Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

ŞAPKA Gİ...YENLER Biri artık bütün yükleri ve ağırlıklarıyle maziye karışmış, ötekisi tezcanlılığı ve hafifliği geleceğe seğirtmekte bulunmuş olan iki devir arasındaki tezatlardan biri de - inancıma göre - “şapka giymek” meselesidir. Size Abdülhamit devrinde böyle bir meseleden dolayı uğradığım derdi arzedeyim de, ister gülün, ister düşünün. Galata rıhtımı yapılmak üzere idi. Biz beş on arkadaş her akşam bu sâhil üzerinde bulunan, gündüzleri kahve, geceleri meyhane olan bir gazinonun süslü, temiz, etrafı buzlu camlarla kapak bölmesinde toplanır; içer, çakar(1), eğlenir; burası her zaman hafiye uğradığı olmadığı için rahat rahat görüşürdük. Rahmetli Borazan Tevfik, meşhur Muhsin, Nuri Baba, Enderunlu Ayı Râşid gibi kibar komikler; Nuri Şeyda gibi, Musiki üstadı, Rum olduğu halde, Rumlarla görüşmez; bizimle düşer kalkar, gerçekten gönül adamı, kalender Afandos; bir de, vaktiyle Kuleli Vakası(2) denilen ilk meşrûtiyet tertipçilerinden ve sonra Mithat Paşa’nın İzmir’den İstanbul’a getirilişinden sorgusuyle görevlendirilmek suretiyle Sultan Hamid’in güvenini kazanmış olan Fındıklı Mehmet Efendi’nin oğlu Nâzım Bey adında ikiyüzlü, okkalarla rakı, şarap içtiği halde aşırı mutaasıp görünür, masa başında fesini çıkarıp takkesiyle oturur biri, daha birkaç kişi bu gazinonun hemen gün kaçırmaz müşterilerindendik. Biz, Nâzım’ın her hali bize endişe verdiği için yanımızdan uzaklaştırmak istiyorduk ve bu istekte hepimiz birleşmiştik. Hele Nuri Baba, bu konuda icra memuru gibi davranıyor, onunla her gece eğleniyor, işi sarhoşluğa vurarak sövüyor, sayıyordu. Fakat, aldıran veya aldıracak kim? Bir gece, Afandos gecikti. Fakat, bir saat sonra, yanında başka bir Rum olduğu halde geldi, bize de, Aleksandros Efendi adı ile tanıttı. Adamcağız oturdu. Hasır şapkasını çıkardı. Her zamanki gibi, beyaz takkesiyle oturan Nâzım’ın tâ tepesine rastlayan çengele astı. Bu tesadüf hemen Nuri Baba’nın dikkatini çekmiş olmalı ki gülerek yüzüme baktı. Anladım, Nâzım’a, bir azizlik yapacak!.. Birer kadeh... birer kadeh daha... Baba’da gözler parladı. Ha, babam, ha babam ha!... Tam Nâzım kadehi içip de üstüne suyu yuvarlarken, Baba bir anda şapkayı alınca başına geçirmesin mi? Olacak bu ya... Şapka biraz büyücek, Nâzım’ın kafası küçücük olduğu için kulaklarına geçince, siması öyle komik bir manzara bağladı ki kahkahalarla gülmemek kaabil değildi. Daha tuhafı, Nâzım, sözde günah işlemek korkusuyla, şapkaya elini sürmekten de çekinerek Baha’ya: - Çıkar şu murdarı başımdan! demesi idi! Sözün kısası, gülüşüp dururken, bizim bölmeden içeriye tanımadığımız iki kişi girdi. Biri, bana doğru eğilerek, kulağıma: - Râsim Bey, Nâzım Bey kimdir? deyince, gösterdim. Herif doğruldu. Nâzım’a dönerek: - Buyurun Bey, sizi