş, bir şişe içkiyi büyükçe bir bardakta içmeye başlamış.
Kendini konuşmasına kaptırmış olan Snelman, karşısındakinin içkiyi
bitirdiğinin farkında olmamış. Avusturyalı yazar, sarhoş bir halde
ayağa kalkarak Snelman’a şu sözleri söylemiş:
-Aziz Snelman, bu kadar yeter...
Büyük ruhunuzun ateşini bu kadar israf etmeyiniz.
Onu kendi milletiniz için saklayınız.
Siz bahtiyar bir insansınız... Böyle insanlara sahip olduğundan, sizin
milletiniz de bahtiyardır. Siz yarın yola çıkıyorsunuz. Çok iyi...
Ben sizinle ilk kez burada görüştüm.
Daha önce ne ben sizi tanırdım, ne de siz beni... Bu da iyi.
Yani beni tanımadığınız daha çok iyi...
Hâlâ da benim kim olduğumu bilmiyorsunuz.
Ancak sizi tanımış olmam, benim için iyi mi oldu, kötü mü oldu, bunu bilmiyorum...
Ey aziz Snelman!.. Nereden böyle ansızın karşıma çıktınız?
Yalçın bir kaya gibi karşıma dikildiniz. Niçin bu kadar geç rastladım size?
O sırada saat 24’ü vurdu. Snelman, “Artık geç oldu sanırım.” dedi.
Avusturyalı şöyle karşılık verdi:
-Gerçekten de vakit geç oldu. Ama geç olan vakit, bu geceki vakit değildir.
Geç olan asıl vakit, asıl benim hayatımda ki zamandır.
Ah, ne olurdu, ben daha genç yaşımdayken, Snelman’la böyle bir kez
görüşmüş olsaydım. O zaman ben büsbütün başka bir insan olurdum.
Snelmanlarla görüştükten sonra benim neslim de bambaşka bir nesil
olurdu. Ama şimdi iş işten geçti... Artık vakit geç oldu... Artık uyumaya
gidelim... Aziz Snelman, aramızda garip bir iletişimsizlik var...
Bana elinizi veriniz...
Bu istek karşısında Snelman elini uzatmış.
Avusturyalı bu eli tutup öpmüş.
Snelman şaşkın bir hâlde elini çekip “Ne yapıyorsunuz?” diye sormuş.
Avusturyalı:
-Siz en iyisi, beni kendi hâlime bırakın!
Ben sizin elinizi değil, her dürüst insanın yüreğindeki Snelmanlığın
elini öpüyorum. Kendi içimde gömülü olan ruhumu öpüyorum, cevabını vermiş.
-Ben bu sözlerden bir şey anlamadım, demiş Snelman.
-Anlamanıza da gerek yok zaten, demiş Avusturyalı, “Siz benim Slav
ruhumun özelliklerini biraz zor anlarsınız!..
Ertesi gün Snelman, Suomi’ye hareket etmiş.
İki-üç hafta sonra beş satırlık imzasız bir mektup almış.
Mektupta şunlar yazılıymış:
“Siz benim ruhumu tersine çevirdiniz. Şimdi artrk benim bu hayata
tahammülüm yok. Şimdiye kadar yaşadığım şekilde yaşamak, bana iğrenç
geliyor. Sanki istemeyerek hayatıma son veriyorum.”
Snelman mektuptaki yazıyı tanıyamamış. Bundan bir şey anlamamış.
Son bir ayın Viyana gazetelerini taramış ve şu haberi görmüş:
“Üzücü bir kaza... Büyük bir kaza...
Slav yazar, korkusuz düşünce adamı, dikkatsizlik sonucu ağır bir şekilde
kendini yaralamış ve üç saat sonra ruhunu teslim etmiştir.”
Bu haber üzerine araştırma yapan Snelman, kaza sonucu ölen kişinin,
Berlin’de verilen ziyafette elini öpüp de
“Eğer ben böyle Snelmanlar’a rastlasaydım, ben ve benim neslim
büsbütün başka insanlar olurduk. Gençliğimde niçin sizinle tanışmadım?”
diyen Slav yazar olduğunu öğrenmiş.
Snelman bu anısını anlattığında dostları bu yazarın hangi milletten
olduğunu sordular:
-Çek mi, Leh mi, Bulgar mı, Sırp mı,
Hırvat mı, hangi milletten? İsmi nedir? diye ısrar ettiler.
Snelman:
-Boşuna merak ediyorsunuz. Bu kişinin hangi milletten olduğunu bilmeniz
neye yarar? Adam ağır bir hata işlemiş ve cezasını da yine kendisi vermiş.
Kendi varlığını yeryüzünden yine kendi eliyle silmiş. Bunun adını niçin analım?
Burada asıl önemli olan şeye dikkat edin. Üstün yeteneklere sahip bir insan,
büyük bir zekâ, ender bulunan geniş bir bilgi, parlak bir edebi yetenek ve sonuç:
Zevk ve eğlenceye düşkün, kumarcı, müsrif, sefih, kalemini kiraya vermiş,
mensup olduğu millete ihanet etmiş bir ahlâksız.
