Kendini Halkın Sağlığına Adayan Doktor...
Bir Köy Doktorunun Hatıraları adlı eserin yazarı, göreve başladığı ilk
günden beri günlük tutuyor ve Tıp Fakültesini nasıl bitirdiğini, bölge
hizmetine hangi niyetle başladığını kaydediyor.
Talihi kendisine pek yardımcı olmamış, çocukluğunu ve
gençliğini muhtaçlık ve yokluk içinde geçirmiş. Küçük bir kasabada geçimini
sağlamaya çalışan yoksul bir kunduracının oğluymuş.
Talihin herkese gülmediğini bilmesine rağmen, bölge hizmeti sırasında gördüğü
şeylerden dehşete düşmekten kendini alamamış. Bir an kâbus görmekte
olduğunu sanmış. İlk izlenimleri, ona insanların ilk çağ dönemlerindeki ilkel
mağara yaşantılarını hatırlatmış.
“Acaba ben ülkenin en kötü bir yerine mi düştüm?” diye kuşkuya kapılarak,
çevre köy ve ilçelerdeki yaşantıyı da görmek istemiş. Ne yazık ki oralarda da
aynı gerçeklerle karşılaşmış; hatta bazı yerlerdeki durumun kendi bulunduğu
yerden daha vahim ve feci olduğunu görmüş.
Kayalarla kaplı yerlerde, üst üste yığılmış biçimsiz koca taşlardan evler
yapıldığına tanık olmuş. Kapılar alçak ve pencereleri yokmuş. Kapı çerçeveleri
ince ve aralıklı olduğundan içeri kar ve rüzgar giriyor, yağmurda damlar
akıyormuş.
Cam nadiren görülüyormuş. Pencere diye bırakılan küçük deliklere, yağlı
kağıt ve naylon veya bez parçaları çivilenmiş bir hâldeymiş. Ender olarak
da ince deriyle kaplandığını görmüş. Tamamen açıkta olanları da varmış.
Odaların bir köşesinde taş ve topraktan yapılmış ocaklar varmış.
Burada ateş yakılınca odanın içini duman kaplar, içerdekilerin gözleri
yaşarır, üst başları is içinde kalır, nefes alamazlarmış. Duman ağır ağır tavandaki
küçük bir delikten çıkarmış.
Köylüler hep aynı elbiseyle çalışır, yemek yer ve yatarlarmış. Yıllarca
banyo yapamazlarmış. Çamaşır yıkamak alışkanlıkları da yokmuş.
Üst-başları bit ve böceklerle doluymuş.
Trahom hastalığından çok çekerler, çoğu kez de üşütüp yataklara düşer ve
verem olurlarmış. Su kuyuları tuvaletlerin hemen yanındaymış. Sular mikroplu olduğundan tifodan kırılıyorlarmış.
Çocuklar arasında ishal, difteri, kızıl ve çiçek hastalıkları yaygınmış.
Binlerce çocuk da daha küçük yaştayken ölüyormuş.
Halk perişanlık içerisinde yetersiz besleniyormuş. Buna rağmen berbat bir
şekilde içki de içiyorlarmış.
Halk arasında sağırlar, dilsiz, kör, topal, kambur, kötürüm ve geri
zekâlıların da sayısı azımsanmayacak miktarlardaymış.
Doktor, bir köyü şöyle anlatıyor:
”Bir köye girilince insan şok olur. O durumu görenler kendisinden,
çevresinden, toplumdan, uygarlık denilen şeyden utanır.
Düşünüyorum, buralardan çok uzak ve zengin yerlerde, tiyatrolar, konserler,
yazarlar, sanatçılar, parlamento, çarşılar, alışveriş merkezleri, eğence
yerleri, barlar, gazinolar, bilimler akademisi, üniversiteler, hastaneler ve
birçok uygarlık kuruluşu var.
