Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

16. ASIRDAN SESLER Aşağıda okuyacağınız yazı “Kanuni Devrinde Bir Sefirin Hatıratı ” isimli kitaptan alınmıştır. Bu sefir, G.D.E. Busbecg’dir. İşte bu sefirin hatıralarından bazı parçalar: Amasya’ya vardığımız zaman, Veziriazam Ahmet Paşa’ya ve diğer paşalara hürmetlerimizi arz ettik. (Sultan burada yoktu). İmparatorun talimatı dairesinde bunlarla müzakereye giriştik. Paşalar işin daha bu safhasında bizim aleyhimize gibi görünmemek için hiçbir şey söyleyemediler. Metbûalan kanaatini izhar edinceye kadar meseleyi tehir ettiler. Sultan avdet edince huzura çıkarıldık. Sultan Süleyman alçak bir taht üzerine oturmuştu. Yüksekliği bir kadem kadardı. Üzerine nadide halılar, gayet nefis işlemeli yastıklar konulmuştu. Yayı ve okları yanında duruyordu. Yüzü gülmüyordu. Çehresinde huşunet vardı. Bu hâl boş değildi, fakat aynı zamanda azimetten hali değildi. Biz sultanın bulunduğu yere gittiğimiz zaman bizi huzura mabeyinciler çıkarmışlardı. Bunlar silâhlarımızı aldılar. Bir Hırvat mülâkat talep edip de Sultan Murad’ı öldürdükten sonra bu usul ihdas olunmuştu. Sultanın elini kemali tâzimle öptükten sonra geri geri duvara kadar çekildik. Arkamızı kendilerine doğru çevirmekten içtinap ettik. Sonra beni dinledi. Yüzünde bir istihfaf alâmeti belirdi. (Çünkü efendimin, İmparatorumun talepleri çok vakurane ve istiklâlperverâne idi) ve sadece şu cevabı verdi: “Güzel!.. Güzel!..” Bundan sonra bize ikametgâhımıza gitmek üzere izin verildi. Biz, huzurda iken, büyük bir kalabalık vardı. Vilâyet beylerbeylerinden birçoğu hediyelerle gelmişlerdi. Bütün hassa alayı, süvariler, sipahiler, gurebalar, ulûfeciler, yeniçeriler burada idiler. Bu koca mecliste tek bir kişi yoktu ki haiz olduğu mevkii ve rütbeyi kendi liyakat ve cesaretine borçlu bulunmasın... Hiç kimse filânın neslinden, filân falanın soyundan gelmiş olmak dolayısıyla diğerlerinden yüksek bir mevkie çıkamaz. Herkesin vazife ve memuriyeti ne ise ona göre itibar edilir. Bundan dolayı, Türkler arasında merasimde üstünlük kavgası yoktur. Herkesin ifa ettiği vazifeye göre tayin edilmiş bir mevkii vardır. Herkese Sultan, bizzat memuriyet vazifesini tevcih eder. Bunu yaparken ne zenginliğine, ne anadan doğma, babadan gelme asalete bakar, ne de boş ricalara, istirhamlara, tavsiyelere... Bir namzedin haiz olabileceği nüfuz ve şöhreti hiç nazanitibara almaz. Yalnız liyakatla dirayete bakar, seciye arar, fıtrî kabiliyet ve istidadı düşünür. İşte herkes istidat, kabiliyet ve bilgi, ahlâk ve seciyesine göre bir işe tayin edilir. Türkiye’de herkes kendi mevki ve istikbalinin bânisidir. En yüksek mevkilere çıkanlar çoğu zaman çobanlıktan yetişmişlerdir. Bunlar böyle küçük yerlerden, aşağılardan gelmiş olmaktan utanmak şöyle dursun, bilâkis bununla iftihar ederler. Ben ne idim... Çalışkanlığım, doğruluğum sayesinde ne oldum!., derler. Bugünkü mevki ve ikballerini ecdatlarına ne kadar az borçlu iseler, iftihar etmekte kendilerini o kadar haklı görürler. Türkler insanlarda meziyetin babadan oğula irs yoluyla intikal ettiğine, bir miras gibi elde edildiğine inanmazlar. Bunu kısmen Allah’ın bir ihsanı, kısmen de çalışmanın, zahmetin, gayretin bir mükâfatı telâkki ederler. İşte