«Bir gün Marika'y la buluşup Boğaziçi'ne gidecektik... Gene bizimkine beni yemeğe
bekleme sakın, dedim, Paris'le direk buluşacağız. Kumandan da başımızda... Bizim
Hatun, hiç beni üzmeden, kalktı kolalı gömleğimi getirdi... Ütülü pantolonumu
serdi yatağın üstüne... Suyumu ısıttı. Sinek kaydı bir traştan sonra giyinip
çıktım. Beni kapıya kadar da geçirince içimde bir sıcaklık hop hop etti. Ben
öyle hanım hanımcık karıyı bırakayım da, elin şırfıntılarıyla gönül eğlendirmeye
kalkışayım, yazık, diye söylene söylene gittim randevu yerine... Hava da ayna
gibi pırıl pırıl... Bir gün önceden bizim Yorgi Efendi'yi kendi nöbetime
peylediğim için, hiç uğramadım telgrafhaneye... Gittim yarım saat önce Taksim
durağına, dikildim. Durak karınca yuvası gibi kaynıyor, inen binen, bekleyen!..
Bir ara gözüme, şemsiyesiyle gözünü kapamış bir hatun kişi ilişti. Dedim ya hava
sıcak mı sıcak... Ne yapsın, şemsiyesini açmasın da... Beş dakika... On dakika
derken bizim Marika göründü karşıdan. Hay anam, kalça, göğüs, hükümet gibi karı!
Tatlı bir sırıtışla eğdi başını. Geç kalmış, bekletmiş seni... Pardon Feyziyamu,
diye tam sokulmuştu ki burnuma... Hasırlı fesime, şırrak diye bir şemsiye inmez
mi! Fes bir yana gitti, püskül bir yana. Bu sefer şemsiyeler çıplak başıma
iniyor, indikçe küt küt ötüyordu. Sen ha! Paris'le direk buluşacaksın ha! Beni
ne sanıyorsun utanmaz, rezil!.. Bir sabır, iki sabır!..Nah burama geldi!»
Marika'yı koydunsa bul! Duraktaki kalabalık arttıkça arttı. Şemsiye o kadar
kullanılmıştı ki bezi parça parça sarkmış, telleri salkım saçak dökülmüştü. Ne
kulak kalmıştı bende, ne burun. Bizim hatun yoruldu mu, yoksa bana acıdı mı, her
ne hal ise, kesti postayı!
Koluma girip götürdüler eczaneye. Sarıp sarmaladılar başımı. Bir gözlerim
kalmıştı açıkta.