Burada ise sayısız insan, cehennem gibi bir hayat içinde ölümle pençeleşiyor.
Mesela bir köy evine girersiniz: Üç çocuk kuru toprak üstünde kızıl
hastalığından can çekişiyor. Onların arasında anne yeni doğurmakta olduğu
çocuğunun ağrılarıyla acı çekiyor. Sarhoş babaysa bir kenarda oturuyor.
Ona: “Evinde bu kadar felaket yaşanırken sarhoş olmaya utanmıyor
musun?” diyecek olsanız; alacağınız mırıltı türü cevap şu olacaktır:
-Sen de burada otur da gör! Yalnız sarhoş olmakla kalmaz, bir de içkiye
boğulursun. Bizim hayatımız ayıkken çekilmez...
Başka bir kulübede, başka bir felaket manzarası:
Anne veremin son devresine gelmiş, kan tükürüyor, başını yastıktan
kaldıramıyor. Baba tifoya tutulmuş, yüksek ateşin tesiriyle sayıklıyor. İki
hasta da yerdeki paçavra türü şilteler üzerinde yatıyorlar. Karyola filan yok.
İkisi arasında, biri bir yaşında, diğeri iki yaşında, iki çocuk yatıyor. İkisi de canlı
birer iskelet gibi. Komşulardan hiçbiri hastalarla ilgilenmek istemiyorlar.
Artık bu hale alışmışlar. Evde herkes kendi acılarıyla baş başa.
Bir yerde çiçek, tifo gibi bulaşıcı hastalık salgınlaşınca devlet oraya iki üç
doktor gönderiyor. Halk ise bu duruma kızıyor:
-Bu iğneleri niçin yapıyorsunuz?
Çocukları tedavi etmeyiniz, varsın ölsünler. Açların sayısı azalmış olur.
Siz asıl bizleri, büyükleri tedavi edin!..” diyorlardı.
Tedavi ve yardım görmek için, hemen her evden hasta geliyor. Kimisinde
frengi yaraları veya uyuz var. Kimisinin gözleri irinleşmiş, kimisi de kansere
yakalanmış. İnsan o an ümitsizlik ve bezginlik içinde kalıyor.
Sonuçta da yorgunluktan meydana gelen bir duyarsızlık oluşuyor.
Doğum yapan kadının yanındaki sarhoş kocaya hak verircesine, insanın ya
sarhoş olacağı ya da boğulup öleceği geliyor.”
Bu gözlemleri yapmış olan doktor, şehirlerde oturan insanlara devlet
adamlarına, politikacılara, bilim, sanat ve basın mensuplarına şöyle sesleniyor:
“Efendiler! Ne zamana kadar bu saklambaç oyununa devam edeceksiniz?
Sürekli vatanseverlikten, millet sevgisinden uygarlığa hizmet etmekten
bahsedersiniz. Ama millet için, vatan için, insanlık için ne yapıyorsunuz?
Bazıları milyonları vurarak sevgili yurdumuzu namussuzca soyuyor, bazıları
da dairelerde, matbaalarda, okullarda, üniversitelerde memurluk yapıyorlar.
Diğer tarafta ise milyonlarca halk mahvoluyor, yozlaşıyor, sarhoş yaşıyor,
hayvanlaşıyor!.. Milletin temelleri çöküyor!..
Henüz vakit varken ülkeyi ve halkı kurtarınız! Halkın arasına giriniz.
Onları tedavi ediniz, eğitiniz, terbiye ediniz!..
Evlerini nasıl yapacaklarını, nasıl düzelteceklerini öğretiniz! Halka sağlık,
temiz hava, güneşli, rutubetsiz ve sıcak meskenler veriniz.
Onlara daha insanca bir hayat yaşamasını öğretiniz! İnsanca bir hayat
yaşayabilmeleri için onlara yardım ediniz, imkânlar sağlayınız!..”