bu suretle Osmanlı İmparatorluğunda şevket ve makam, İdarî mevkiler, liyakat ve maharetin mükâfatıdırlar. Namussuz, tembel, atıl, bilgisiz olanlar hiçbir zaman yüksek mevkilere tırmanamazlar. Hakir ve zelil bir hâlde kalırlar. Osmanlıların neye teşebbüs ederlerse muvaffak olmalarının, bütün dünyada hâkim bir ırk hâline gelebilmelerinin, imparatorluğun hudutlarını boyuna genişletmelerinin sebebi hikmeti budur. Bizim tatbik ettiğimiz hükümlerse tamamen aksinedir. Bizde şahsî liyakat ve itibara yer verilmez. Her şey bizde doğuşa bağlıdır. Yüksek mevkilere getirilecek adamlar, hangi nesilden gelmişler, ona bakılır. Bu mevzua dair başka bir yerde daha çok şeyler söyleyeceğim. Bu mütalâalar mahremdir... Aramızda kalsın... Şimdi aynı kitaptan başka bir parça naklediyoruz: Şimdi siz benimle birlikte, geliniz, sarıklı başlardan teşekkül eden şu muazzam kalabalığa gözlerinizi çeviriniz, hepsi bembeyaz, tertemiz ipeklilere sarılmışlar. Çeşit çeşit, renk renk, pırıl pırıl esvaplar! Her tarafta altın, gümüş, lâl, ipek ve saten parıltısı... Manzarayı tasvir imkânsız. Her türlü tasvirin ve benzetişin üstünde bir hâl... Gözlerim şimdiye kadar böyle bir manzara görmemişti... Mamafih bu servet ve ihtişam içinde dahi büyük bir sadelik ve iktisat göze çarpıyordu. İşgal ettikleri mevki ne olursa olsun herkesin esvabı aynı biçimde idi. Teferruattan, lüzumsuz işlemlerden âri idi. Hâlbuki bizim elbiselerimizde sadelikten eser yoktur. Teferruat içinde boğulmuş, lüzumsuz işlemler elbisenin maliyet fiyatını çok yükseltmiştir. Dayansa bari, ne gezer... Bizim elbiselerimiz çok pahalıya mal olur, üç gün içinde bozulur. Türklerin esvapları uzundur; topuklarına kadar iner. Bu biçim esvaplar yalnız gösterişli olmakla kalmıyor, insanın boyunu da uzun gösteriyor. Bizimkiler o kadar kısa ve dardır ki, insanın vücudunun biçimini meydana çıkarıyor. Vücudun girintisi çıkıntısı hep dışarda. Bunları gizlemek her bakımdan daha iyi olurdu. Şüphesiz... Sonra bizim elbiseler insanı göstermiyor da... Bir cüce manzarası veriyor. Bu muazzam kalabalık içinde imrenilecek bir nokta da sessizlik ve disiplindir. Hiçbir bağrışma, gürültü, uğultu yok... Hâlbuki bizde birkaç kişi bir araya geldi mi gürültüden durulmaz. Herkes kendisine tayin edilen noktada sessiz ve sakin duruyordu. Paşalar, Miralaylar, Binbaşılar, Yüzbaşılar, ilâhiri... Türkler bunların hepsine (Ağa) diyorlar... Büyükler oturuyorlardı. Neferler ayakta idiler. En çok göze çarpan, miktarları binleri aşan yeniçerilerdi. Bunlar diğer kuvvetlerden ayrı bir mevkide duruyorlar, uzun bir saf teşkil ediyorlardı. O kadar sessiz idiler ki, yanımda oldukları hâlde acaba adamlar ölü mü, diri mi? diye şüpheye düşüyordum. Sanki birer heykeldiler. Bir deniz harbi oluyor, donanmamız bütün Akdeniz’i zaptediyor. Avusturya İmparatoru Ferdinand’ın elçisi, bakın bunu nasıl anlatıyor: Eyül’de muzaffer ve muazzam donanma, esirler, ganimetler ve zapt olunan sefinelerle beraber İstanbul’a döndü. Bu biz Hristiyanlar için ne kadar elim, acıklı bir manzara İse Müslümanlar için o kadar hoş, zevkli bir manzara idi. Muzaffer donanma, ilk gece İstanbul kapılarında demirledi. Maksat sabahleyin, büyük bir seyirci kalabalığı karşısında, şanlı şerefli, tantanalı bir