Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

SARIKÖY MAHŞERİ Serdengeçti’yi tekrar çıkarmak için Antalya yoluyla İstanbul’a gidiyordum. Antalya’dan Burdur’a otobüsle gittik. Burdur istasyonunda içime bir Eskişehir’e uğramak sevdası düştü. Bileti Eskişehir’e aldım. Yunus’u ne zamandan beri sevdiğimi, tanıdığımı bilmiyorum. Kendimi hileliden beri Yunus Emre’yi, onun İlâhilerini, içli, dertli şiirlerini seviyordum. Şu son yıllarda başıma gelen türlü felâketler, dertler, beni ona daha çok yaklaştırdı. Geçen sene kışı Konya hapishanesinde geçirmiştim. Bu yıl 1948 güz ve kış Akseki cezaevinde geçti. Hapishanelerde mahkûmlara Yunus’tan parçalar okudum. Mahkûmlar Yunus’un İlâhilerini zaten mayalarında mevcut olan dertli bir gariplikle nefes nefese takip ederlerdi. Yanımda Karacaoğlan’ın koşmaları da vardı. Ondan da parçalar okudum. Mahkûmlar bunu da dinlenlerdi ama Yunus’u dinledikleri gibi değil! Hâlbuki ellerinden her şeyleri alınmış, dış âlemin hasretini, dağlan, yaylaları, gelinleri, kızları özleyen bu genç insanlann Karacaoğlan’ı daha çok sevmeleri lâzımdı. Bu, neden böyle olurdu? Yunus’taki bu çekici, duyurucu, doyurucu hâl ne idi? Ben, kendi kendime şöyle bir izah yolu bulmuştum. Karacaoğlan’ın şiirlerinde yaylalar, dağlar yükselir, göller, denizler dalgalanır, rüzgârlar eser, örmeli sürmeli gelinler, kızlar cilvelenirdi. Karacaoğlan ilden ile, belden bele esen serseri bir rüzgâr, çiçekten çiçeğe konan avare bir gönüldü Kısaca Karacaoğlan, dünyanın sathında dolaşıyordu. Yunus gezmez, dolaşmaz! Karacaoğlan tabiatla, eşyalarla, insanlar arasında gelir gider. O, güzeli bulmak için gezer. Yunus, her yerde, her şeyde dertlerde bile bir güzellik bulur: Kahrın da hoş, lütfün da hoş, Tanrım sana sundum elim. Çünkü Yunus’un âşıkı, her yerde hâzır ve nâzırdır. O, ona bağlıdır. Onun için seyahate çıkmaya lüzum yok. ‘Bir ben vardır bende benden içeri’ diyen Yunus, içe hitap eder. Denizi coşturan, çiçeğe renk, kâinata ahenk veren kudrete hitap eder. Yunus neticeler, renkler, satıhlar üzerinde değil, sebeplerin sebepleri, mahlûkların hâliki üzerinde durur. Karacaoğlan dışa, dağlara, yaylalara, gelinlere, kızlara seslendiği için mahkûmların derdini artırıyor; hapishanenin içinde bir hapishane daha peyda oluyordu. Karacaoğlan mahkûmsun, mahsursun derken, Yunus mes’utsun diyor. ‘Kahrın da hoş, lütfün da hoş, ister öldür, ister güldür, Tanrım sana sundum elim.’ Yunus’un diğer halk şairleriyle mukayesesi, dünya görüşü, hayat felsefesi, sanatı uzun bir iştir. Mümin ve mütevekkil Anadolu’nun derdini, ruhunu, aşkını en iyi bir şekilde dile getiren bu Tanrı kulu, bu toprak çocuğu hakkında, onun yollarında hayran hayran dolaşırken yazdıklarımızı, düşündüklerimizi ‘Yunus’un Yollarında’ isimli kitabımızda toplamış bulunuyoruz. Nasip olursa bastıracağız. Şimdi gelelim sadede: Eskişehir’e iner inmez, arkadaşım şair Cemal Oğuz’u buldum. İstanbul'da acele işlerim olduğunu, hemen