Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

352 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
4 günde okudu
Belki bu sabah, dışarı ilk adımımızı attığımızda yüzümüze vuran ve hoş bir serinlik veren esintiyle aynı zamanda eskilerden bir anı hatırlamışızdır. Ancak bu anın tam olarak ne zamana ait olduğunu ilk başta anlayamayız hatta uzun süre düşünsek, ya düşünmekten yorulur ve boşveririz ya da hiç düşünmeden garip bir an yaşamış olarak devam ederiz. İşte Marcel, ilk kitapta çayının yanındaki madlenini yerken, bizim sabahki esintiyle hissettiğimiz veya anımsadığımız anımıza benzer bir anını hissetti. Bunun peşine düştü ve sonunda ortaya yedi kitaplık bu seri çıkmış oldu. Çıkan bu serinin son basamağında görüyoruz ki, önceki kitaplarda yoğun şekilde geçen aşklar, sosyete sohbetleri, siyasi olaylar ve daha nicesi üslubun zorunlu olarak getirdiği birer kuklalardır. Bu kuklaların ardında ulaşılmak istenilen yer ise gerçeklik, hayatın anlamı, sanat, sanatın değeri ve nasıl yapılacağı, mutluluk, haz gibi insanın aklını kurcalayan ve daima kurcalayacak olan temel felsefi, sanatsal ve varoluşsal konulardır. Karşılaştığımız her insan veya yaşadığımız her olay, üzerimizde belli etkiler bırakır ve bizlerin onlar hakkında edindiği birtakım izlenimler olur. Bu izlenimler, bir açıdan salt kendimize bağlıdır, çünkü dışarıdan gelen her veri sonuç olarak zihnimizde anlamlandırılır. Diğer açıdan ise, izlenimlerin her birisi, diğer insanlara da doğrudan bağlıdır. Yani bizim alıp zihnimizde anlamlandırdığımız izlenimler aynı zamanda o insanların başka insanlardan alıp zihinlerinde anlamlandırdığı izlenimlerdir. Bu şekilde devam eden bu bağlantı ile tüm insanlar birbirlerine bağlı hale de gelmiş olurlar. Haliyle tek bir insanı anlamak veya insanın kendisini gerçek manasıyla anlayabilmesi tüm insanlığı veya gerçekliği algılayabilmesi anlamına gelecektir. Peki bu nasıl yapılacaktır? İnsanın zaman algısı Einstein'la değişmiş olsa da çoğunlukla yine doğrusaldır: Dün, bugün ve yarın. Bugüne temasimiz duyularimizladır ancak artık klişe olmuş bir tabirle "Duyularımız yanıltıcıdır,"; geçmiş ise zihinde sürekli yeniden kurulduğu için ve gelecek zaman ise insanın faydacı yaklaşımı nedeniyle güvenilmez hale gelebilir. Bu durumda insan öncelikle benliğini bu doğrusal zamandan çıkarıp, Zamandışı hale gelmesi gerekiyor. Marcel madlen yerkenki anın kendisine verdiği hissin izini sürerek bu yola girmiş oldu. Girilen bu yolda, sosyetede geçen onca zamanda karşılaşılan her insan, çevresinde yaşadığı anların oluşturduğu birbirinden farklı benlikler barındıran bir hâle taşıyan bir şekildedir. Onları tanımak için hâlelerdeki her bir benlikle tanışmak, onları analiz etmek, onlardan alınan her izlenimin adeta mikroskop altında incelenmesi ve ardından da kişinin zihninde, diğer insanlara da aynı işlem uygulandiktan sonra çıkan sonuçların birlikte degerlendirilerek anlamlandirilmasi gerekmektedir. Bu, hem Proust hem de onu okuyanlar için oldukça yorucu bir işlemdir. Çünkü, okunan onca sayfanın (bunlar arasında oldukça sıkıcı ve boş sosyete muhabbetleri de yer alır) bir anlam değil de bir üslup üzerine yazılmış olduğunu anlamak, başta hoş bir esinti verse de sonrasında insanda kandırılmışlık duygusu uyandırabilir. Proust'a göre, Zamanın dışından bakıp; geçmiş-simdi-gelecek üçlüsünü, temasta bulunulan her insandan alınan her izlenimin anlamını ve bu insanların