merkezden istiyorlar! dedi. Nâzım’da bet, beniz attı. Takkeyi düzeltti. Fesi giydi. Nuri Baba, o ikiden birini tanıyormuş, tevkif sebebini sordu. Dedi ki: - Şapka giymiş, diye jurnal verdiler, komiser bey istiyor... Bizde bir hayret!.. - Kim vermiş? - Kasap Mehmet adında biri... - Ne vakit giymiş? - Bu gece!.. .........Nâzım, titreye titreye, kalkındı. O iki sivil memurla beraber gitti. Artık, bizde konuşmalar: Sübhânallah(3)! Bu, nasıl iş canım... Zavallı Nâzım donakaldı... Hasbûnallah(4)!.. Bak, şu olan işe... Şimdi, ne yapalım?.. Oğlana yazıktır!... Baba, ne olacak? Baba, eliyle sakalını sığadıktan sonra dedi ki: - Ne olacak?.. Rasim, birer tane daha çakalım. Voyvoda komiseri Yusuf benim bildiğimdir, gidelim anlatalım, kurtarırız. - Olur!.. Çaktık... Arkadaşlara. - Biz şimdi geliriz! Merkezden içeriye girdik, komiserin odasına vardık. Nâzım, boynu bükük ve mahzun oturuyordu. Bizi görünce, ferahladı. Gerçekten komiser, Baba’yı iyi karşıladı. Hal ve hatır sordu. Geliş sebebini anlamak istedi. Baba da anlattı. Komiser dedi ki: - Vah Nuri Bey... jurnali veren adam buralardadır, çağırtayım, bir kere daha sorayım. Biraz bekleyin. Zili vurdu, Gelen memura: - Kasap Mehmet’i buldurun. Bir çeyrek sonra idi ki sarhoşluğun zom denilen halinde biri girdi. Gözleri kapanıyor, herif bacakları üzerinde sallanıyordu. Komiser, ben, Baba gülmeye başladık. Komiser: - Biraz beriye gel... (Nazım’ı göstererek) Şapkayı giyen bu mu idi? Ne dersiniz? Kasap, uyanır gibi oldu. Gözleriyle üçümüzü süzdü Ağzından tükürük saçıyordu, bizi bir daha süzdü, ne dese beğenirsiniz? (Nâzım’ı göstererek): - Hayır bu değil... (Benimle Nuri Baba’yı işaret ederek): - Bununla, bu! Biz, yine birbirimize bakışarak, gülüştük. Sözündeki zıtlığın işimize yarayacağına inanmıştık. Komiser: Peki, haydi, git... Nâzım Bey, siz de teşrif buyurun... Nuri Baba, siz biraz oturun. Dedikten sonra masasının gözünden bir kâğıt çıkardı. Bir şeyler yazdı. Nuri Baba’ya dedi ki: - Yanınıza bir sivil memur vereyim de siz Galatasarayı’na kadar gidin. - Nasıl! Bizi mi tevkif ediyorsunuz? Halbuki biz, buraya şefaat için geldik. Komiser ellerini uğuşturarak: - Ne yapayım ki bu Kasap Mehmet, Mâbeyin hafiyesidir(5). Başka türlü bir şey yapamam. - Yapma Yusuf Bey... - Başka bir çarem yoktur, yazdığım jurnal(6) da onun aleyhinde, sizin lehinizdedir, al oku!.. Gerçekten, dediği gibiydi, Bir hasbûnallah daha!... - Şaka etme Yusuf Bey... - Şaka değil, ciddî söylüyorum. demekle beraber, zili vurdu. İçeri giren sivil memura: - Al şu jurnali... Beyleri Galatasarayı’na götür. İster istemez kalktık. Memurla beraber merkezden çıkarak, Yüksekkaldırım’ı tırmandık. Eski Yani Birahanesi’nin önüne geldik. Dedim ki: - Baba, şurada karnımızı doyuralım, ne olur ne olmaz! Benim içime bir şeyler doğuyordu. Bu