Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Osman Yüksel ve Topçu... Osman ağabey, Topçu'nun mistik ve sosyal fikirlerini, sade yaşayışını beğenirdi. Aynca, Akif i sevmek konusunda da birleşirler. Topçu, politikacıları sevmez. Osman ağabey milletvekili olduktan sonra birgün Kapalıçarşı'da Hoca ile karşılaşmış, elini öpmek istemiş, görmezlikten gelerek yürüyüp gitmiş. Osman ağabey çok üzülmüş. Tanıyanlar anlatmışlar, “Serdengeçti milletvekili oldu ama yaşayışını hiç değiştirmedi, eskisi gibi” demişler de dostlukları yeniden kurulmuş. Burada Osman ağabeyin Anadolucu tarih görüşünü benimsemediğini söylemeliyim. Bu hususu kendisi bizzat ifade etmiştir.Bu konuda onun ufku, Türk milleti nin, Türk kültürünün, Türk coğrafyasının tabiî hudutları kadar geniştir. Serdengeçti Osman ağabey daha çok yukarıda belirttiğimiz yönleri doğrultusunda mücadele veren bir dava adamı, hareket ve heyecan adamı olarak tanınmıştır. Tek parti devrinin boğucu havası içinde vatan, millet, imân diye haykıracak, Akif in davasına sahip çıkacak insanlara ihtiyaç vardı. Hâdiseler Serdengeçti'yi ortaya çıkardı. Bu adla çıkardığı dergi kısa zamanda ona da alem oldu. Urganda da ölüm, yorganda da ölüm düsturu ile yayınlanan derginin her sayısı mahkemelik oldu, sahibi zindandan çıktıkça kaldığı yerden yeniden çıkardı. Böyle fasılalarla yayınlanan derginin yaydığı fikir ve heyecan seli dalga dalga bütün yurda yayıldı; çiftçi, köylü, manifaturacı, öğrenci, öğretmen, berber vs. meslekten abonelerle halka mal oldu. Bir zamanlar onun hapse atılmasına sebep olan fikirleri şimdi herkes söylüyor, hiçbir şey olmuyor. İşte geldiğimiz bu merhalede Serdengeçtilerin büyük payı var. Günümüzde nice Serden geçtiler yetişti. Ama ilk olma şerefi onun. O yıllarda ideolojik kamplaşmalar bugünkü kadar belirgin değildi. Yalnız Akif bir tarafın sembolü hâline gelmişti. Osman ağabey, "Lisede Fikretçilere karşı ben Âkifçi idim” demektedir. , Zaman, kelle koltukta mücadele etmek zamanı idi. O da öyle yaptı. Şartlar, onu Serdengeçti yaptı. Bu sebeple, o, daha çok bu yanı ile tanınır. Biraz da onun pek tanınmayan taraflarından bahsetmek istiyorum. Ve Felsefe Öğrencisi Osman ağabey mistik yaratılışta bir insandı. Madde ötesini araştıran mütecessis bir ruha sahipti. Bu sebeple Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin Felsefe Bölümüne kaydolmuştu. Behice Boran burada hocası olmuştur. Felsefî münakaşalarda sınıfın cazibe merkezi hâline geldiğini, hocaların bundan rahatsız olduklarını anlatmıştı. Bazı öğrencileri tesirinden kurtarmak için çeşitli yollarla kendinden uzaklaştırmışlar. Bir gece bilmem nerden nereye kadar sırtında bir gömlekle yürümüş. O gece de Ankara'nın en soğuk gecesi imiş. Zatürree olmuş. Bir defasında bir odaya kapanmış, “üç dört gün hiçbir şey yeyip içmeyeyim bakalım ne olacak” demiş. Bu hâdiseler onun kendini anlama yolundaki gayretleri gibi geliyor bana. Ancak, felsefî fikirler onun ruhunu tatmin etmemiştir. Kendisi şöyle diyor: “... Felsefe, beni cemiyet meselelerinin üstünde birçok meselelerle temasa getirdi. Kâinat, varlık, hakikat... Ve bunlar karşısında insan. Kendi varlığını bile inkâr eden 'ide'ci feylesoflardan tutun da, en kaba mateıyalistlere kadar, bunların kurdukları fikir sistemleri içinde bir hayli dolaştım. Kantları kontları gördüm. Hiçbiri içimdeki boşluğu dolduramadı. Beni nurlu bir yola çıkarmadı. Niçe'nin ihtiras şarkıları, Russo'nun vicdan ve hürriyeti, Spinoza'nın panteizmi, Bergson'un canlı, hayat akan felsefesi zaman zaman bütün varlığımı kaplamak istedi; fakat bu olmadı. Daima bir yanım açıkta kaldı. Aradığımı yine kendimde, kendimizde, Şark'ta buldum. Mevlâna ve Yunus imdadıma yetişti. Bu iki büyük ustanın sesi, felsefesi bana kalbimin atışı kadar canlı, benden bana yakın göründü. Beni ayrılık gaynlık tanımayan vahdetçi bir dünya görüşüne götürdü. 