hâlelerindeki her bir benlikle temasın bir anda görülmesi hem sarsıcı hem de haz veren bir şeydir. Hatta gerçek haz tam olarak budur. Bu hazzı daha fazla ve tam olarak yaşayabilmenin yolu daha çok izlenimle temasa geçebilmektir. Her izlenim de nesnelerin özünü getiren bir bal arısı görevi görürler, bu nesneler arasına insanlar da girmektedir. Çünkü Zamanın dışında bulunan biri için insanın herhangi bir nesneden bir farkı kalmamaktadır. Nihayetinde ise bu hazzı yaşayabilmesinin asıl yolu, insanın kendi içine dönerek kendisini derinlemesine keşfedilmesine bağlıdır. Çünkü alınan her izlenimin anlamlandırıldığı yer insanın zihnidir. Buradan duyguların yaratıcısının düşünceler olduğu sonucu da çıkar. Lakin insan çoğu zaman bunu anlayamaz, bunu anlayamadığı için de bir sene önce uğruna ölürüm dediği kadını bir sene sonra neden umursamadığı üzerine de hiç düşünmez, düşünse de bir sonuca varamadan geçer. Bunun gibi birçok olayın işlendiği, anlamlandırıldıği, o an önemine göre derecelendirilip raflara dizildigi ve geçen Zaman'ın da sürekli önem sırasını değiştirip, raflarda olayların, kişilerin[kısaca kitapların] yerini düzenlediği insanın zihninde aranılan Zamanın keşfedilmesi oldukça zor hale gelir. Çünkü hatıralar silikleşir, unutkanlık üzerine toz toprak atar, ıstırap bir mezar taşı diker, alışkanlık ise üzerinden buldozer geçirir. Sonuçta da aranılan Zamanın olduğu raf dümdüz hale getirilmiş olur. Aranılan Zaman'a yönelik atılan ilk adımdan sonra, kişi temas ettiği her insan ve olayla ilgili izlenimleri depo ettiği zihninde derinlemesine bir kazıya başlar. Dümdüz hale getirilen araziye ulaşır ve burayı kazar. Ortaya çıkan şey ise bir kitabın taslağıdır. Bu taslağı çıkarma işlemi, sanat eseri yaratmaktır. Bu kitap, her insanın içinde varolan bir veridir. Ancak çoğu insan bunun farkına varamaz. Farkına varan da sanatçı olur. Yani sanat, yaratılmaz keşfedilir. Sanatçı da bu taslağın tercümanıdır Proust'a göre. Aynı zamanda içgüdü insanın görevini belirlerken zihin bundan kaçar. Sanatçı da tam bu nedenle yani içgüdülerine her an kulak verdiği için, sanat en gerçek şey olarak nitelendirilir. Aynı zamanda, gerçekliği; insanın çevresini her an sarmalayan izlenimlerle hatıralar arasındaki bağlantı olarak tanımlayan Proust'a göre, sanatçı bu bağlantıyı kuran kişidir. Yani ortaya koyduğu eserlerle, insanı dengede tutan ve yolunda devam etmesini sağlayan temel görevli, sanatçılar diyebiliriz. Çünkü sanatçılar sayesinde insan, üzerindeki büyük bir yükten kurtulmuş olur. Bu yük, geçmiş ile şimdi arasındaki bağlantıdır. Silikleşen ve şimdideki benliğine yabancı hatıraları, tekrar kendisi için anlamlı hale getiren sanatçılardir insanın yerine. Bir insan da ne kadar sanatla ilgili olursa o kadar tam bir benliğe sahip olur; yani farklı zamanlarda varolan benliklerini bir ölçüde birbirlerine bağlamış olur. Bu sayede de huzurlu ve mutlu şekilde hayatına devam eder. Tüm bu yolu açan başat etken olan izlenimler ise bu durumda Proust'a göre gerçekliğin tek ölçütü haline gelmiş oluyor. Çünkü insan onlar sayesinde, zihninde bir kazıya başlayıp dümdüz haldeki toprağın altına ulaşabilir. Yani bir ölçüde mükemmelliğe yaklaşır; zihnindeki kitabın taslağına ulaşmaya çalışırken, Zaman'ın belirlediği önem sırasına göre sıralanan hatıraları tanır, onları kendisi sıralamaya başlar. Bu da gerçek mutluluk olarak nitelendirilir. Son olarak bir yerde, neden yaşayalım ki bu hayatı