Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

400 syf.
7/10 puan verdi
·
3 günde okudu
Bir Ahmet Ümit polisiyesi, sadece bir polisiye değildir.. denilse Biraz iddialı mı olur? Övgü mahiyetinde değil de tespit niteliğinde kabul görürse o kadar büyük laf olarak göze çarpmaz kanımca… Daha önceleri İstanbul Hatırası bu sözü söyletecek bir tesir bırakmıştı.. İstanbul Hatırası için kitap bittiğinde büyük bir keşke döküldü dilimden, keşke “bunun ikisi olsa üçü olsa dördü olsa” yani böyle sürüp gitse. Neden mi? Aslından polisiyede alışık olmadığımız bir mizaçtır. Genel de okuyucu dedektifi büyük bir dikkat ve hayranlıkla izler. Zira onun yürüttüğü akıl okuyucunun da aklını yürütmüştür. Sadece sessiz bir merakla sayfayı çevirirsiniz ve sonucu beklersiniz. Size düşen dışarıdan olayları izlemektir. İşte girişte söylediğim cümleyi bana söylettiren Ahmet Ümit polisiyesinde böyle bir pasif durumun olmayışı. Okuyucu sadece bir gözlemci değil. Sadece sayfa çevirip sonuç beklemiyor. Okuyucu aşikâr bir şekilde anlatılan kurgunun içinde yer işgal ediyor. Kendisi lafa giriyor, cevap veriyor. Onlarla yatıyor onlarla kalkıyor. Birazdan değineceğim üzere beraber yemek yiyor. Biraz muallâk tanım yapmış olabilirim. Açayım. Demek istediğim özetle şu: Polisiyeyi diğer romanlardan ayıran ana özellik daha soğuk bir tarafının oluşu. Kastettiğim heyecan anlamında değil. Okuyucu da ki tepkimesi bakımından soğuk bir tür. Evet, sonuna kadar heyecanla takip ediyoruz. Hop oturtup hop kaldırıyor. Ama diğer türlerde gördüğümüz gibi bir sıcaklıkla karşı karşıya değiliz. Yani romanı sonlandırdığımız da “of be ne hikâyeydi arkadaş” diyebiliyoruz ama romanın içinden bir fert olamıyoruz. Bu belki de anlatının hayatımıza uzak olan bir yönünün olmasından kaynaklanıyor. Evet, güzel, dedektifin heyecanı bizde karşılık buluyor ama çoğu zaman başımızdan böyle bir olayın geçeceğini var saymadığımız için olsa gerek sadece “güzel hikâyeydi” demekle yetiniyoruz. İşte Ahmet Ümit’in bana göre temel farkı burada yatıyor. Aynı on ikinci adam klişesi gibi, bir karakterlik yer boş oluyor ve okuyucu kimse orayı dolduruyor. Kitap bittiğinde bir polisiyeden çok sanki bir eski zaman anısını okumuşçasına arkadaşlarınızı tekrardan hatırlamışçasına bir hisse kaptırıyor. Ve bir diğer önemli olan bunların yanı sıra konu ne ile ilgili ise o alanda birçok konu ile ilişkilenmek. Misal olarak yine İstanbul Hatırası’nın bitişinde her iki konu da polisiye mi yoksa şehir tarihi üzerine mi bir roman sorusunu sorduracak kadar denk vaziyette yer alıyor. Tabi bu dediklerimi bir tek Ahmet Ümit’e hasredemem, bunu başarı ile kullanan başka yazarlarda mevcut. İşte bu kitabı da böyle bir etkiye sahip. Siz ana hikâyenin karakterlerinden biri oluyorsunuz ve hikâye sizin etrafınızda gelişiyor. Kitap üzerinden gidecek olursak. İsmini bir kez daha belirteyim.. Patasana. Antik dönem Asur Hükümranlığı altında ki Hitit Krallıklarının birinde saray başkâtibinin adı. Kitap içinde iki farklı hikâyenin olduğunu söyleyebiliriz. 1) Antik dönem anlatısı ve 2) günümüz Antep’inde gerçekleşen olaylar. Kitap yirmi sekiz bölüm ve yirmi sekiz tabletten oluşuyor. Tabletler üzerinden Patasana’nın hikâyesi anlatılırken bölümler içerisinde de Patasana’nın antik dönemde yazdığı bu tabletleri gün ışığına çıkaran kitabında ana karakterlerini oluşturan arkeolog ekibin hikâyesi yer alıyor. İlk olarak tabletler üzerinden giden hikâyeden bahsedeyim. Ana hikâye olmamakla birlikte kitaba farklı bir hava katmış. Dili, anlatısı farklı. Bir yönden mitolojik metin olarak da bakılabilir. Tanrılar ve tanrıçalar, rahipler ve