teklife memur da katıldı. Girdik. Memur da bizimle içti. Yedik içtik. Doğruca Galatasaray'a gittik. Baba, yolda diyordu ki: - Bizim Hâfız Bey orada... Hâfız Bey dediği, o zaman jandarma tabur ağası(7) idi. Sonra, alaybeyi(8) oldu. Ben de tanırdım. Mâbeyin’e mensup hafiyelerdendi. Biz Galatasarayı Polis Komiseriliği odasına girdiğimizde, kapıdan bir kere baktı. Bakış o bakış, bir daha görünmedi. Komiser, Jurnalımıza göz geçirir geçirmez, zembereği boşanmış gibi birdenbire ayağa kalktı, kaşları şahlandı; jurnalden gözünü ayıramıyordu. Dışarıya çıktı. Taşlıkta bir fiskos başladı. Ben Nuri Baba’ya, o da bana bakakalmıştık. Jurnalde bizi suçlandıracak tek harf olmadığı halde, bir komiseri böyle büyük bir ehemmiyetle saran sır acaba neydi? Bizi getiren sivil memur bile, şaşkın şaşkın bakınıyordu. Uzatmayalım, aradan beş on dakika geçtikten sonra bir jandarma neferi odaya girdi. İkimize birden sert bir surat ile: - Haydi, yürüyün! dedi. Yürüdük. Cezaevine giden yol üzerinde, alçak tavanlı, loş bir odaya girdik. Görülmemiş bir manzara! Sağ tarafında kalın tahta parmaklıklı bir kapı, aralıklarından birtakım gözler bize bakıyordu. Sol tarafta bir yazı masası, üstünde bir kırbaç, hokka, evrak. Bu masanın arkasında asık suratlı bir polis oturuyordu, ama yüzümüze bile bakmıyordu. Odanın etrafı yüksek peykeli olduğu için, oturduk. Benim bacaklarım sallanıyordu. Nuri Baba, babahindi gibi, kabararak kızarıyordu. Bu halinden korkmaya başladım. Çünkü Baba bu hale geldi mi, ondan öte ne yaptığını bilmez. Hattâ korktuğum, bir dakika sonra başıma geldi. Oturur oturmaz, bizi getiren jandarmaya sordu: - Biz burada mı kalacağız? Köşeden müthiş bir ses: - Sus!...P... Baba, yerinden yıldırım gibi fırladı. Polisin gırtlağına sarıldı. Altına aldı. Tahta parmaklık arasından: - Vur! sesleri yükseldi. Anlaşılıyor a. İş çığırından çıktı. Bir anda odanın içi polis, jandarma, sivil memurlarla doldu. Polisi Baba’nın elinden güç kurtardılar. Baba, artık, var kuvvetiyle, alabildiğine bağıra bağıra sövüyordu. En nihayet ikimizi, üç jandarmanın eşliğinde olarak, taşlığa çıkardılar. Baba, arslanlar gibi köpürmüş, atılacak yer, adam arıyordu. Yanımıza, elleri prangalı(9) iki kişi daha kattılar. Galatasarayı’ndan çıkardılar. Nereye gidiyorduk!.. Jandarmanın biri dedi ki... - Bâb-ı Zaptiye (10)’ye! - Yaya mı? - Paran varsa araba tut, ben sizinle binerim, ötekiler gitsinler. Baba, insaflı bir adamdı, dedi ki: - Onlara da bir araba tutun, anca bareber, kanca beraber... Arabalar tutuldu, bindik. Ben birbirini takip eden, beklenmeyen hâdiselerin tesiriyle şaşkın, hiçbir şey anlamaz bir halde idim. O tarihte İkdam(11)’da çalışıyordum. Bir ümidim varsa, o da, Zaptiye Nâzırı(12) Nâzım Paşa’nın insafında idi. Köprü Başı’na geldiğimizde, açık olduğunu haber aldık. Bir belâ daha... Arabalardan indik. Büyük bir barko(13)’ya bindik. Ne gizleyeyim? Ben, Baba’nın puflarından oflarından korkuyordum. Çünkü, aklı zıvanadan çıkmış görünüyordu. Çok asabî olduğu için, kaldırıp kendisini denize atar... Atar mı atar. Vaktiyle, bir meseleden dolayı, başından böyle bir şey geçmişti. Her neyse, Sirkeci Bâbıâli Caddesi, yürüdük. Gece yarısına doğru, Bâb-ı Zaptiyye’den içeri girdik. Kelepçeliler ayrıldı, bizi İfade Odası denilen bir odaya soktular. Burada bir polis, yatmış horluyordu. Kaldırdılar. Galatasaray”nda çabucak yazılmış olan jurnalimizi verdiler. Polis okur okumaz: - Verin içeriye! dedi. Bizi, doğruca, Tevkifhaneye götürdüler. Üstümüzü yokladılar. Açılan bir kapıdan, salmaya salıverir gibi, içeriye attılar. Genişçe bir koridora açılmış birtakım odalar, hepsinden de ince, kalın horultular; kesik, sürekli öksürükler geliyordu. Bu odaların birinden karşımıza biri çıktı. Bize, Azerbaycan şivesiyle: - Buyurun Begler! dedi. Herifi takip ettik. Bir odadan içeriye girdik. Herif, hemen bizim ikimize bir yatak serdi. Ciddî söylüyorum, misk kokulu çarşaf, yorgan koydu. Ben daha yastıkları görür görmez, kendimden geçmeye başladım. - Begler paralarınızı bana verin... Yoksa karışmam, çaldırabilirsiniz. Başka ne yapabilirdik? Verdik. Baba ile koyun koyuna yattık... Ne rahat yermiş! Koca Tevkifhanenin içinde çıt yoktu. Gözlerimi açtığım zaman, yirmi otuz kadar tutuklunun bize baktıklarını gördüm, utanıyordum. Köşede bir semaver fokurduyor, gece bizi karşılayan herif, isteyenlere çay veriyordu. Biz de istedik. Bize de getirdi. Hem de: - Hoş gelmişsiniz!.. dedi. Bu söz, Baba'nın hoşuna gitti. Adını sordu; o da, kendi şivesiyle, cevap verdi: - Mene (bana) Ecem Ali (Acem Ali) derler. - Sen burada necisin? - Koğuş eskisi. - Çoktan beri burada mısın? - İki sene kadar oluyor... Baba, bir çay daha ısmarladı, öteki mevkuflarla sorgu suale başladı. Pek neşeli görüşüyor, her biriyle lâtifeler ediyor, tevkif sebepleri olan cürümler hakkında hafifletici sebepler öne sürüyordu. İçlerinden biri de, bizim tevkif sebebini sordu. Baba, hiç düşünmeden, beni göstererek dedi ki: - Bunu gördünüz mü? Bilseniz, ne civelektir(14)! Şaşaladım. O, devam ediyordu. - Dün akşam, Galata’da Sakallı Kosti’nin baloz(15)’una gittik. Meğer, bunun oradaki karılardan biri dostu imiş. Bir masaya oturduk. Karı da yanımıza geldi. Konuşup dururken mavnacının(16) biri karıya söz attı. (Yine beni göstererek) Bu da herifin suratı budur, dedi. Bira kadehini fırlattı. Ayağa kalktılar. Seninki koltuğunun altından koca bir kama çıkarıp da herife yallah etmesin mi? Baba’nın yalanı bu dereceye indiği sırada idi ki dışarıdan acı acı bir feryat koptu. Bu feryat: - Şapka gi... yenler! diye yankılanıyordu. Ben utanarak yerimden fırladım. Bağıranın yanındaki polise uyarak