Doktor, kitabının sonuna doğru şunları yazıyor:
“Devlet büyük bir ailedir. Onun mensupları sizin küçük kardeşlerinizdir.
Alt tabakının kusurları, kısmen de üst tabakının ihmallerinden ve
duyarsızlığından kaynaklanmaktadır.”
Edebiyat ve kültür çevrelerinde doktorun kitabıyla ilgili birçok
tartışmalar yaşandı ama sosyal çevrelerde kitap gereken ilgiyi uyandırdı
ve amacına ulaştı. Finlandiya’nın bütün sağlık kuruluşlarında meslekdaşlarının
kitabı kelime kelime okundu, incelendi. Nahiye merkezlerindeki belediye ve
kamu memurları toplantılar yaparak, bu kitabın ortaya koyduğu meseleleri
araştırmaya ve yapılan hataların, olumsuzlukların, sorunların giderilmesi
için önlemler almaya başladılar. Bu konuyla ilgili her yerde aydınlatıcı
konferanslar verilmeye, yeni belgeler toplanmaya başlandı.
Önceleri bahsedilmesinden bile ürkülen ve görmezden gelinen halkın bu
feci durumunu herkes gördü ve anladı. Herkes parti çekişmelerini, kişisel
çıkarları, entrikaları bir kenara atarak, halkın sağlığının korunması sorunlarıyla
uğraş maya koyuldu.
Ülkede veremli hasta sayısı ve bu hastalıktan ölenlerin sayısı tespit edildi.
Bir yıl içinde tifoya, trahoma yakalananların, bakımsızlık ve
gıdasızlıktan ölen çocukların, diş ağrısı çekenlerin ve sakat kalanların sayısı
tesbit edildi.
Bunun yanısıra alkollü içeceklerin tüketimine harcanan paralar hesap edildi.
Alkol yüzünden meydana gelen kavgalar, yaralamalar, cinayetler,
yangınlar ve hırsızlıklar tespit edildi. Sonuç olarak ortaya çıkan rakamlar
herkesi korkuttu. Çünkü bu rakamlar, kafalara bir balyoz gibi iniyor ve
herkeste bu durumların düzeltilmesi isteği uyandırıyordu.
Hükümet, Mülki İdareler ve Belediyeler, doktorlardan oluşan bir Tıp Ordusu kurdular.
Çocuk Hastalıkları Doktorları, Kadın Hastalıkları Doktorları ve Diş
Doktorları, gruplar hâlinde ülkeyi sağlık taramasından geçirdiler. Bunlar
gittikleri yerlerde hem hastaları tedavi ediyor, hem de göz, kulak ve dişlerini
nasıl koruyacaklarını, anne sağlığı ve çocuk bakımını öğretiyorlardı. Bir
çocuğun yetişmesinin maliyetini hesaplıyorlar ve bakımsızlık yüzünden
ne kadar çocuğun ölümle pençeleşmekte bulunduğunu anlatıyorlardı.
Köylüler yavaş yavaş insan hayatının ekonomik değerini anlamaya başladılar.
Doktorlar köylülere şöyle diyorlardı:
-Paralarınız çalınmasın veya yanmasın diye iyice saklıyorsunuz.
Çocuklarınız, eşiniz ve kendiniz paradan çok daha değerlisiniz. Sizler canlı
parasınız. Bu sermayeyi iyi koruyun, israf etmeyin, çoğaltın.
Çoğu köye, iki büyük penceresi olan örnek birer ev yaptırıldı. İçine soba
yerleştirildi. Köylerde, köylülere çok ucuz fiyatlarla ev inşa eden işçi grupları
oluşturuldu. Hükümet bir çok merkeze depolar tesis ederek buralara inşaat
malzemelerini yığdı. Bu depolardan köylüler ve Köy Kooperatifleri, gayet
uygun şartlarla malzemelerden yararlanabiliyorlardı.