'Izm'lerin elinden kurtardı. Kalp yollarından geçen her fikir nur oldu. Tanrıyı, mutlak hakikati buldu. Sanat ve fikir, kalp ve akıl, Garbın hiçbir feylesofunda, bu iki büyük insanda olduğu kadar birleşemedi. Nifaksız, tezatsız bir görüş. En büyük insanlık, en büyük ahlâk... Hakikat...” Mevlâna, Yunus Mesnevî'yi tekrar tekrar okuduğuna şahit oldum. Âdeta baş ucu kitabı gibiydi. Yunus'un şiirlerini ezbere bilirdi. Şu mısraları dilinden hiç düşürmezdi. Bir garip ölmüş diyeler Üç günden sonra duyalar Soğuk su ile yuyalar Şöyle garip bencileyin Niyâzîi Mısrî'nin “Çağınram dost dost” redifli şiiri ile “Derdi dile derman olan Elmalı göründü” ve “Her taraftan yıkılıp viran olan anlar bizi” mısralannın bulunduğu şiirlerini okurken kendinden geçerdi. Son zamanlarında kaleme aldığı Mektup isimli şu mensur şiir, onun tasavvuf iklimine ne kadar aşina bir ruha sahip olduğunu çok iyi gösteriyor. Bazı mısralar sanki Mesnevî'den, Divanı Kebîr'den fırlayıvermiş gibi. Dilimin ve kalemimin uçundasın Fakat kalbimin içinde Şu tükenen yıllara sor, gecelere Gündüzlere sor: Kiminleyim ben? Muhâcir kuşlar sıcak iklimlere göçtüler Demek ki göç zamanı... Benim kuşumsa “Aşk” denilen kafeste çırpınıp durur. Seninle olduktan sonra her şey sıcaktır bana Sonbahar bile ilkbahar gibidir. Bir baktın canımı yaktın Bir daha bak ki kül olayım savrulayım... Bu bayram da sensiz geçti. Seninle olunca her gün bayram bana. Sen olmayınca bayramdan ne haber? İş bildiğin gibi değil Bilmediğin gibi Sen kendine bakma, bana bak... Neler oluyor o zaman anlarsın. Öldüğüm zaman mezarıma gel De ki: Bu adam benden neler çekti Ey toprak Böyle bir dertliyi sen nasıl çekiyorsun? Sen benden ne ayrısın ne gayrı Amma feryatlarım neye? Gidişin bir türlü harap ediyor beni Gelişin bir türlü Fakat bu iki harâbe arasındaki canı gör Senin için “geliyor” dediler aklım gitti Gelirsin aklım gider, gidersin aklım gelir Açık söyle, sen akıl düşmanı mısın? Toprağa düşen tohum gibi Ben de ayaklarına düşüyorum Bu aşk ne zaman başak verecek? Sen “Ne olursan ol, bana ne” diyorsun Hangimiz haklıyız, söyle? Artık bu iş böyle gitmez Artık bu ateş Böyle tütmez. Dumanım kesildi, serâpâ kor oldum Anla... Akşam oluyor, güneş batmak üzere Aşk uzun bir geceye benzer Sabah ayıklar içindir Biz ki sarhoşuz Gel uzun gecelere bürünelim Mistik Yönü Osman ağabeydeki bu mistik temayül hayatı boyunca olgunlaşarak karakteristik bir çizgi hâlinde devam etmiştir. Tabiata mistik bir insan gözüyle bakar, gördüğü şeyler onu heyecanlandırırdı. Bir defasında çocukluğunun geçtiği yerleri gezdirirken, akşam herkes eve gittiği hâlde kendinin harmanda saman kokuları arasında, yıldızlara bakarak uyumaktan hoşlandığını anlatmıştı. Yine, etrafında tavşanların dolaştığı bağ evlerinde, ay ışığı altında roman okuduğunu söylemişti. Bilhassa baharın başlangıcında bir taraftan acı yel eserken, bir taraftan ağaçların yeşerip çiçek açması, kuzuların, oğlakların ortalıkta oynaşması onu çok heyecanlandırırdı. Tabiatın kıpır kıpır kımıldanıp canlanışı onda tarifi imkânsız bir tesir bırakırdı. Diyebilirim ki hiçbir baharı Akseki'den uzakta geçirememiştir, hapiste olduğu yıllar müstesna... Evinin bahçesinde belki 20, 30 çeşit badem ağacı vardı. Hepsinin çiçekleri değişik renkte... Bir defasında kar yağmış, gece donup çiçeklere zarar vermesin diye eline bir değnek alıp tek tek bütün dalları silkelemiş, sonra da hasta olmuştu. "Nevruz" isimli yazısında öyle diyor: "Ben de inadına böyle acı baharı severim. Açılan, saçılan, bayılan sıcak mayıs baharını değil. Titreyen, titreten genç baharı. Çiçekler açılmak üzere olacak, dallar ye illenmek üzere... Yazla kışın çekiimesi, hırçın bahar". Son yıllarında bana yazdığı bir mektupta da bu duygularını dile getirmişti: "..Sonra Akseki'ye. Nisan mayısa kadar Akseki'de kalmak, en azından badem çiçeklerini görmek. Belki de bu benim son göreceğim ilkbahar olacak Akseki'de. O aç bahan, acı bahan görmek. Öyle derler bizde, aç bahar acı bahar. Fakat, benim başımin tacı bahar. Ben böyle hırçın genç baharlan severim...." 1977'de İstanbul Bahçeköy'den yazdığı mektupta yer alan şu satırlar onun tabiata nasıl bir duygu kesafeti içinden baktığını gösteriyor: "Burası çok romantik, çok güzel bir yer. Ama her yer kan kokarken toprak, dağ, orman kokusu almıyor insan. Belgrat ormanlan içinde bir köy. Fırtına, kar, köy hayatı, sığırlar, köpekler, tavuklar... Sanki yakınımızda dört milyonluk İstanbul yok..." Bütün bunlan onun çocukluğundan itibaren mevcut olan bu mistik yönüne ışık tutmak için anlatıyorum. Bu sebeple Dostoyevski, Lamartin, Puşkin, Lermentof gibi yazarların eserlerindeki tabiat tasvirleri, özellikle Rus romanlarında stepleri anlatan kısımlar çok hoşuna giderdi. Dağ Çocuğu Kendisi “Dağlara Dair” isimli yazısında şöyle diyor: “Ben bir dağ çocuğuyum. Küçücük bir dağ kasabasında dünyaya gelmişim. Hayata gözlerimi açtığım zaman ilk gördüğüm manzara dağ olmuş. İlk aldığım hava dağ havasıdır. Lamartin, 'Tabiatla insanlar arasında bir nevi akrabalık vardır' der. Benim dağlarla akrabalığım çocukluğumdan başlar. Onun içindir ki dağ, dağlar bende ikinci bir tabiat hâlinde... Dağsız bir arazi, hele dağsız bir vatan düşünemiyorum. Küçükken dağlardan korkardım. Dağlar, ormanlar, devlerin, perilerin, cinlerin yeriydi; masallarda anlatılan meraklı, korkunç şeyler hep dağlarda dolaşırdı. Büyüyünce dağlar esrârengiz, korkulu olmaktan çıktı. Dağlar artık cinlerin, perilerin dolaştığı yerler değildi. Köroğlular, kahramanlar yatağı idi. Dağların kendisinde de bir nevi kahramanlık, yiğitlik buluyordum. Onların dimdik, göklere kafa tutan başları, boraları, şimşekleri, kışları, bana mevcut nizama isyan etmiş bir kahraman gibi geliyordu. Dağı yaratan, kahramanlar dövüşsün, Köroğlular nara atsın, Ferhatlar, Karacaoğlanlar, Âşık Hüsnüler yücelerden yücelere 'hey!... hey!...' seslensin, sevdiklerini çağırsınlar diye yarattı sanıyordum. Böylece uzun zaman dağlar, gözümde ve gönlümde 'hey... hey!...'ler olarak kaldılar. Seneler geçti, dağlar karşıma bambaşka bir hâl ile çıktı. Dağ silsileleri, sıra sıra yükselen tepeler, bana Allah'ın huzurunda saf saf olmuş müminler gibi göründüler. Köroğlular, kahramanlar, yerlerini erenlere, yatırlara terk