şekilde limana girmekti. Sultan Süleyman Han liman methalinin yanındaki sütunlu mevkie inmişti. Burası Sultan sarayının temadisinden teşekkül eder. Padişah muzaffer donanmayı, donanma da teşhir edilen Hristiyan amirallerini yakından görmeyi arzu ediyordu. Amiral gemisinin ta arkasında, meşhur Don Alvaro ile Napoli ve Sicilya donanmalarının amiralleri, Don Berenguer ve Don Sancho teşhir olunmuşlardı. Zaptolunan kadırgaların kürekleri, küpeşteleri alınmış, silâhsız askerler gibi sadece tekneleri bırakılmıştı. Bunlar Türk gemilerinin yanında âdi, biçimsiz görünüyorlardı. Bu büyük merasimde Muhteşem Süleyman’ın yüzünü görenler, onda bir zerre bile gurur nişanesi görmediklerini kat’iyetle söylüyorlar. Ben de, kendisini iki gün sonra dinî vazifesini ifa eylemek üzere saraydan çıktığı zaman gördüm. Yüzünün ifadesi hiç değişmemişti! Hâlinde aynı huşunet ve hüzün eseri vardı. O kadar ki vukua gelen muazzam zaferin, sanki kendisiyle hiç alâkası yokmuş, beklenmedik hiçbir hâdise olmamış zannedersiniz. Talihin mukadderatını kabule, bu ihtiyar hükümdarın kalbi öyle alışmış ve hazırlanmıştı ki, alkışlara kulağını tıkıyordu, nazarında bütün zaferler âdeta bir hiçti. O Allah’ına, dinî vazifesini ifaya, camiye namaza gidiyordu. Hâlinde aynı huşu ve hüzün eseri vardı. Şimdiki hâlimizi bir görün! Macar futbolcularını yendik diye ortalık altüst oldu... Biz ne kadar değişmiş, ne kadar hafiflemiş, ne kadar eften püften adamlar hâline gelmişiz... Gösteriş, nümayiş, alâyiş, gurur... Bütün sermayemiz bu... Şu haşmete, kudrete bakın, bir de şimdi Amerikalı Mr. Randall’ın etrafında “dolar, dolar...” diye dolaşanlara... Gene aynı adam anlatıyor: Kanunî Sultan Süleyman Han, gerek kendisinin ve gerek ecdadının kazandığı zaferlerin telkin ettiği dehşetle karşımıza dikiliyor. Macaristan ovalarını 200.000 süvari ile istilâ etti. Şimdi de bütün Avrupa’yı tehdit ediyor. Ta... İran hududundan buraya kadar devam eden yerlerdeki bütün kavimleri arkasından sürüklüyor. Birçok kralların menabii ile teçhiz edilmiş bir ordunun başında bulunuyor. Üç kıt’adan her biri bizim imhamızı hazırlıyor. Bu ordu, bu tafan bir yıldırım gibi çarpıyor, yıkıyor. Sultan Süleyman iyi talim görmüş bir ordunun başındadır. Ordu da onun idaresine alışmıştır. İsmi ta... uzaklara kadar dehşet salıyor. Hudutlarımız boyunda bir arslan kükrüyor. Kâh oradan, kâh buradan, geçmek istiyor.” Şimdi, şimdi biz gâh oradan gâh buradan para dileniyoruz. “Dağ başını duman almış”, on yılda onbeş milyon genç yaratmışız hepsi o kadar!.. İşimiz gücümüz şarkıcılık, türkücülükte... Geçenlerde Pakistan’ın Anayasa Meclisi Reisi Abdülvehap Han memleketimizi ziyaret etti. Sakallı, yaşlıca muhterem bir zat... Hemen güya bizi, Müslüman Türk halkını temsil eden gazetecilerimiz Atayasacılar, Pakistan’ın Anayasa Meclisi Başkanı’nı sual yağmuruna tutmuşlar. Sorulan suallere bakın: 1. Mekteplerinizde din dersleri var mı? 2. Reisicumhurunuzun neden mutlaka Müslümanlardan olması lâzım? 3. Ceza kanunlarında İslâmî eserler mi tatbik edilecektir? 