Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Beynin Çatı Katının Bakımı: Eğitim Asla Bitmez Bir kiracının sıradışı davranışlar sergilediği söyleniyor. Ev sahibi Bayan Warren, kiracısını on günü aşkın süredir hiç görmemiş. Eve yerleştiği ilk gün dışarı çıkıp gecenin bir saati geri döndüğü zaman hariç, odasından hiç çıkmıyor. Sa­bahtan akşama kadar odanın içinde bir ileri bir geri mekik dokuyor. Dahası, bir şeye ihtiyacı olduğunda bir kağıt parça­sına matbaa harfleriyle tek bir kelime basıp kapısının önüne bırakıyor: SABUN. KİBRİT. GAZETE. Bayan Warren endişeli. Bir terslik olduğunu hissediyor. Ve böylece Sherlock Holmes'a danışmak üzere yola çıkıyor. Holmes başta davayla pek ilgilenmiyor. Zira esrarengiz bir kiracı pek de soruşturmaya değer bir şey değil. Ama ufak ufak, detaylar enteresanlaşmaya başlıyor. Öncelikle şu mat­baa harfleri olayı. Neden normal bir insan gibi elle yazmıyor notlarını? Neden bu kadar külfetli, yalnızca büyük harflerden oluşan bir iletişim yöntemi tercih ediyor? Sonra bir de Bayan Warren'ın sağ olsun yanında getirdiği şu sigara var: Ev sahi­bi, Holmes'a esrarengiz kiracısının sakallı ve bıyıklı bir adam olduğunu söylemesine rağmen, Holmes söz konusu sigarayı yalnızca sakalsız birinin içmiş olabileceğini belirtiyor. Tabii yine de elde pek bir şey yok ama dedektif, "yeni bir gelişme olursa" mutlaka haber vermesini istiyor Bayan Warren'dan. Ve derken bir gelişme oluyor. Bayan Warren, ertesi sabah soluğu tekrar Baker Sokağı'nda alıp telaş içinde isyan ediyor: "Bu iş artık polislik oldu, Bay Holmes! Daha fazla dayanama­yacağım!" Ev sahibinin eşi Bay Warren, iki adam tarafından darp edilmiş. Adamın kafasına bir palto geçirip onu bir araca bindirmişler ve taş çatlasm bir saat sonra da serbest bırak­mışlar. Bayan Warren bu olaydan kiracıyı sorumlu tutuyor ve derhal onu evden çıkarmaya karar veriyor. O kadar çabuk değil, diyor Holmes. "Aceleye gerek yok. Hadisenin ilk başta göründüğünden çok daha önemli olduğu­nu düşünmeye başlıyorum. Kiracınızın tehdit altında olduğu aşikar. Aynı şekilde kapınızın dibinde pusu kuran düşmanla­rının sabahın o puslu aydınlığında kocanızı kiracınız sandı­ğı da ortada. Zaten hatalarını fark edince kendisini serbest bırakmışlar." Aynı akşamüstü Holmes ve Watson, varlığıyla ortalığı ayak­landıran misafirin kimliğini tespit etmek üzere Great Orme Sokağı'nın yolunu tutuyor. Çok geçmeden kadını görüyorlar -çünkü kiracı aslında bir kadın. Holmes'un tahminleri doğru: Kiracılar değişmiş. Holmes, "Bir çift, acil ve büyük bir tehlike­den ötürü Londra'ya sığınır. Aldıkları sıradışı önlemler de tehli­kenin büyüklüğünün bir göstergesi," diye izah ediyor Watson'a. "Halletmesi gereken işleri olan adam, kendi yokken ka­dını güvenli bir yere bırakmayı arzu eder. Tabii bu hiç de basit bir sorun değil ama buna o kadar orijinal ve etkili bir çözüm bulur ki, kadının yiyeceğine kadar her şeyini temin eden ev sahibi bile onun varlığını bilmez. Matbaa harfleri basılı mesajlar da, artık anlaşıldı ki, ka­dın el