Boris Porchnev birkaç yıl kadar önce beni ve Jiger "burjuva" tarihçilerini (bundan Batılı tarihçileri anlayınız) kapitalizmin kökenleri ve ilk gelişmelerine ilişkin olarak çok fazla konuşurken, sonuyla meşgül olmadıgıınızdan ötürü dostça eleştiriyordu. En azından benim birkaç mazeretim var. Ben kendimi ilk modernlikle sınırladığım için, eğer kapitalizm XVIII. yüzyılın sonunda tam bir atılım içinde olduysa, bu benim kabahatim değildir. Öte yandan kapitalizm bugün Batı'da bunalımlar ve beklenmedik talih değişikliklerinden geçiyorsa da, hemen yarından itibaren can çekişmeye başlayacak bir "hasta adam" olduğunu sanmıyorum. Kuşkusuz artık, Marx'ın bile ona kar şı duyduğunu gizleyemediği hayranlığı uyandırmamaktadır; artık Max Weber veya Werner Sombart'ın gördükleri gibi, bir evrimi tamamlayan sonuncu safha olarak görülmemektedir. Ama bu, sürtüşmesiz bir evrimle onun yerine geçecek bir sistemin, ona bir kardeş gibi benzeyeceği anlamına gelmemektedir. Nitekim ben, tamamen yanılma olasılığıyla birlikte, kapitalizmin "içsel" bir bozulmayla kendiliğinden çözülebileceğine inanmıyorum; böylesine bir çöküş için aşırı şiddette bir dış şok ve inanılır bir ikame çözümü gerekecektir. Bir toplumun devasa ağırlığı ve devamlı teyakkuz halindeki egemen bir azınlığın direnci -ki bu azınlık bugün dünya ölçeğinde bir dayanışma içindedir- söylevler ve ideolojik programlardan veya anlık seçim başarılanndan ötürü kolayca yol alamamaktadır. Dünyadaki tüm sosyalist zaferler dış bir darbeden ve görülmemiş şiddet hareketlerinden yararlanmışlardır: 1917 Rus devrimi, 1945 Doğu Avrupa rejimleri, 1947 Çin devrimi, 1959 Küba gerillalarının zaferi, 1976 Vietnam'ın kurtuluşu. Üstelik bu hareketler sosyalizmin geleceğine tam bir güvene dayanmaktaydılar, oysa bu gelecek bugün da ha belirsizdir. 1970'li yıllarda başlayan bugünkü bunalımın kapitalizmi tehdit ettiğini kimse inkar etmeyecektir. Bu bunalım 1929'dakinden daha farklı bir vahamet içermektedir ve en büyük firmalar muhtemelen içine yuvarlanacaklardır. Ama kapitalizm sistem olarak bu bunalımı atlatacak tüm şanslara sahiptir. Ekonomik açıdan (ideolojik açıdan demiyorum), bu bunalımdan güçlenmiş olarak bile çıkabilir. Nitekim ön endüstriyel Avrupa'da bunalımların olağan rollerinin neler olduklarını gördük. Küçükleri (kapitalist ölçekte küçük), ekonominin keyifli olduğu zamanlarda ortaya çıkan narin işletmelerle, bunun tersine yaşlanmış olanlarını yoketmek, böylece rekabeti güçlendirmek değil de, hafifletmek ve ekonomik faaliyetlerin esas bölümünü birkaç elde yoğunlaştırmak. Bu bakış açısından, bugün de hiçbir şey değişmemiştir. Ulusal düzeyde olduğu gibi, uluslararası düzeyde de kağıtlar yeniden dağıtılmakta, "yeni kart"lar açılmaktadır, ama bu iş en güçlülerin yararına olmaktadır ve ben, jacques Ellenstein'le geçenlerde yaptığı bir tartışmada, "bunalımlar kapitalizmin gelişmesi için elzemdir; enflasyon, işsizlik vb. (bugün) kapitalizmin merkezileşmesini ve yoğunlaşmasını teşvik etmektedir. Bu yeni bir gelişim safhasının baş langıcıdır, ama kapitalizmin nihai bunalımı değildir" diyen Herbert Marcuse'le aynı fikirdeyim. Nitekim merkezileşme ve yoğunlaşma, toplumsal ve ekonomik mimarilerin sessiz yapıcıları ve yıkıcılarıdır. Fiat yönetim kurulu başkanı Giovanni Angelli daha 1968'de kehanette bulunmaktaydı: "yirmi yıl içinde dünyada herhalde otomobil markası kalacaktır". Ve bugün 9 grup tek başlarına, dünya üretiminin % 80'ini ellerinde tutmaktadırlar. Yüzyıllık bunalımlar (daha önce de söylediğim gibi, şu andaki bunalım bana bunlardan biriymiş gibi geliyor) üretim, talep, kar, istihdam vb. yapıları arasındaki büyüyen uyumsuzlukları cezalandırmaktadırlar. Arızalar meydana gelmekte ve zorunlu hale gelen yeni ayarlamalar esnasında bazı faaliyetler solmakta veya ortadan silinmektedir. Fakat aynı zamanda, ayakta kalanların çıkarına olmak üzere, yeni kar olanakları