Oysa bu adam mantıklı bir eğitim görmüş olsaydı ve gençliğinde ona halk
kitlesinin ruhunu ve gönlünü tutuşturmaktan doğan zevkin, hayatı boşa
geçirmek zevkinden daha üstün olduğu söylenmiş olsaydı; bu insan kendi
ülkesinde bir uygarlık havarisi olurdu. Üniversite okumuş, bilimadamı ve
edebiyatçı olmuş, başkentte yetişmiş, daha ne istersiniz? Böyle biri adam
olmazsa; hiç okulu, kütüphanesi olmayan ve hayatın daha güzel, daha mutluluk
dolu, daha düzenli olması için neler yapılması gerektiğine dair hiç söz
edilmeyen bir yerde yetişen sıradan halktan ne beklenebilir ki?
*
Milyonlarca halk bedenen, ruhen, fikren ve ahlâken çürüyor da hiç kimse
bu kokuşmuşluğu görmüyor. Herkesin karakteri bozulmuş veya herkes bu
yozlaşmışlığa alışmış da bunu doğal bir durum sanıyor sanki.
Ama bu böyle mi olmalıdır?
Milyonlarca insan doğuyor, derin bir sefalet içinde yaşıyor ve ölüyor.
Bu böyle mi olmalıdır? İçlerinde birçok zeki insan bulunmasına rağmen
milyonlarca insan, hayvanlar gibi sersem ve cahil kalıyor. Sayısız küçük
kardeşiniz huy olarak zalimleşiyor. Peki bu böyle mi olmalıdır?
“Evet böyle olmalıdır!” diye yüzlerce kez tekrarlanan iğrenç sözlerden
utanmıyor musunuz? Snelman’ın konuşmaları yüksek bir
ilham kaynağı oluyor, o zorlama ve nasihatleri en uyuşuk ve durgun akılları
uyandırıyor, kalplere ateş ve enerji saçıyordu.
*
Doktorlar, köy papazları, ilköğretim öğretmenleri, hükümet memurları; çeşitli
bölgelerdeki toplum kesimlerinin hayatlarını araştırmaya koyuldular.
Gazetelerde, dergilerde, ve çeşitli kitaplarda halkın hayatını konu edinen
haberler, röportajlar, araştırma yazıları yayınlanmaya başlandı.
Özellikle iki kitap çok daha fazla ilgi görmeye başladı.
Bunlardan birisi Bir Köy Doktorunun Hatıraları, diğeri de
Bir Köy Papazının Notları adlı kitaplardı. Bu iki kitap kültür ve basın
dünyasında bir fırtına kopardı. Kimi yazarlar bu kitapları çok beğendiklerini
söyleyerek göklere çıkarıyor ve eleştirilerinde övgüye yer veriyorlardı.
“Halk için yüreği sızlayan ve okuryazar olan herkes, mutlaka bu
kitapları okumalıdır. Bu kitaplar körlerin gözlerini açar, ruhu henüz
tamamen körelmemiş biri, bu kitapları okuyunca utancından kızarır.”
Kimileri de bu kitaplara fena hâlde kızıyorlar ve yazarlarına ateş
püskürüyorlardı. Bunlar da şu eleştirilerde bulunu yorlardı:
“Her iki kitapta da Fin milleti küçük düşürülüyor. Bu kitaplar yalanlarla
doludur. Bu anlatımlarda her şey olduğundan fazla abartılmış ve
karikatürize edilmiştir.”
Bu iki kitap hakkında yapılan birinci eleştiri, hakkı teslim etmektedir.
Gürültüleri koparanlar, millet kavramını yanlış anlayanlar ve “Milletin, kaba ve
çirkin de olsa, her şeyi gizli tutulmalıdır!” diyenlerdi. Onlar çöldeki
deve kuşu gibi, önlerindeki tehlikeyi görmemek için başlarını kuma
gömüyorlar ve başları dışarı çıkarılınca da hiddetleniyorlardı.
Her iki kitabın yazarı da Finler’in yüksek tabakasına var
güçleriyle şöyle sesleniyorlardı:
-Uyanınız! Yurttaşlarınızı kurtarmak için işbaşına geçiniz! Halkımızın dörtte
üçünün yaşamakta olduğu hayat fecidir.
Köylümüz ve işçimiz ölümle pençeleşiyor, ruhen ve bedenen çöküyorlar.
Güçlü yazarlarımızdan olan sayın Doktor ve Papaz, eserlerine uydurma
şeyleri yazmamışlar ve sizleri öfkelendirmemek için olayları tek yanlı
ele almamışlardır. Bunlar sadece bulundukları köylerde yaşayan halkın
hayatına yakından tanıklık ederek, gerçekleri olduğu gibi yansıtmışlardır.
İnsanı dehşete düşüren gerçekleri öğrenenler
“1,5 milyon insanımızın böyle bir hayat sürmesine nasıl
dayanabiliriz? Bu durumun suçlusu biziz!..” diyorlar.
Kitapları okuyunca dehşete düşen diğer bir kesimse “Acaba
bu insanlar böyle hayata nasıl tahammül edebiliyorlar? Bunlar azizler
zümresinden midir, yoksa iki ayaklı birer hayvan mıdırlar? Bu hayat,
Dante’nin Cehennem’inde tasvir ettiği hayattan daha berbattır.
Orada insanlar, günahlarından dolayı o azabı görüyorlardı.
Peki ülkemizdeki insanların günahı nedir?
Sonuçta Dante’nin Cehennem’i baştan sona dahice kurgulanmış bir romandır.
Burada ise kahredici bir yazgı, acı bir gerçek ve utanç verici bir iğrençlik var!..”