etti. Anadolu'da her yüce dağ başında bir evliya yatır. Evliyanın, bu ulu kişilerin adı, o dağa, bele alem olmuştur. İnsan devleriyle, tabiat devleri, ulu insanlar, ulu dağlar, aşağılardan, yerden kendini kurtarabilenler, göklere ser çekmişler, yan yana baş başa yatıyorlar. Issız mekânların, sonsuz zamanların içinde... Ebedî bir uykudalar... Zaman zaman bana bir hâl olur. İçime ne olduğunu, nereden geldiğini bilmediğim bir sel hücum eder. Bu heyecan tufanı, bu sel, beni bazen hapishanelere, hürriyetlerin katlolunduğu yerlere sürükler, bazen de dağ başlarına çıkarır... Göklerle temasa getirir. Deli gönül göklerle birleşir ve ‘Issız Dağ Başlarında” münacatmı terennüm eder.” Kendi kaleminden okuduğumuz bu satırlar onun tabiatla birleşen mistik temayülünün kaynağı ve oluşumuna dair bilgi veriyor. Şimdi 1940 yılında Akseki’de yazmış olduğu şiire kulak verelim: Gönül deli delidir Sevdâ dolu doludur Tanrı daha uludur Issız dağ başlarında Issız dağ başlarında Ruhlar burda arınır Mahşer burdan görünür Nice Yunus barınır Issız dağ başlarında Issız dağ başlarında Her duygu bir ihtiras Her düşünce olur nâs Yaradanla et temas Issız dağ başlarında Issız dağ başlarında Kâinat nûr âlem nûr Hayâl içre hayâl kur İnsan devrâna der: Dur! Issız dağ başlarında Issız dağ başlarında Dehâlar şimşeklenir Cebrailler beklenir Peygamberler saklanır Issız dağ başlarında Issız dağ başlarında Yıldızlar tespihlerim Duâlaşır hislerim Secde etmek isterim Issız dağ başlarında Issız dağ başlarında Kucak kucak bulutlar Hudutsuzdur hudutlar Ufuklar, âh ufuklar Issız dağ başlarında Issız dağ başlarında Ya Bozkırlar Osman ağabeyin “Bozkır”a bakışı da farklıdır. Şu satırlar onun dağlardan, steplerden, Yunuslara, Mevlânalara intikal eden bir idrak içinde olduğunu gösteriyor: "... Bozkırda zamanlar, mekânlar sonsuzluk içinde erir. Renkler, şekiller silinir; yerini cihetlerden, sıfatlardan öte bir hakikatler âlemine bırakır. Bozkırda ne denizlerin dalgası, ne de göklere kafa tutan serkeş dağların gururu var. Bozkır mütevâzıdır. Bozkır renksiz, bozkır dalgasız, bozkır gölgesiz. Bozkırın ermişlere, dervişlere benzeyen bir hâli var. İnanan, susan bozkır, bazen Yunus gibi ermişlerinde dile gelir. Yunus, uçsuz bucaksız bozkırda, zamansız, mekânsız, önsüz sonsuz olan Tann’yı vasıtasız şekilde buldu. Bozkırın bu âşık, vefâlı çocuğu, Tanrı sevgisini göklerden yere indirdi, taşa toprağa sindirdi. Bozkırda Tann’ya giden yol dümdüzdür. Bozkırla Tanrısına yoldan sapmadan sessizce ulaşır.15 Şimdi de Bozkırın şiirini dinleyelim: Hayâlimde yemyeşil bir âlem kura kura Giriyorum güngörmüş bağrı yanık bozkıra Sabır, çile, tevekkül burada sonsuzlaşır Cihet, eb'ad silinir, insan mekânsızlaşır Hep aynı ses. aynı renk, aynı şekil, aynı hat Topraktan ve güneşten gelen sonsuz saltanat Bozkır sükûn, bozkır ruh, bozkır bir derviş gibi Kendi kendinden geçmiş Allah'ı görmüş gibi “Biz dem'i topraktan yarattık” diyen din Adını ilân eder her sabah Muhammed'in Yanmış yağız çehreler, yürekler nur içinde İnanan seven insan sonsuz huzur içinde Bozkırlarda “şimdi”nin, “acele”nin işi yok Motor, sür'at asrının korkunç keşmekeşi yok Bir meydan okuyuş var derinde, çok derin Asya dile gelirken kağnı tekerlerinde Kendini vere vere insan toprak anaya Yavaş yavaş kavuşur sükûna Nirvana'ya
·
477 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.