Gölgeye girenin gölgesi olmaz“henüz nereye kaybolduğu anlaşılamayan Güvercin’den aklını yitirerek karın neden yağdığını sorup duran Cennet’in oğluna, bekçiye, Rıza’ya, hangi kızın saçına okuyup üflediğini bilmeyen imama, hâlâ ilçeden dönemeyen muhtara, hatta yıllar önce nereye gidip yıllar sonra nereden geldiği bir türlü çözülemeyen Cıngıl Nuri’den eviyle muhtarlık arasında iskelet eskisi gibi dolaşıp duran Reşit'e, tenindeki yangınla samanlığı ateşe veren Hacer’e ve atın ayakları altında ezilen Ramazan'a kadar herkes içimdeydi.”
Alıntı sayfa 185/Gölgesizler
Gölgesizler kitabı ne anlatıyor diye merak edenler için bu alıntı kitabı özetletici tek cümleyle:)
Postmodernizm ve Varoluşçuluk akımlarının edebiyata yansımaları diyebileceğimiz bir sonuç Gölgesizler kitabı..
Bir köyde geçiyor tüm hikaye..Şimdi kitabı okurken kelimeler size mekanları ve insanları canlandırma yapmanızı sağlıyor ya işte Hasan Ali Toptaş ‘ın türkçeyi kullanma becerisi o kadar sarih ki bir köy ve içinde yaşayan insanları canlı görmüşcesine hayal edebilmenizi sağlıyor.
Bu köy hikayelerinde illa bir deli olur bizim izlediğimiz türk mahallesi konulu dizilerde de bir deli muhakkak olur ,benim memleket Kırıkkale’ de topalı ve delisi ile meşhurdur:)))
Topalı biliyorum da niye delisiyle meşhur bu kitabı okuma yapmama kısmetmiş düşünmek demek ki..
Asabiyet had safhada bizim oralarda.İnsanlar tez canlıdır çünkü coğrafya zordur, toprağı bellemenin zorluğundan oluşan yorgunluk asabi yapar bizim yörenin adamını..Yokluk ve kalabalık aile yapısı ister istemez bireysellik ve şartların çarpışmasına neden olur.Sinirler çok gerilir, şiddet çığrından çıkabilir, küçük bir sınır kavgasından tabancalar patlayabilir, kürekler birbirinin tepesine inebilir, laf söz köyü kaynatır...
Bu gerginliğe bazı naif ruhların dayanamadığını düşünüyorum, farklı davranıp konuşarak o çevre içinde yaşamaya tahammül geliştirme metodu olarak delirdiklerini düşünüyorum.
Bilmem çok sosyolojik bir delirme gerekçesi iddiası ortaya atmış olabilirim ama bir yerde insanlar az konuşuyor çok çalışıyorsa bu dengesizliğin bir yansıması illaki olacak..
Gölgesizleri okurken bir korku saldı içime.Geçen yaz Gökçeada kampı yapmıştım.Bir gününde adanın terkedilmiş rum köylerini gezmiştik bir minibüs insan.
Minibüs durdu insanlar kahveye lavaboya koştu ben de 20 dakka verildiği için köye doğru koştum ne görsem kâr hesabı yapıyorum.Bir yokuştan çıktım çoğu yıkık dökük eski taş ya da kerpiç evler bazıları hâla sağlam, gezindim aralarında bazılarının içine girdim odalarda gezindim benden başka bir iki keçiyle karşılaşıyordum. Korkunç bir sessizlik hâkim, diyorum bu köy bu mekan hiç yabancı gelmiyo bana Çağan Irmak’ın bir filminde gördüm ben bu köyü, hem geziyorum hem netten araştırıyorum yok elle tutulur bir bilgi.. Büyüleyici bir sessizlik.Neden sonra minibüsün korna sesleri ile o sessiz köyden yokuş aşağı koşarak çıktım.
Şimdi ne alaka bu incelemede Gökçeada’ın terkedilmiş bir rum köyünden bahsetmenin..
Bir şeyin korkusu o ânı ve mekanı yaşadıktan sonra gelir mi insana.Gölgesizler hikayesindeki evler, insanlar, hayvanlar o kadar canlı ki okurken, şimdi benim gezdiğim boş rum köyünde onlar hayalimde yaşıyor ama görünmüyorlar deli kara yılanı ile çocuklara şov yapıyo, ya da siyah yeleli at ,Ramazanı eziyor , o ahır bozması yere Güvercini aylarca kapatmışlar hayalimde o gezdiğim rum köyü yeniden yazıldı ve korkunç geliyor şu anda.Onlardan biri kolumdan çekip yaşadıkları zamanın boyutuna beni ya çekip alsalardı:)))
Postmodern bir roman okuyunca okuyucununda bir süre sağlıklı düşünemeyeceğine dair bir inceleme okudunuz.
Kitabı dikkatli okuduğunuzda son sayfaya geldiğinizde “Allahıma ben anladıydım” derken kendinizi bulmanız işten bile değil.
Okuyun bu güzel kitabı derken Neşet Ertaş’ın bir sözü ile bağlamak istiyorum ;
“GÖLGEYE GİRENİN GÖLGESİ OLMAZ.ADAM OLAN ÇIKAR GÜNEŞE, KENDİ GÖLGESİNİ YARATIR.”