4. Lâik misiniz, değil misiniz?.. Bunları soran bizim gazeteciler... İsrail gazetecileri değil ha!.. Güler misin, ağlar mısın?!. Yahu, bu adamların din denilince tepesi atıyor. Yahudiler bile İslâm dininden, Müslümanlardan bu kadar nefret etmezler!.. Böyle sualler sormazlar... Lâf mı bu?!. Elbette mekteplerinde din dersi olacaktır... Pakistan’ı Hindistan’dan ayıran yegâne husus İslâm dinidir, Pakistanlıların Müslüman oluşudur. Pakistan bugünkü varlığını, ayrı bir devlet oluşunu İslâmiyete borçludur. Hikmeti vücudu budur. Hele suale bakın: Neden Reisicumhurunuz muhakkak Müslüman oluyor? Eh bu sual hepsinin üstüne tüy dikiyor... 80 milyon Müslümanın Reisi Müslüman olmayacak da asırlarca Pakistanlıların kanını emen Hindulardan biri mi olacak? Lâik Türkiye’de dahi Devlet Reisi Müslüman değil midir? Hadi bakalım lâikiz diye başımıza bir gayrimüslim getirsenize: Yorgi, Dimitri, Athenagoras v.s... kabilinden... Sıkı mı? Size kalsa siz onu da yaparsınız? Şunlara bak bir... Pakistanlı misafire sordukları suale!.. “Neden Reisicumhurunuzun Müslüman olması lâzım?!.” Dünyanın neresinde görülmüştür bir devlet reisi kendi milletinin dininden ayn bir din, kendi milliyetinden başka bir milliyet taşısın... Bu, ancak esaret ve müstemleke idarelerinde vardır. Yoksa, bu gazeteciler dostkardeşdindaş Pakistan’ı hâlâ müstemleke mi sanıyorlar?!. Lâik mi imiş, değil mi imiş?!. Hay Allah lâyığınızı versin! Pakistanlı kardeşlerimize şunu söylemek isteriz ki, bunlar, böyle sualleri soranlar hakikî Türk değildirler!.. Her Türkçe konuşanı Türk sanmayınız... Hakikî Türk müneveri, Türk halkı onlar gibi düşünmüyor... Dünyada İslâmî esaslar kadar medenî, İnsanî, demokratik esaslar yoktur... Bunlar Türkiye’de Müslümanlığı ağza alınmayacak bir hâle getirmek için çalışıyorlar. Din adamlarımızın adı yobazdır. Allah’ın her günü din adamlarım tezlil ve tahkir eden yazılara, fıkralara, karikatürlere, rotatif saltanatçılarının, basma kâğıt tüccarlarının gazetelerinde bol bol rastlanır. Din adamlarından biri bir suç işlese ayyuka çıkar. Sanki din adamları melektir. Her türlü beşerî duygulardan münezzehtir. Maksat hocaların şahsında Müslümanlığı vurmaktır. Karargâhlarını İstanbul’da kuran, şuradan buradan gelme, birikme, birikinti türediler, bu vatanı hangi ruhun kurtardığını bilmemezlikten gelirler. Bizzat kendilerini bu günlere, bu imkânlara kavuşturan ruha düşman kesilirler... Onlar Türkiye’yi ifsat ettikten sonra şimdi de Pakistan’a el atmak, orasını da ifsat etmek istiyorlar... Çatlasalar, patlasalar bu olmayacaktır. Pakistan kendi ruhuna, kendi dinine ihanet edemez... İslâmî esaslar dahilinde bir anayasa tanzim edilmiştir. Asırlardan sonra büyük İslâm prensipleri, Pakistan’da basübadelmevte kavuşmuştur. İslâm Pakistan Cumhuriyeti ilân edilmiştir. Yeryüzünde resmen devlet adında “İslâm” ismini taşıyan tek devlet Pakistan’dır. İslâm Pakistan Cumhuriyeti, Pakistanlı kardeşlerimize ve bütün âlemi İslâma kutlu olsun... BU “CUMHURİYET” DİNİMİZDEN NE İSTER? Kadrosunda bir sürü komünist barındıran Türkiye’de bütün solcu neşriyatın takdimci, teşvikçi propagandacısı şu Cumhuriyet gazetesi din ve mukaddesat düşmanlığında hepsinden keskin amansız ve uyanıktır. Malatya’da meçhul bir şahıs, Ahmet Emin’e bir kurşun sıkar. Fail henüz bilinmemektedir. Fakat Cumhuriyet gazetesi faili polisten, jandarmadan evvel yakalar. Bunu yapan ya Büyük Doğucu, ya İslâm Demokrat, kısaca mürtecilerdir. Birkaç gün sonra