Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

MALAZGİRT’TEN SAKARYA’YA 26 Ağustos 1071 26 Ağustos 1922 Malazgirt, Kosova, Çaldıran, Mohaç, Sakarya: Türk tarihi baştan başa bir meydanlar tarihidir; Türk, tarihini meydanda yazan, talihini meydanda deneyen insandır. 26 Ağustos 1071'de kahramanlar kahramanı Alp Aralan Malazgirt önlerindedir. Büyük Asyalı cengâverler, Küçük Asya’nın fethi peşindedirler. Türk tehlikesini kat'î olarak bertaraf etmek için 200.000 kişilik ordusuyla koşup gelen Bizans imparatoru bu muharebede mağlûp olmuş, gurur ve azamet, asalet ve şecaate boyun eğmiştir. İslâm Şarkın, Hristiyan Garba indirdiği bu büyük darbe, savleti Viyana surlarına kadar uzanan Türk istilâlar tarihinin bir başlangıcı, bir besmelesidir. İslâm Türk’ün Anadolu’daki mazisi dokuz asra yaklaşıyor. Alp Aralan ve onun yiğit erleri sayesinde Anadolu baştan başa arslanlaşıyor; bu arslanlar Konya'da kılınç olmuş (Selçuk hükümdarlarından Kılınç Arslan I, II) Ehlisalip sürülerini bu kılınçlar biçmiştir. Kılınçlan ne kadar keskin ve sertse, kalpleri o kadar yumuşak olan bu İslâm Türk uluları, ilim, irfan ve yüksek ahlâklarıyla Garba örnek olmuşlar, onların medenîleşmesine büyük çapta yardım etmişlerdir. 1243, Moğolların Anadolu'yu istilâsıyla Büyük Selçuk İmparatorluğu yıkılmış, yerini Konya Selçukileri'ne terk etmiştir. Konya'da, Alâeddinler, Akdeniz'e kadar iniyorlar. Anadolu Selçuklarının rızasıyla Domaniç yaylalarına yerleşen Osmanlı Beyliği'nin yıldızı az bir zaman içinde parlıyor. Bizansla sınırdaş olan Osmanlılar, tekfurlarla daimî bir mücadele hâlindedir. Orhan Bey, Gazi olmuş, Bursa' yı almış, orada yeşil bir medeniyet kurmuştur. 1357, Avrupa'ya geçiyoruz ; Osman Bey'in torunları hem Avrupa'yı, hem Bizans'ı tehdit etmeye başlamıştır. Muradlar, muradına ermiş, Kosovalar muzaffer olmuştur. İki kıt’aya sağlam bir surette ayak basan İmparatorluğun kollan, köhne Bizans'ın boğazını sıkmak için uzanmıştır. Asırlara, kavimlere meydan okuyan surlar delinmiş, kaleler aşılmıştır. Ayasofya kilisesine toplanan halk kurtancı insanın zuhurunu bekleyedursun, Hazreti Muhammed'in “ne güzel, ne büyük kumandan” diye vasıflandırdıklan Fatih, beyaz at, ak alınla Bizans sokaklannda muzafferane dolaşıyor. Bir devir açılmış, bir devir kapanmıştır. Yeni zamana beyaz at, ak alınla giriyoruz. Ankara mağlûbiyetinden sonra sarsılan imparatorluk tekrar kendini toplamış, şark ve garp istikametinde yeni te'diplere, istilâlara başlamıştır. Derviş Bayezid'in yerine geçen Yavuz, İslâm Türk birliğini kurma yolunda, cihangirlik sevdasındadır. Bu korkunç denilecek kadar kudretli kumandanın, adı gibi talihi de yavuz olsaydı dünyanın çehresi bugün bambaşka olacaktı. 1514 tarihinde Şah İsmail'e iyi bir ders veren Yavuz, 1517'de Firavunlar diyarındadır. Mukaddes topraklar bize geçmiştir. Bir ferman ile üç kıt’a ve yedi denizi harekete getiren muhteşem Süleyman 1526'da Mohaçta, 1529'da Viyana önlerindedir. Akdeniz’in adı Barbaros'tur. Bizler için zafer, kaçınılmaz, önüne durulmaz, izah edilmez mukadderat gibi bir şey olmuştur. Türk orduları krallıklar devirir, kıt’alan fetheder, Türk donanması denizlere meydan okurken Türk âsârı gökleri tutuyor, ruhlara, vicdanlara hükmediyordu. İlim, ahlâk, adalet birer mefhum olmaktan çıkmış, bir gerçek olmuştu. Garp müelliflerinden biri bin bir çeşit insanın, dinin, dilin kaynaştığı kozmopolit İstanbul'da Kanunî devrinde, dört senede zabıtayı alâkadar edecek ancak 34 vak’a zuhur ettiğini yazıyor ki bu, üzerinde ibretle durulacak bir hâdisedir. Osmanlı Türk istilâlarını diğerlerinden ayırmak lâzımdır. Bu istilâlar, Sezar, İskender, Cengiz istilâları gibi yakıp yıkıcı, helâk edici değildir. Türk fatihleri, zaptettikleri memleket halkını korumuşlar, Avrupalıların da itiraf ettiği gibi imparatorluğu hür görüşlerin, hür insanların, toleransın beşiği yapmışlardır. 