şeklinde bir sorgulama söz konusuydu; buna da verilecek yanıt, kendi benliğini Zamanın dışına taşımış bir insan için, dün bugün veya yarının bir önemi kalmaz, haliyle doğumun gelişimin ve ölümün de. Böyle bir insan için "Yaşama sanatı, bize acı çektiren insanları, tanrısal biçimlerine ulaşmamizı sağlayacak bir basamak gibi kullanmak ve böylece hayatımızı mutluluk içinde, tanrısal varlıklarla donatmaktır," Proust'un anlatımıyla; haliyle Olimpos'unda kendi panteonunu oluşturan bu insan, ölümü neden istesin ki? __________________ Anladığım kadarıyla Proust için "Sanat sanat içindir," felsefesi geçerli. Gerçi, yukarıda uzun uzun anlattığım üzere onun için bu aynı zamanda tüm insanlık için yapılan bir edimdir de. Lakin kitabın özelikle ilk yarısından sonra uzun uzun değindiği üzere, devrin sahip olduğu bir dava için, bir toplumun beklentisine, ülküsüne göre yazmak Proust için gerçek edebiyat ve de gerçek sanat değildir. Çünkü Dreyfus Davasi'da da görüldüğü üzere, Dreyfus Şeytan Adasi'nda sürgündeyken onu hain olarak görüp aşağılayanlar, o aklandiktan sonra en sıkı Dreyfusçu haline gelmişlerdir. Şimdi eğer bir yazar, Dreyfus Şeytan Adası'ndayken toplumun geneline uyup ona göre yazsa aradan geçen kısa sürede uğruna yazmış olduğu 'dava' diskalifiye olmuş, 'dava'nin destekcileri Dreyfusçu olmuş, geriye de yazarın Dreyfus aleythari eseri kalmış. Yani bu eserin kendisi melekken bir şeytan haline gelmiş olur. Tabi, bu noktada şu akıldan geçer; Zola gibi Dreyfus lehine dursa ölümsüz olurdu. Ancak bunun garantisi nedir ki? Aradan yüz sene geçse ve dünyada yokluk, yoksulluk, krizler zirveye çıksa, yani kaos hakim olsa diyelim. Kaos kankasi olan uç milliyetçilik ve Faşizmi, diktatöryallığı da beraberinde getirir. Haliyle Fransa tarihinde iyi biri olarak okutulan ve görülen Dreyfus bir anda kendini yeniden Şeytan Adası'nda bir hain olarak bulabilir. Bu açıdan Proust'un sanat hakkında neden bu fikirde olduğunu anlayabiliyorum. Ayrıca, yukarıda biraz izah ettiğim üzere, serinin ön planında olan unsur çıkarılacak anlamdan ziyade üsluptadir. "Neden" değil "Nasil" sorusu hakim yani. Haliyle, serinin özellikle Guermantesler Tarafi'nda da ve yer yer de Sodom ve Gomorra'da geçen ve okuru oldukça sikabilecek tüm o sayfalarca (bence) boş ve sıkıcı sosyete sohbetleri, gömüyü bulmak için çıkarılan toprak parçaları gibidirler. Yani onları tek tek anlamlandiracak öğeler olarak okumanın çok bir anlamı yok. Ancak serinin sonuna gelindiğinde, tüm o sayfalar akla bir bütün olarak geliyor ve bunlar köşeye atılan toprakmış deniliyor. O halde ben o sayfalarca boş muhabbeti, bir şehir ismi üzerine edilen sohbetleri, baloda davetlilere tanıtılmak için beklenilirkene edilen onca sohbeti ve daha nicesini bunun için mi okudum diyebiliyor insan. Tabi, bununla birlikte ne senle ne sensiz mantığıyla, bu topraklarin kenara atılmasi eser açısından önemlidir. Öte yandan serinin diğer kitaplarında merak edilerek okunulan aşkların ve ilişkilerin bir anda önemini yitirdiğini, bunların bir üslup işi olduğunun fark edilmesi, insana başta hoş bir duygu verse de, sonradan bir kandırılmışlık hissi de verebilir. Ancak kendi adıma, aşk konularını kitaplarda sevmem, haliyle serinin bağlandığı noktalar benim hosuma gitti diyebilirim. İyi okumalar
Yakalanan Zaman
Yakalanan ZamanMarcel Proust · Yapı Kredi Yayınları · 20201,061 okunma
··
133 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.