20 yıl sonra birçok köyün şekli değişti. Evler ahır şeklinden kurtarılıp,
gerçek insan evine dönüştürüldü. Köylüler daha iyi, daha sıcak
elbiseler giymeye başladılar. Ülkenin her yanında konfeksiyon ve ayakkabı
atölyeleri kuruldu. Burada üretilen giysi ve ayakkabılar, ucuz fiyatla halka
satılmaya başlandı.
Köylerde yeni elbiseleri giyenler bayram havası yaşadılar. Yamalı ve
paçavra elbiseler ortadan kalktı, güzel giyimli insanlar ortaya çıktı.
Soğuk algınlığı hastalıklarının önü alındı, verem kurbanlarının sayısı yarı
yarıya azaldı. Birçok hastalık ortadan kalktı. Daha sağlıklı bir hayat içerisinde
doğumlar arttı. Sağlıklı bebekler dünyaya geldi. Çocuklar sağlıklı ve
neşeli büyümeye başladılar. Ülkede üretime katılan eller çoğaldı.
Halk daha fazla kazanmaya başladığından, daha iyi beslenmeye özen
gösterir oldu. Sonunda birgün geldi ve bütün bu sağlık seferberliğinin başlamasını
sağlayan doktor hayata veda etti.
Kendini Halkın Sağlığına Adayan Doktor’un ölümü, ülkede büyük bir
üzüntüye neden oldu. Ülkenin dört bir yanından yüzlerce
köyün temsilcisi cenaze törenine katıldı. Köylüler, temsilcilerini en gürbüz, en
sağlıklı ve iri yapılı gençlerden seçmişlerdi.
Bu sağlıklı gençler Kendini Halkın Sağlığına Adayan Doktor’un tabutunu
omuzlarında taşıdılar. Bu iriyarı insanların düzenli bir sıra halinde şehrin
sokaklarından geçtiklerini görenler, bunları canlı bir çam ormanına
benzetmişlerdi. Gerçekten de bunların her biri, birer gemi direği gibiydi.
Mezarlığa gelindiği zaman köy delikanlılarından biri tabutun yanına
gelip şu konuşmayı yaptı.
-Bizler köy kırlarından, köy ormanlarından senin mezarının başına
geliyoruz. Fakat cenaze törenlerinde taşınması gelenek olan çelenk ve
çiçekleri getirmiyoruz. Bizim Suomi’miz içinde senin kurduğun hasbahçenin
çiçeklerine birer örnek olmak üzere, köylülerimiz bizi seçip buraya gönderdi.
Ey milletimizin büyük bahçıvanı, ebedî meskeninde istirahat et!..
Biz senin hayırlı çalışmalarını kutsuyoruz...
Sen bir halk doktoruydun.
Yüzbinlerce köylüyü iyileştirdin.
Milletimizin damarlarına taze ve temiz kan akıttın.
Vatanımıza kahramanlar armağan ettin.
Bize sağlıklı çalışmanın hazzını tattırdın.
Millet senin heykelini dikmek istiyor.
Sen buna gerçekten layıksın. Ama senin en güzel heykelin işte bizleriz.
Bizler ki yeni toplumun ürünüyüz. Kendimiz de bu yeni hayatın üreticisiyiz.
Erkek ve kadın hepimiz, Fin aydınlarının, ülke için nasıl çalışmaları
gerektiğini gösteren birer canlı heykeliz. Varlığının üstünden geçen zaman ne
kadar çok olursa olsun, sağlığına kavuşan milletin kalbinde senin hatıran
da o kadar sıcak ve parlak olacaktır.
Sen ne Cesar’dın, ne de Napoleon...
Hiçbir karış toprak işgal etmedin.
Tek bir damla kan akıtmadın.
Ama yurdumuza binlerce yeni, sağlam, kuvvetli ve çalışkan eller kazandırdın.
Milletin sağlığı için mücadele eden büyük kahramanın şanı sonsuza dek yaşasın!..