1683, Viyana’yı tekrar kuşatıyoruz. Kendisini düşmanlarına karşı himaye ettiğimiz Polonya bizi arkadan vurmuştur. Viyana'dan dönüyoruz. Bu, Avrupa'dan dönüyoruz demektir. Avrupa yeni dünyalar, yeni fikirler yeni âlemler keşfediyor, kıt’a, orta zaman müesseselerini, onları yapan destekleyen fikir ve zihniyetleri silkip atmıştır. Biz her türlü yeniliğe gözlerimizi kapamış, hareket ve faaliyeti bırakıp tekke ve zaviyelere gömülmüşüzdür. 1689 Karlofça, 1718 Pasarofça, 1739 Belgrat, 1774 Küçük Kaynarca, muahedeleriyle iklimler, eyaletler terk ediyoruz. 1829 Edime Anlaşması muhtariyetler, istiklâller veriyor. Adımız artık “hasta adam” olmuştur. 1839 Reşit Paşanın Gülhane'de okuduğu Tanzimat Fermanı, bu hasta adama deva olamamıştır. 1908'de Meşrutiyet tekrar ilân edilip 33 sene saltanat süren Abdülhamit tahtından indirilmiştir. İttihatçılar iş başına gelmiştir. Büyük harbe yaklaşıyoruz. 1911'de İtalya her zaman yaptığını yapmış, bizi arkadan vurup Trablus'u işgal etmiştir. 1912 tarihinde azatlamalar millet olmuşlar, birleşmişler, eski efendilerinin üzerine saldırmışlardır. Vaziyet fecidir. O zamanın münevverleri uçuruma doğru sürüklenen imparatorluğu kurtarmak, bu hasta adamı ayakta tutabilmek için türlü çarelere başvuruyorlar. Münevverlerimiz başlıca şu üç gruba ayrılmışlardır: Garpçılar, Türkçüler, İslâmcılar. Garpçılar yegâne kurtuluşun, kayıtsız şartsız Garba dönmekle kabil olacağını ileri sürerken, İslâmcılar bilâkis an’aneye ve dine sımsıkı sarılmakla bu işin içinden çıkılabileceğini iddia ediyor, bütün dünya Müslümanlarının birleşmesi lüzumundan ısrarla bahsediyorlardı. Türkçülere gelince, eski Türk kültürüne ve Türk memleketlerine dönülmedikçe ve bütün Türkler bir olmadıkça imparatorluğun evvel ve âhir çökeceğini söylüyor, bu yolda geniş çapta neşriyat yapıyorlardı. Bidayette birer fikir cereyanı olan bu görüşler sonradan siyasî bir mahiyet aldı. Enver Paşa ve arkadaşları büyük harbe biraz da bu gayelerin tahakkuku için girmişlerdi. Nihayet 29 Teşrinievvel 1914'te hükümet müttefiklere resmen harp ilân etti. Muahedelerin ve siyaset adamlarının “hasta adam” adını verdikleri imparatorluk, eski fetih günlerinin heyecan ve galeyanı ile yeniden şahlandı, üç kıt'ada yiğitçe dövüştü. Batıda Galiçya cephesinde müttefiklerinin yanındadır. Doğuda Türk çocukları tepelerinden ahiret ve mahşerlerin göründüğü dağlarda, Allahüekber sırtlarında Kızıl Elma yolculuğuna çıkıyor. Cenupta İslâm birliğini sağlamak için Mısır'ın fethine çıkan ordu, Nebî'lerin, Tanrılarından nida bekledikleri uçsuz bucaksız çöllerde, Musa'nın kaybolduğu Sina çöllerinde haftalarca, aylarca dolaşıyor ve tarihte on binlerin dönüşünü andıran muazzam bir perişanlıkla geri çekiliyor. 1915, Çanakkale’deyiz. Çanakkale üç kıt'a ve yedi deniz imparatorluğunun son kalesidir. Yedi iklim, yetmiş millet ve yedi yüz senelik korkunç bir medeniyet, bütün imkânlarıyla seferber edilmiş, karşımızdadır.. Anadolu yaylalarından vatan topraklarını müdafaa için koşup gelenler, medeniyeti bütün çıplaklığıyla çıplak sinelerine çevrilen 42'lik topların cehennemi karanlığında görmüşlerdir. Türk azmi ve Türk iradesi toplanış ve dayanışların en büyüğünü Çanakkale'de yapmıştır. Filozoflar ruhun varlığı, yokluğu hakkında münakaşalar yapsın, cilt cilt eserler veredursunlar; Çanakkale'de olup bitenler bizi ister istemez ruh denilen cevherin varlığına götürüyor. Çanakkale'de mağlûp olan şu veya bu devlet ve devletlerin donanmaları, orduları değildir. Çanakkale'de asırlardan beri, şark milletlerini köleleştiren, onları derisine kadar yüzen, bir türlü doymak nedir bilmeyen aç, haris, muhteris bir