Tevkifhaneden çıkarken, arkamızdan biri: “Tuh! Gâvur kafalı köpekler!” diyordu. Tam dört gün, dört gece Bâb-ı Zaptiyye’de sorguya çekildik. Bizi, artık Tevkifhaneye vermediler. Polis mahpuslar koğuşuna yani hatırı sayılanlar odasına verdiler. Sorgu sırasında sorduklarına göre, tutuklandığımız geceden birkaç gece evvel, başlarına silindir şapka giymiş iki Türk, İngiliz Sefarethenesine kaçmışlarmış. Sultan Hamid’in polis hafiyesi, bunları arıyormuş. Güç hal ile, bizim böyle şapka giymediğimizi ispat ettik, yakamızı sürgünden, hapisten kurtardık idi... Fakat zaman, büyük bir inkılâbın güzel tesiriyle, döndü dolaştı, o devirde giymediğimiz şapkayı başımıza kondurdu. (1) Çakmak (Düz çakmak) (argo): Rakı içmek. (2) Kuleli Vakası: Gizli bir derneğin tasarlayıp da gerçekleştirmediği bir baş kaldırma olayı. Dernek, Padişah Abdülmecîd’i öldürerek, Şeriata daha uygun, yeni bir hükûmet kurmak istiyordu. Dernek üyeleri, 14 Eylül 1859’da İstanbul’da Tophâne’de Kılıcali Paşa Câmii’nde toplantı hâlinde iken basılmış, çoğu yakalanarak Çengelköy’deki Kuleli kışlasında gözaltına alınmıştı, sorguları Kuleli kışlasında yapıldığı için, bu olaya Kuleli Vakası adı verilmiştir. Bir söylentiye göre, Şinasi de bu derneğin üyelerindendir (İsmail Habip, Türk Tecedüd Edebiyatı Tarihi, İstanbul,1340- 1924, s.111). Bu söylentinin gerçekle ilişiği yoktur. Çünkü, gerici bir kuruluş içinde Şinasi’nin bulunacağı düşünülemeyeceği gibi, suçlular arasında da adı geçmemektedir, (bkz. Uluğ İğdemir, Kuleli Vakası Hakkında bir Araştırma, Ankara, 1937; Uluğ İğdemir, Kuleli Vakası, aylık Ansiklopedi, No. 5, Eylül 1944.) (3) Süphânallah: Şaşma için kullanılan bir sözdür. Sözlük anlamı, “Tanrı’yı her türlü kusur, ayıp ve eksiklerden uzak tutarım ." demektir. (4) Hasbûnallah: Şaşma anlatmak için kullanılan bir söz. Sözlük anlamı “Tanrı bize yeter” demektir. (5) Mâbeyin hafiyesi: Eskiden, padişahın, iç işlerinde kullandığı gizli haber alma memuru. (6) Jurnal: Hafiyelerin yazdığı suçlama kâğıdı, günlük olayları bildiren özel veya resmi yazı. (7) Taburağası: Binbaşı. (8) Alaybeyi: Albay. (9) Pranga: Eskiden, ağır cezalıların ellerine ve ayaklarına takılan kalın zincir. (10) Bâb-ı Zaptiyye: Zaptiyye Kapısı, İstanbul'da güvenlik işleriyle uğraşan daire; Emniyet Müdürlüğü. (11) İkdam: Ahmet Cevdet (1862-1935) tarafından çıkarılan ve ilk sayısı 5 Temmuz 1894'te yayımlanan gazete. Eski devrin en önemli gazetelerinden biriydi. (12) Zaptiyye Nâzırı: Güvenlik İşleri Bakanı. (13) Barko: Üç direkli, yelkenli tekne. (14) Civelek: Oynak, kıpırdak, ele avuca sığmaz; kabadayı. (15) Baloz: Serseri takımının gittiği meyhane. (16) Mavnacı: Mavna işleten. Mavna: Yük taşıyan büyük kayık.
Sayfa 271 - ŞAPKA Gİ...YENLERKitabı okudu
·
199 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.