gideceğimi söyledim. O, bana şöyle bir müjde verdi: 6 Mayıs Cuma günü Yunus, mezarından kaldırılıp yeni mezarına konacak. Yunus kalkıyor mu? dedim. Evet, kalkıyor. Bu söz, bana öyle dokundu ki içimden bir şey kalktı, bir şey ayaklandı. Sarıköy'deki Yunus kalkmadan benim içimdeki Yunus uyandı. O gece gözlerime uyku girmedi. Seher vakti kalktım. Pencereden ağaran tan yerine, dağlara doğru baktım ve Yunus’un şu mısralarını söyledim: ‘Dağlar ile taşlar ile, seherleyin kuşlar ile çağırayım Mevlâm seni.’ Güzel bir bahar sabahı, otomobilimiz Eskişehir’den Sarıköy istikametine doğru hareket ediyor. Otomobilde Eskişehir’in muhterem müftüsü A. Toprak, hafızlar, Cemal Oğuz ve bazı zevat var. Bozkırdan geçiyoruz. Yunus’un piştiği topraklardan. Uzun bir kış uykusundan sonra bozkır uyanmış. Her taraf yemyeşil, rüzgârlar esiyor. Yunus’un yanına gidiyoruz. Hep bir ağızdan Yunus’un İlâhilerini okuya okuya gidiyoruz. Okunur dilde destanın Açılır bağı bostanın Sen baktığın gülistanın Gülleri solmaz Allah ’ım. Aşkın baharına dalmayan, Kendini feda kılmayan, Senin cemâlin görmeyen Meydana gelmez Allah ’ım. Senin aşkına dokunan Kendini bilmez Allah’ım. Biz de kendimizi bilmiyoruz. Yunus’un nefesleriyle bahar rüzgârları bizi bizden alıp götürüyor. Sarıköy’e yaklaşıyoruz. Aman ne kalabalık, ne mahşer bu! Koca vadi, baştan başa insanlarla dolmuş. Otomobiller, arabalar, çadırlar... Cemal bana: ‘Bugün küçük bir dinî merasim yapılacak. İstanbul’dan falan kimse davet edilmedi. Asıl büyük tören çeşmeye su geldiğinde yapılacak!’ demişti. Cemal’e, kalabalığı göstererek: Bu kıyamet ne? dedim. O da şaştı kaldı. Hiç davet edilmeden Anadolu’nun en yoksul, en kısır, nüfus kesafeti en az olan bir yere bu kadar kalabalık toplansın? Bu ne demek? Bu, harikulâde bir şeydi. Bu kalabalık, şehirlerin meydanlarına toplanan eli bayraklıların, törenlerin kalabalığı değildi. Bu erenlerin mahşeriydi! Yunus’un henüz boş olan mezarının bulunduğu yeşil tepede Ankara’dan gelenler. Yunus Emre Demeği Başkanı H. Baki Kunter ve ailesi, müzeler müdürü, Talim ve Terbiye Reisi, bazı zevat var. Yanlarında Eskişehir Valisi Danış Yurdakul olduğu hâlde kalabalığı seyrediyorlar. Üstat H. Baki, bize Yunus’un 29. torunu Sivrihisarlı Mustafa Efendi isminde bir ihtiyarı takdim ediyor. Uzunca boylu, tıpkı mezardan çıkan Yunus gibi, yüzünü gün yakmış bir Anadolu Türkü, hayalimdeki Yunus’a çok benziyor. Derhâl eline sarılıp öpüyoruz. O, garip garip etrafını saran insanlara bakıyor. Kalabalık gittikçe Yunus’un eski mezarı ile yeni mezarı arasındaki sahada kesifleşmeye başladı. Biraz sonra, Yunus, eski mezarından kalkacak. Bütün nazarlar mezarda. Her yere onun ululuğu sinmiş. Gönüllerde o var. Nefesleri ağızlarda. Avuçlar göklere açılmış. Bu, öyle bir şey ki yevmi mahşerde sancakı şerifin altına toplanan, Peygamber’den şefaat bekleyen müminlerin hâline benziyor. Ürperiyorum. Vaktiyle Serdengeçti’de çıkan şair bir dostumun Mevlâna türbesinde yazdığı şu mısraları bir dua okur gibi okuyorum: ‘Bak içime düştü korku. Erenlerde olmaz uyku Uyan pirim, uyan gayrı.’ Yeşil tepedeyim. Ellerim havada. Yunus kendi nefesleriyle uyandırılıyor. Kabir daha evvel açılmış ve garip Yunus, bir eli kalbinde, bir eli başının altında öylece çıkmıştı. Büyük ermişin ölüsü bile manalı. Kalp ve tefekkür... O zaman gazeteler yazmıştı. Sandukaya koymuşlardı. İşte sanduka yeşil örtüsüyle eller üstünde. Binlerce insan ve yüzlerce el 700 yılın ardından, asırlar ve nesiller arkasından ona doğru uzanıyor. Sandukayı kimin taşıdığı belli değil. Kalabalık ellerin üzerinde, müminlerin başı üstünde, yeşil bir bayrak gibi dalgalanıyor. Sanki dualarla yürüyor. Herkesin bir derdi var, bir kerecik olsun yeşil örtüye, Yunus’un sandukasına yapışabilmek. Anadolu’nun fakir ve yoksul insanları, Yunus’un bağrı taşlı, gözü yaşlı hemşehrileri, onu yeni kabrine koyuyorlar. Ama kan ter içinde... Halk hücum ediyor. Âdeta mezara girmek istiyor. Erkekler, kadınlar, çocuklar ağlaşıyorlar. Eskişehir müftüsü, mezarının başında bir hitabede bulunuyor. Dualar, âminler gökleri ve gönülleri dolduruyor. Eski mezara, türbeye bakıyorum. Bir garip olmuş. İçimden kendi kendime, Yunus’a orası daha çok yakışırdı, diyorum. Bu yapılar, bu soğuk mermer ve betonlar neden? Kadınlar, eski mezarın başında ağlıyorlar. Ve toprağını avuç avuç paylaşıyorlar. Şimdi Sarıköy'ün bağlı bulunduğu Mihalıççık kazasının Kaymakamı Ertuğrul, Yunus’un kabri yanındaki çeşmenin mermerleri üzerine çıkarak köylerden, kentlerden ve dört cihetten gelenlere, Mihalıççık ve Sanköy adına ‘Hoş geldiniz!’ diyor. Yunus’un efsanevî varlığını, ululuğunu aşk ile vecd ile dile getiren genç kaymakam, büyük ermişe sesleniyor. Üzerindeki kara topraklan ve beyaz mermerleri işaret ederek, bir Yunus edası ve sadasıyla Yunus’u çağınyor: ‘Bu topraklar, bu mermerler ne söylerler, ne bir haber verirler. ’ Dağlar, vadiler 700 yılın ardından gelen bu sesi tekrar ediyor. ‘Bu topraklar, bu mermerler, ne söylerler, ne bir haber verirler Bundan sonra Cemal Oğuz, Yunus için yazdığı şu hitabeyi bizzat kendisi okudu: ‘Kâinatın aşk ile nabzı burda atıyor Burda sanat dehamız Yunus Emre yatıyor. Hem şair, hem feylesof, hem de bir âşıktı o, Kararmış gönüllere nur saçan ışıktı o! İstiyorsan cennette sen yanma düşmeyi, Ey yolcu! Haşre kadar kurutma bu çeşmeyi. Bir güneşti battı o, gelmez eşi bir daha, Gönder ulu ruhuna, üç ihlâs, üç Fatiha. ’ Söz bana geldi. Fakat Yunus için ne söyleyebilirim? Ne söylesem az! Büyük pirin mezarını göstererek: ‘Uzak uzak yerlerden, dağlardan, tepelerden, denizlerden geliyorum. Sana yakın olmak için Yunus, karanlıklardan geliyorum. Işığında yanmak için Yunus! Sana köylerden, kentlerden, mekteplerden selâm getirdim; yıllardır yollarında bağrı taşlı, gözü yaşlı dolaştım. İşte sana, yana yana ulaştım. Ey ulular ulusu...’ ‘Yok, yok! Sana ulaşılmaz! Sana ulaşmak için ölüm gibi bir inkılâp lâzım Yunus. Hâlbuki biz âciz hayranların yaşıyoruz. İçmeden sarhoş olmanın, ölmeden evvel ölmenin yollarını göster bize. Sen o kendi varlığını inkâr eden büyük, ölçüsüz tevazuunla: ‘Bir garip ölmüş diyeler, Üç günden sonra duyalar, Soğuk su ile yuyalar, Şöyle garip bencileyin.’ Demiştin. Seni üç gün sonra değil yedi asır sonra dahi duyuyoruz! Ey kırların, bozkırların vefalı, dertli çocuğu! İşte senin o büyük garipliğindir ki garip Anadolu’yu huzurunda el bağlatıyor.’ diyebildim ve şairin ‘Bana seni gerek seni’ şiiri ile ‘Niçin ağlarsın bülbül hey!’ şiirini okudum. Benden sonra Sivrihisar ilkokul öğretmenlerinden şair Rıza Ümit, Yunus için yazdığı bir şiirini okudu. Rıza, bu şiiri ‘Ben yazmadım, o yazdı.’ diyordu. Bundan anlıyorduk ki bu genç şair de o yolun yolcularındandı... Bir taraftan erkekler, köyün harman yerinde toplanıyor, diğer taraftan kadınlar, Yunus’un kabrini tavaf etmeye geliyorlardı. Harman yerinde mevlitler, İlâhiler okunacak, sonra cuma namazı kılınacaktı. Çok geçmeden hafızlar, cemaatin önünde duran kamyonların üzerine çıktılar. Mevlitler, Yunus’tan İlâhiler okudular. Ömrümde gök kubbenin altında, topraklar üzerinde toplanan bu cemaat kadar manalı bir cemaat görmedim. On bin kişiyi aşan büyük cemaat bu İlâhileri huşu içinde dinliyordu. Ey kırların, bozkırların vefalı, dertli çocuğu! İşte senin o büyük garipliğindir ki garip Anadolu’yu huzurunda el bağlatıyor.’ diyebildim ve şairin ‘Bana seni gerek seni’ şiiri ile ‘Niçin ağlarsın bülbül hey!’ şiirini okudum. Sonra ezanlar okundu, saflar dizildi. Namaza duruldu. Bu toprağın insanları, Yunus’un hemşehrileri binlerce mümin, topraklara alınlarını koydular. Secdelere vardılar. Din ne büyük bir kuvvet! İslâmiyet ne bütün din. 700 yıl evvel din yolunda yürümüş bir insanın etrafını saran kalabalığa imansızlar bir baksınlar. Millî Mücadele’yi yapan, Anadolu’yu harekete getiren hangi kuvvettir bir anlasınlar. Dua, mevlit ve namazlardan sonra, bu civar halkının tabiriyle aşlar döküldü. Tam o gün 157 koyun, bir sığır ve sürü sürü tavuk, horoz kesildi. Mihalıççık kazasının çalışkan Belediye Reisi Mescit Ertürk’e soruyorum: Bu kadar adamı nasıl barındırıp doyuracaksınız? Vallahi olup olup gidiyor, herkes rızkıyla geliyor, diyor. Bir Anadolu çocuğu olan ve Yunus’u çok seven Mihalıççık Kaymakamı anlatıyor. Şu gördüğünüz halkın çoğu, buraya üç gün evvel geldiler. Geceleri ateşler, meş’aleler yakıyoruz. Halk Yu nus'un mezarında bekleşiyor. Hele kadınlar sabahlara kadar tespih çekiyorlar. Jandarma komutanı söylüyor: Ben saydırdım, namaza duranlar kırk bir saftı ve her safta 250 kişi vardı. Ben böyle kalabalık cemaat görmedim. Velhâsıl o gün Sanköy, Türkiye’nin Kâbesi olmuştu. Sarıköy’den ayrılasımız yok. Naçar ayrıldık ve Yunus’u, çok sevdiği Allah’ıyla baş başa, gök kubbenin altında, bozkırların ortasında bıraktık. Nur içinde yatsın...
·
217 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.