işi daha da vahimleştirir. Kâşâni’den çek gelmiştir. Bu işi yapanlar, Feda lyanı İslâmcılar, İhvanü’lMüslimcilerle işbirliği halindedirler... Söyledikten sonra dilin söylemeyeceği, yazdıktan sonra kalemin yazamayacağı mı var: İmtira, isnat, tezvir. Gaye, Türkiye’de uyanmaya başlayan büyük iman hareketini boğmaktır. Ahmet Emin’den akan 35 damla kanla bütün Türkiye’yi kana boyamaktır. Karadeniz kıyısında bir vilâyette küçük bir gazete çıkar. Aynı vilâyetin D.P.’li milletvekili bu gazetede bir makale neşreder... Eski üslûplu, hiçbir fevkalâdeliği olmayan bir makale... Kimsenin nazarı dikkatini çekmez... Unutulur gider... Fakat Cumhuriyet, din düşmanlığı yapmadan yaşayamaz... Muhakkak bir şey bulmalıdır. Bu zavallı gazeteyi nereden bulduysa bulur. Klişesini ve mahut makaleyi aynen neşreder. Arkasından tahkikata başlar. Atatürk ve inkılâp gibi kanunla korunmuş hassas kelimelerin arkasına sığınarak basar yaygarayı. Başta Nadir başmuharriri, fıkracısı, yedek subaylığını çavuş olarak yapan çizelgecisi (karikatüristi) hepsi birden dine, din adamlarına atar tutarlar, yazar çizerler... Günün birinde imamın biri de her insan gibi bir suç işler... Hemen Cumhuriyet birinci sayfasında büyük puntolarla, hâdiseyi tamamen tahrif ederek, kendi niyetine göre kaleme alır, ilân eder... Sanki imamlar, hocalar, insanı beşer değildirler, her türlü duygudan mahrumdurlar... Geçenlerde yine Cumhuriyet’in birinci sayfasında “Bir müftü keçi çaldı” başlıklı bir haber vardır. Bu müftü Reyhaniye müftüsüdür. Hâdise tamamen yanlış aksettirilmiştir. Hakikatte keçiyi çalan müftü değil, müftünün keçisi çalınmış, müftü efendi mahkemeye müracaat etmiştir. Zavallı hoca gazeteye tekzip gönderir. Mağrur ve koca Cumhuriyet tekzibi neşretmez. Vaziyeti ait olduğu daireye yazar. Daire de Cumhuriyet’ten korkmaktadır. Hâdise karanlık, karışık bir hâdise değildir. Elimizde mahkeme ilâmı vardır. Müftünün keçisi çalınmıştır. Hayır bunu Cumhuriyetçiler kasten “Müftü keçi çaldı” şekline inkılâp ettirmişlerdir. Zira bu, inkılâpçılığın şanındandır. Kimin, kimlerin malını çaldığını, kimin, kimlerin matbaasını gasp ettiğini biz biliyoruz. Burası yeri değil... Söz çok! Verilecek cereme yok baylar!.. Yüzde doksan sekizi Müslüman bir memlekette yaşadığınızı unutuyorsunuz... Bir milletin diniyle, imanıyla ve din adamlarıyla böyle oynamayınız. İleri görüşlüyüz, inkılâpçıyız diye çok ileri gidiyor, her şeyi çok değiştiriyor, tahrif ediyorsunuz. Müftülerimize keçi hırsızı, imamlarımıza üfürükçü, ırz düşmanı, din âlimlerimize yobaz diyor, inkılâpçılık perdesi arkasında mukaddesatımızla oynuyorsunuz. İkinci Dünya Harbi’nde Alman orduları Edirne’ye kadar geldiği zaman, Türkiye’nin kaderini onların elinde görerek mevkiinizi, Cumhuriyet’inizi, servetlerinizi, fabrikalarınızı korumak için, Alman ordularına “gel gel” ettiğinizi, bu hususta Hüseyin Cahit’le yaptığınız atışmaları, tartışmaları unutmadık. Artık Anadolu insanı uyanıyor. Onu hâlâ öküzün ardından giden, öküzün ektiğini yiyen, zavallı insanlar olarak görüyorsanız aldanıyorsunuz... Artık milletin inandığı kıymet ve kuvvetlere hürmet etmenizin, sağa bakıp hizaya gelmenizin zamanı çoktan gelmiştir...
·
239 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.