Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Salih Mirzabeyoğlu ve Diyarbakır...
- " (…) Garip bir şey ama, hayatımın en diri hatıraları arasında Diyarbakır’ın esaslı bir yeri vardır; ve bir türlü inanamadığım bir şey varsa, benim o zaman o kadar küçük yaşta oluşum… Büyüklerin kendilerine nazaran iptidaî mahlûk gözüyle bakmalarının aksine, çocuk ayrı bir âlem ve varlık olmanın yanı sıra, demek ki o yaşlarda bile ne kadar keskin bir tesbit gözü, şahsiyet zevki ve acısı, arzu, emel, keder ve zafer esrarını yaşatıyor!.. Zaman zaman “merdane” dedikleri silindir şeklinde büyük taşlar gezdirilerek toprağı sıkıştırılan, toprak damlı Diyarbakır evleri… İlk oturduğumuz evde, yağmur yağdığı zaman evin içine su damlardı… O zaman başlıca eşya olarak karyola ve üzerinde hem oturulup hem yatılan sedir, ıslanmayacak köşelere nakledilir, su akan yerlere de leğen konulurdu… Annemin bedbinliğine nisbetle, benim için keyifli bir macera!.. Bana, üzerine şeritli çata-pata takılıp arka arkaya patlatılabilen oyuncak bir tabanca alındı… Saadetim hudutsuz… Sokakta çalımımdan geçilmiyor… O zaman Diyarbakır’da, aynı zamanda kamyonculuk oynarken kamyon direksiyonu niyetine hayal ettiğimiz büyük simitler satılırdı; bir elimde silâh, öbür elimde de yolculuk (!) sırasında zaman zaman kemirdiğim direksiyon… Ben böyle keyfim gıcır üstüne gıcır oynarken, koca bir çocuk yanıma yanaştı ve tabancayı ondan uzun bir süre sonra da devam edecek çığlıklarım arasında kapıp kaçtı… Koca çocuk olup da ne olacak; olsa olsa 7-8 yaşında… Hâlâ arkasından ağlar gibi baktığım çocuk!.. Bir camî avlusuna bakan yan yana dizili medrese odalarının teşkil ettiği, eski mimarî üslûpta bir külliye düşününüz… Oturduğumuz evlerden biri, tıpkı bunun gibi, evleri avluya bakan, dıştan bakınca yekpâre bir taş duvarla çevrili, sanki hisar içi… Avlunun zemini de taş… Ve yaz günü, sanki her parçası bir alev kusan o taşlara çıplak ayakla basabilmemiz mümkün değildi!.. Yandaki komşu teyze, sebze kurutuyor… Ve ne münasebetle orada duruyorsa, bir kab içinde de kırmızı toz biber… Kaba eğilip üflüyorum ve sonra da gözlerimdeki yangının acısıyla basıyorum çığlığı… Ve annemin tokatları arasında yüzüm yıkanıyor!.. Bir çocuk var; adı Arif… Benden 2-3 yaş büyük… Ben akran, bir de kardeşi… Ben ne zaman kardeşini pataklasam, o da beni pataklıyor… Aslında genel olarak bana iyi davranıyor ama, ona karşı bir türlü gücümün hıncıma denk olmamasından acı duyuyorum… Birkaç kelimeden başka Türkçe bilmeyen Arap asıllı ve Mardinli o çocuktan, espri olarak dilime pelesenk ettiğim bir davet kalıyor: – “Alâ Mardin, Alâ Mardin!” Otobüscülük oynarken, kendi otobüsüne müşteri topluyor! Bugüne kadar konuştuğum Diyarbakır’lı her kime sorduysam cevabını tam alamadığım soru: – “Duvarları kare şeklinde göz göz olan bir camî biliyor musun, adı ne?” Cephe duvarlarından birinde kare şeklinde gözler olan o camiin Ulucamî olabileceğine dair bir bilgi edindim… İşte o camî duvarındaki oyuklardan birinden diğerine geçmek, düşme ve berelenme tehlikesi olan bir oyun teşkil ediyordu!.. Duvardan birçok kere düştüm; ya dizim kanar, ya dirseğim… Bir keresinde nasıl düştüysem, burnundan kan boşanır şekilde eve yetiştirdiler Beyzâde’yi… Önce tedavî, sonra annemden dayak!.. Çarşıyı andıran bir yerde, açık alan… Çocukların bağırışlarıyla döndüğüm ânda, bir adam bisikletiyle bana çarptı… Ağzım burnum kan içinde, bayılmışım… Beni eve koşturmuşlar… İkinci kat evin pencereye yakın masasına yatırılmışım… Yarı dalgın, etrafımdaki telâşenin farkındayım… Ağzımı yüzümü silip kanı durdurma fasıllarından sonra, kendime geldiğim ânda oturur vaziyet