çıkmaktadır. Büyük bunalımlar bir de üstelik uluslararası boyuttaki başka bir yeniden da gılımı teşvik etmektedirler. Burada da en güçsüzler daha da zayıflamakta; dünya egemenligi bazen el ve cografi alan degiştirse de, en güçlüler daha da güçlenmektedirler. Dünya son onyıllar esnasında derinlemesine degişmiştir ve bu birçok biçimde olmuştur: Amerikan ekonomisinin ABD'nin güneyine ve batısına dogru kayması söz konusudur (bu olgu birçok digeri arasında, New York'un gerilemesine neden olmuştur). Öylesine ki, Jacques Attali (1979) "dünyanın merkezinin Atiantik'ten Pasifiğe kayması"ndan, bir cins ABD-Japonya ekseniyle birlikte sözedebilmektedir. Petrol üreticisi ülkelerin yeni zenginlikleriyle birlikte üçüncü dünyada bir kırılma meydana gelmiştir; bunların zenginliğinin yanı sıra diğer azgelişmiş ülkelerin sefalet ve güçlükleri artmıştır. Ama aynı zamanda, geniş ölçekte dışarıdan yürütülen bir hareketle (Batılı şirketler ve bunlardan daha çok çokuluslular tarafından) daha dün ham madde sağlayıcısı rolü verilmiş olan bu ülkelerin endüstrileşme yoluna girdikleri görülmüştür. Kısacası kapitalizm, Batı ekonomi-dünyasının uzun zamandan beri ege men olduğu dünyanın geniş bir kesimindeki siyasetini gözden geçirmek zorundadır. Bu sömürülebilir, düşük hayat düzeyinde olan bölgeler, muazzam Latin Amerika, sözüm ona özgür oldu denilen Afrika'dır, aynı zamanda Hindistan'dır... Hindistan kuşkusuz belirleyici bir aşamayı ardında bırakmıştır, çünkü kıtlığın tehtidlerine alışkın olan bu ülke (l943'teki kıtlık Bengal'de 3 veya 4 milyon kişinin ölümüne yol açmıştır) öylesine tarımsal gelişmeler kaydetmiştir ki, iki veya üç iyi hasadın da yardımıyla, 1978'de ilk kez önemli bir fazla vererek. beklenmedik ve çözümsüz stoklama sorunlarından ötürü buğday ihraç etmek zorunda kalmıştır. Ancak henüz, Hindli köylü kitlesini made in lndia mamul malların alıcısı haline getirecek belirleyici dönemeçte değiliz: sefalet genelligini sürdürmekte ve nüfus yılda 13 milyon artmaktadır! Bunun sonucu olarak, kapitalizmin yeni üçüncü danyaya egemen olması için gereken yolları örgütlemeyi bir süre daha becerebileceğine veya yenilerini bulacağına bahse girelim. Ve bu kapitalizm geçmişin korkunç güçlerini, kazanılmış konumlardan gelen güçleri kullanmayı bir kez daha bilecektir. Marx "gelenek ve eski kuşaklar yaşayanların beyni üzerine kabus gibi çökmektedirler" diye yazmaktaydı, biz ise bu canlıların varoluşlarının üzerine de çöktüklerini söyleyeceğiz. Jean-Paul Sartre eşitsizliğin yok olacağı, bir insanın başka bir insana egemen olamayacağı bir toplumun düşünü kurabilir. Ama bugünkü dünyanın hiçbir toplumu henüz gelenekten ve ayrıcalığın kullanımından vazgeçmiş değildir. Bu vazgeçmeyi elde edebilmek için tüm toplumsal hiyerarşileri yere çalmak gerekir; ve yalnızca para hiyerarşilerini değil, yalnızca devlet hiyerarşilerini değil, yalnızca toplumsal hiyerarşileri değil, aynı zamanda geçmişin ve kültürün dağınık ağırlıklarını da yerle bir etmek gerekir. Sosyalist ülkeler örnegi, tek bir hiyerarşinin yok edilmesinin -ekonomik alanının- ortaya zorluk dağları çıkardığını ve eşitliği, özgürlüğü, hatla bolluğu sağlamaya yetmediğini kanıtlamaktadır. Berrak bir devrim -ama böyle bir devrim olabilir mi ve eğer mucizeyle olabilirse, her zaman çok ağır basan koşullar onun böyle bir ayrıcalığı sürdürmesine olanak verirler mi?- yıkılmadı gereken her şeyi yıkmakta ve korunmaya değer her şeyi korumakta büyük güçlük çekecektir: tabanda özgürlük, bağımsız bir kültür, düzmece olmayan bir pazar ekonomisi, artı biraz kardeşlik. Bu çok şey isternek olacaktır. Üstelik kapitalizm ne zaman gündeme getirildiyse, bu ekonomik güçlük dönemi olmakta ve bu bırada, her zaman güç ve bunaltıcı geniş bir yapı reformu bolluga, hatta aşırı bolluga ihtiyaç duymaktadır. Bugünün üssel edalı nüfus artışı, artışın eşit dagılımını kolaylaştıracak yönde hareket etmemektedir.