rahibeler havada uçuşuyor. Belki bu bahsedilenlerin tıpkısı yaşanmış değil ama benzerlerinin var olduğu bilinen gerçeklerden. Ki bu tür anlatılar insanın ne kadar aşağılık bir mahlûkata dönüşebileceğinin en bariz göstergesi. Bu doğrultuda da birçok gönderme de içermekte. Tabletler Patasana’nın kendi ile hesaplaşmasını anlatan bir tür anı mahiyetinde. Ara ara ana hikâyeye göndermelerde göze çarpıyor. Daha çok ana hikâye üzerinde durmak istediğim için tablet üzerinden giden hikâyenin değerlendirmesini size bırakıyorum. Ana hikâyeye gelecek olursak. Şunu söylemeliyim. Bende Baş Komiser Nevzat ve Ali’nin yeri ayrıdır. Her ne kadar hikâyeye adapte olduktan sonra pek aramasam da ilk başta eksikliğine üzüldüm. Her ne kadar hikâye onların ortamı kadar sıcak ve samimi olsa da göz onları bir arıyor. Hikaye’de ki tüm şahıslar ana karakter olarak kabul edilebilir. Esra, Yüzbaşı Eşref ve askerleri, Elif, Kemal, Timothy, Bernd, Teoman ve en sevdiğim karakter aşçı Halaf. Ve katil olduğu düşünülen Âbid Hoca… Hikaye Gaziantep’te arkeoloji çalışmalarında bulunan bir grup arkeolog üzerinden ilerliyor. İlk sayfalarda ölüm haberini aldığımız Hacı Settar bölgede sevilen sayılan ve kazı ekibinin halk açısından yadırganmasının önüne geçen biri. Arkeologlar onun halkı sağlıklı yönlendirmesi sayesinde rahat çalışabiliyor. Ta ki bir gün minareye ezan okumak için çıktığında aşağı atılarak öldürülmesi haberi gelinceye kadar. Kazı başkanı Esra’nın bu ölümü fazla önemsemesi sayesinde cinayet kazı ekibinin başlıca konularından birisi oluyor. Hacı Settar’ın ölümü bu konuyla ilgilenen Yüzbaşı Eşref’le tanışmamıza vesile oluyor. Eşref yıllarca dağda dolaşmış bir asker olarak farklı bir haleti ruhiye ye sahip ancak, kısa zamanda ekiple ilişkileri gelişiyor. Esra’nın cinayetin halkın batıl inançları dolaysıyla kazıya yönelik bir tepkinin sonucu olduğunu düşünmesi buna karşılık Yüzbaşı Eşref’in de tam tersi bir bakışla kazı ile ilgili olmadığını bir terör işi olduğunu savunması kitabın ana akışı mahiyetinde. Okuyucuya bu ikisi arasında gidip gelmesi öneriliyor, ancak iki tarafında savundukları fikri şüpheden öteye götürememeleri okuyucuyu başka sebepler aramaya itiyor. Belki bu yönü eksi puan olarak sayılabilir. Zira bir yer hariç başından beri bu fikirler savunuluyor ve sonucun bu olmayacağı aşikar bir vaziyette belirgin. Konu sadece katil ile sınırlı kalmıyor. Zaten Ahmet Ümit’i farklı kılan hususlardan birisi de daha önce değindiğim gibi sadece bir polisiye yazmaktan ziyade başka şeyler de anlatma çabası. Bu hikâyede de başta Eski medeniyetler(!), yörenin dokusu, örfü ve inançları, kişilerin karakterlerine kadar geniş bir alanda akıyor. Bununla kalmayıp konu sık sık 1915 Ermeni olaylarına kadar dayandırılıyor suçlamalar, savunmalarla coğrafyanın keskin tarihî vakalarından birine daha değinilmiş oluyor. Özet deyişle sadece bir polisiye hikâyesi anlatılmayıp farklı yelpazelerle konuya katkıda bulunuluyor, genişletiliyor. Getirilebilecek ana eleştirilerden biri benim açımdan göze çarpan bazı gereksiz sahnelerin kitapta yer almış olması. Hikayeye ne doğrudan ne dolaylı bir katkısı olmayan bir takım olayların, sahnelerin kitapta yer tutması, bu tür mevzuların roman içine alakasız da olsa dahil edilme isteğini gösteriyor.. Nihayetinde katile gelecek olursak. Katil; tabi ki söylemeyeceğim. Ama şunu demekle iktifa edeyim. Yazar’ın İstanbul Hatırası’nı okuyanlar katili bulmakta o kadar da güçlük çekmeyecekler. İyi okumalar. Selametle…
Patasana
PatasanaAhmet Ümit · Everest Yayınları · 201223,9bin okunma
·
28 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.