alıp pencereden bahçeye baktım ki, aşağıda tıka basa bir kalabalık; serde Beyzâdelik de olduğundan olsa gerek… Ayağa kalkabilecekken, hemen nâz makamında yine yattım… O zaman nedendir bilmem, şeker kıymetliydi her hâlde, taş gibi sert kesme şekeri ekmekle yemeğe bayılırdık… Yattığım yerde, kim uzattıysa, bana ekmekle şeker verdiler ki, mühimsenme keyfinin üstüne o damak zevki de eklenince şâd oldum!.. Ablam benden 4 yaş büyük… 7 yaşında ve ilkokul 2. sınıfa gidiyor… Öğretmeni tarafından çok seviliyor; yanılmıyorsam Üniversite çağlarına ve belki daha öteki zamanlara kadar da o hocayla bayramlarda birbirlerine kart atar, mektup yazarlardı… O hocanın Eskişehir’de bir kere bize misafir geldiğini de hatırlıyorum… İşte bu hanım, sevdiği çalışkan talebesini, evine misafir olarak davet ediyor… Ben de, herhangi bir arsızlık yapmama için tenbihli, ablamın yanında refakatçi olarak davete icabet ediyorum… Yanılmıyorsam, etrafında halkalandığımız masa bahçedeydi… Masa üzerinde temiz bir örtü. İçecek ne geldi veya geldi mi hatırlamıyorum… Sadece, benim her kıpırdanışımda, gözucuyla bana “doğru dur!” ihtarı yapan ablamın hâli çok canlı… Oysa ben böyle oturmaktan sıkılıyorum… Ve bütün bunları bir vesile olarak anlatmamın sebebi esas sahne: Hoca hanım, bir tabak içinde, benim pek bayıldığım dilim dilim kesilmiş salatalık turşusunu masaya koyuyor… Ablam, calî bir zerafet edasıyla ikrama icabet ederken, ben lezzetin hayâline garkolmuş biçimde hareketleniyorum… Ama henüz bir hücum tavrı göstermemişken bile, ablamın gözucuyla hatırlatma yapması, doğrusu haksızlık… Neyse; iş olacağına vardı ve ben dizgininden boşanan kantarmalı at gibi, dilediğim sür’ati tutturdum… İşin bundan sonrası ise tam bir felâket: Hoca hanım, her ne sebeple ise bir ara masadan kalkıp gözden kaybolmuştu ki, ben nefsin “korku, şu, bu” bütün mekanizmaları kaybolmuş vaziyette hücuma geçtim… Ve Hoca hanım, biri ağzımda biri boğazımda hâlimdeyken, geri döndü; ve tabiî ki gördü… Mesele onun görmesinde değil de, ev faslında… Süs, püs ve haşmet adına ne varsa Viyana önlerinde bırakan Osmanlı ordusu gibi, ablamın ağlayışlı azarları ve babama söyleyeceği tehditleri altında, hazin bir eve dönüşüm var… Uğruna her şeyi göze aldığım damak lezzeti, şimdi misliyle çöken bir kabus… Evde ablamdan tüten matem havası ve annemin ona tarafgirlik etmesi… Babam daha kapıdan girer girmez, ablam ona benim arsızlığımı yetiştirdi… Babamın “nerde o?” diyen sesi… Dolabın kapısını açtı, esefli bir gülümseme benzeri… Ama kızgın değildi; hattâ lâkayt… Oh be, basü badel mevt!.. Bir gün babam eve, üç tane beyaz köpek yavrusu getirdi… Büyüdüğüm zaman öğrendiğime göre, o köpekler Amerikalı askerlerin üç-beş dilde komut alabilecek şekilde eğittikleri cinstenmiş… Nöbette kullanılan, azman şeyler… O üç yavru, babamın isteği üzerine uçakla getirilmiş… Ne varsa yalayıp yutan masraflı yavrulara fazla bakamadık… O köpeklerin getirildiği sıralar, kim hediye etmişti bilmiyorum, bana mika bir borazan verdiler… Müthiş sevinçliyim… Borazana sahip olduğum günün akşamı, biraz serinlemek ve hava almak üzere çay bahçesine gideceğiz… Lâkin, benim aklım fikrim duvardaki çiviye asılı borazanda… “Ya hırsız girer de çalarsa!”