siyaset, emperyalizmi meşru gösteren materyalist bir felsefe mağlûp olmuştur. Termopil müdafaası ve Truva muharebelerini medenî insanlar ve lisanlar şişiredursunlar; biz kayıtsız şartsız şuna inanmışız ki Çanakkale ve Anadolu'da Hakk'ın sesini yükseltmek için vuruşanlar Aşilosu ve onun destanını yazanlar, Homeros'u çoktan geçmişlerdir. Türk hamaset destanları hayal ve edebiyat mahsulü değildir. Zaman zaman Asya bozkırlarına, Afrika sahralarına, Hus steplerine kadar yayılan dalgalanışlar, 1915 Çanak kalesinde bir birlik hâlinde toplanmış; Mehmetçik “Asrın maskeli vicdanını” en güzel şekilde burada yırtınıştır. Mütareke yıllanndayız. Vilson prensiplerinin samimiyetine inanan insanlar, milletler silâhlarını bırakmışlardır. Hak ve adalet namına en büyük cinayetlerden biri daha işlenmiş, vatan parça parça edilmiştir. Fakat Türk milleti bu parçalanışı kabul etmemiştir. Kendini parça parça edercesine, ateşe atarcasına yeni bir cidale girmiştir. Anadolu yeni bir kıyama hazırlanıyor. Türk ihtilâl hareketinin arifesindeyiz. Kuvayı Milliye ruhunu duyanların şark yaylalarında diktiği ihtilâl sancağını, mağripten maşnka kadar bütün mazlum milletler selâmlamışlardır. Biz, Küçük Asya müdafilerinin çıplak sinelerinde, esir halk yığınları yüz milyonları aşan Büyük Asya' nın kurtuluşunu görüyoruz. Millet; Erzurum, Sivas ve nihayet Ankara'da bir iman ve irade bütünlüğü hâlinde toplanıyor. Kağnılar tozlu Anadolu yollarında yavaş yavaş yürüyedursunlar, kararlar bir yıldırım hızıyla verilmektedir. İnönü'ler muvaffak olmuş, Sakarya muzafferdir. 26 Ağustos 1922. Başkumandanlık Meydan Muharebesi... Çanakkale'de müdafaa eden ses, şimdi taarruz hâlindedir. “Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri!...” Göklerden bir nida gibi gelen bu ses, dünya siyasetini altüst eder bir manivelâ olmuş; bu vaziyet karşısında Londra kendi kendini feshetmiş, Paris şaşırmış, Roma kaçmış ve Atina ayaklarımıza kapanmıştır. Menderesler tabiatın hışmından korkarak Akdeniz’e kıvrıla kıvrıla akarlar; Sakarya önlerinden zaman, mekân, hatta, imkân mefhumlarını çiğneyerek geçen ordular Akdeniz'e bir hat hâlinde akmışlardı. Dokuz Eylül, İzmir'deyiz. Barbaros'un ruhu şad olmuştur. Malazgirt'ten ta Sakarya'ya kadar uzanan tarih hep “Kuvayı Milliye” ruhunu duyanların tarihidir. Milletine, milliyetine, an'anesine bağlı gençlik, ecdadına, bizler için ölenlerin ruhlarına asla ihanet etmeyecektir. Şimdi şu anda ruhlarımız, gönüllerimiz, asırların ve nesillerin sinesinden 26 Ağustos harekâtına sahne olan topraklara, orada yatanlara doğru koşuyor. Taze bir heyecan tufanıyla vatanı; sıradağları, hür gökleri, engin denizleriyle tekrar kucaklıyor, yeniden fethediyoruz. Bir akşamüzeri hür ve müstakil Anadolu dağlarından Sakarya vadilerine koşup giden trenlerde yolculuk yapıyordum. Erkek, sert havasıyla güngörmüş, çilekeş, çıplak bozkır alabildiğine uzanıyor. Anadolu insanını yapan, yoğuran, yaratan, sonra sinesine çeken bozkır... Gözlerimde, dağlar, bayırlar, ufuklar destanlaşıyor. Esâtirler, dualar, fevkalâdelikler içindeyim. Bizler için “canını, cânânını, bütün vârını” verenlerin aziz hatırası beni dünyadan uzaklaştırıyor. Bakıyorum; Sakarya bir Türk kadar sessiz, asil ve vakur akıyor. Onda Arap yaygarasından ve Arnavut deliliğinden eser yok! Meçhul şehirde Türkçe sesleniyorum; Ey meçhul âlemlerin ey meçhul sâkinleri, Ey ebedî hayatın ebedî hâkimleri!.. Ey şu sessiz, şu ıssız, şu çorak bozkırların, Ey burada yıllardır sükût eden sırların, Ulvî bir ilham ile mânâsına erenler; Ey bir kanş yer için dağ gibi can verenler!.. Durun, susun, dinleyin ey kapkara trenler Burada her bir zerre nabız gibi atıyor!.. Sakaıya ufukları kıpkızıl, gün batıyor!..
·
98 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.