… O akşam çay bahçesinde içim zehir zıkkım, eve dönüşü iple çektim… Ve eve dönünce hemen borazanımın yanına koştum; yerli yerindeydi… Ama biz uyurken hırsız gelip onu çalabilirdi, bu yüzden tekrar tedbirsiz davranmamaya karar verdim… Sandalye üstüne çıkıp elimdeki sopa ile onu çiviye asılı ipinden kurtarmak isterken, yere düştü ve sesin çıktığı geniş huni kısmından bir parça kırıldı… Ses çıkıyordu ama, ne fayda; neticede borazan, kırık borazan olmuştu… Tabiî ki ağladım!.. Musa Bey’in ve sonra İzzet Bey’in hizmetkârlarından Hüdeda’nın, Diyabakır’da dükkânı vardı… Onun dükkânına giderdik… Çarşı içinde, üzerinde paralar bulunan bir tepsi ile dolaşan adam… Bazı adamların tepsiye para koyup, para almaları… Babama sorduğum zaman, “para satıyor!” demişti… Meğerse, dileniyormuş adam!.. Bu hadiseyi ne zaman hatırlasam, bir adama para verip de eksik “para satıyor” deme şartlarının daha nazik ve zarif olacağı gelir aklıma!.. Hüdeda, “Kamer Bacı” dedikleri hanımı ve Sultan isimli kızı… Nüfus kâğıdında baba ismi yerine “Musa Bey Hizmetkârı” yazdıracak kadar ona bağlı Hüdeda, Diyarbakır’da hâlâ Beyin şerefi kendisine emanet bir ehl-i zimmet gururunda, evimizin etrafında pervâne… Bütün ailesine sinmiş öyle bir benimseyiş ki, Şark hareketleri çerçevesinde inceleme yapan bir Fransız dergisinin çekip yayınladığı ve sonradan babam tarafından kapı büyüklüğünde büyütülüp çerçeveletilerek duvara asılan fotoğraf, o zaman Sultan abla tarafından mutlaka elde edilmesi gereken bir nesne… Nasıl yalvarıyor, nasıl sızlanıyor onu alıp kendi evlerine götürmek için!.. O resmin dergiden kesilme orjinali, şu ânda benim çalışma odamın duvarında Üstadım’ınki ile yanyana, bana memuriyet ve mesuliyetimi ihtar eder mânâda duruyor!.. Taşlı dar yollar… Deve, at, eşek cinsi, üçlü-beşli-onlu katarlar… Sokakta kâh oyun oynayan, kâh dövüşen çocuklar… Ablam, çocuklar içinde bir elebaşı olarak bir Gülizar Hanım kumaşını tüttürmekte… Sosyal çevrenin insan üzerinde etkisi veya insandaki istidadın görünmesine zemin teşkil edecek sosyal çevre meselesine misâl bir sahne: Çocukları kovalarken düşen ablamın elinin baş parmağı, parmak yerinden kopacakmışçasına ayrılıyor… O vaziyette doktora… Doktor, “Kürt kızları ağlamaz!” diyor ve onun büsbütün pekişmiş metanet hissi içinde, gıkı çıkmayan 7 yaşındaki çocuğun eline gerekeni yapıp dikiş atıyor… Ve ablam hiçbir şey olmamışçasına aynı edayı evde de sürdürdü!.. Yine ablam… Heyecanla, bir yumrukta çimenler üzerine serilmiş bir astsubayın tasvirini yaparken, o gün alaya götürülmemiş olan bana sadece hayâl etmek düşüyor… Gözümde haysiyet, şeref, mertlik ve gözü karalık gibi “erkekçe”lik numunesini yaşatması bir yana, Şerif Bey hayatım boyunca bunlara denk gelen hiçbir rizikolu davranışıma engel olmaya tevessül etmemiştir!.. Dicle Nehri… İki-üç aile, toplam 12-13 kişi, “Harley” marka sepetli bir askerî motorsiklet ile, toprak ve son derece dik uzun bir yokuş yolu tırmanıyoruz… Bütün gençliğim boyunca da hayâlimi süsleyen motorsiklet cinsi o oldu… O hâlâ burnumda tüten yolculuktan sonra, kıyısında birbirinden ayrı mesafelerde tahtadan yapılmış kulübe-evler bulunan Dicle Nehri, sayfiye yeri… Suda yüzenler, oynayan çocuklar… Seri kulaçlarla motor gibi suları yararak yüzen babam, arada bir sığda debelenen benim yanıma geliyor ve kaldırıp fırlatıyor; öyle yükseklerden (!) suya düşüyordum ki… Nehrin hemen kıyısında direkler üzerine oturtulmuş evin iskele-balkonu altında kaynaşan küçük balıklar… Tası daldırıp yakalamaya çalışıyorum… Ama nafile!.. Ablam akran bir kız… Kardeşi de var mıydı?.. O, ablam ve ben, Diyarbakır’a 5-6 kilometre mesafedeki bir çiftliğe gidiyoruz; gidiyormuşuz… Hatırlamıyorum… Hatırladım şu: Gidişte veya dönüşte, ablam pestile dönmüş beni sırtında taşıyordu… Ve mesut tesadüf: Askerî bir ciple yoldan geçmekte olan babam, bizi görerek alıyor ve eve getiriyor… Babamın bizi görmesi ve eve getirmesini de hatırlamıyorum…
Sayfa 167 - 168,169,170,171,172,173 İBDA YayınlarıKitabı okudu
·
203 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.