yazısıyla cinsiyetini belli etmesin diye alınmış bir önlem. Adam kadının yanına gelemiyor çünkü gelirse, düşmanlarına yol göstermiş olacak. Kadınla doğrudan iletişim kuramadığı için de, çareyi gazete sütunlarında bulmuş. Buraya kadar her şey açık." Peki işin aslı astarı ne? Watson merak ediyor. Bütün bu es­rarın ve tehlikenin nedeni nedir? Holmes, olayın ölüm kalım meselesi olduğunu düşünüyor. Bay Warren'a yapılan saldırı, kiracı kadının, birinin onu aradığından şüphelenince yüzünde beliren korku dolu ifade ... Hiçbiri hayra alamet değil. Bunun üzerine Watson soruyor, Holmes niye soruşturma­ya devam etsin? Bayan Warren'ın derdini çözmüş, kadın da zaten kiracısını bir an evvel kapının önüne koymaktan başka bir şey istemiyor. Ee madem ortada bu kadar riskli bir dava var, neden daha da bulaşmak istiyor? Hiçbir şeye karışmadan geri çekilip, olayları akışına bıraksa daha kolay değil mi? "Bu davanın sana ne kazancı olacak?" diye soruyor dedektife. Holmes'un cevabı çoktan hazır: "Ne mi? Sanat için sanattır bu. Watson, herhalde sen de doktor olduğunda aklına ücret getirmeden ilgilendiğin vakalar olmuştur, değil mi?" "Eğitimim için evet, Holmes." "Eğitim asla bitmez, Watson. En esaslı olanın son­da yer aldığı dersler silsilesidir. Bu da gayet eğitici bir vaka. Maddi manevi bir getirisi yok ama insan yine de işi yarıda bırakmak istemiyor. Karanlık çöktüğünde, eminim kendimizi soruşturmamızda bir adım ilerlemiş bulacağız." En baştaki hedefe ulaşmış olmaları Holmes için önemli de­ğil. Konuyu daha fazla irdelemenin son derece büyük tehlike arz ediyor olması da öyle. Ana hedefine ulaştın diye, ilk başta göründüğünden çok daha karmaşık çıkan bir sorunu öylece yarıda bırakıp gidemezsin. Dava eğitici bir dava. Hiçbir ka­zancın olmayacaksa bile en azından bir şey öğreneceğin ke­sin. Holmes, eğitimin hiç bitmediğini söylerken aslında bize vermek istediği mesaj hiç de öyle tek boyutlu değil. Bir şeyler öğrenmeye devam etmek tabii ki iyi bir şey: Zekayı dinç ve tetikte tutar, rahata alışmamızı engeller. Ama Holmes için eğiti­min bundan öte bir anlamı var. Holmes mantığına göre eğitim, insanın sürekli kendine meydan okumasının, alışkanlıkları­nı sorgulamasının, Holmes Sistemi'nden birçok şey öğrenmiş olmasına rağmen yine de kontrolü asla tamamen Watson Sis­temi'nin ellerine bırakmamasının bir yoludur. Bu yolla insan sürekli alışkanlık haline gelmiş davranışlarından silkinir, bir konuda ne kadar uzman olduğumuzu sansak da yaptığımız her işte hala dikkatli ve motive olmamız gerektiğini daima hatırlar. Bu kitap başından beri pratiğin öneminin altını çizip duru­yor. Holmes, dünyaya karşı yaklaşımının temelini oluşturan dikkatli düşünme alışkanlığını sürekli pratik ettiği için bu­gün olduğu yere geldi. Ancak pratik yaparken de, işler gitgide daha kolay ve doğal bir yapı kazandıkça Watson Sistemi'nin sahasına doğru geçişe başlar. Edindiğimiz alışkanlıklar artık Holmescu tarzda olsalar bile yine de temelde hala birer alış­kanlıktır, alışkanlık olan şeyi de düşünmeden, kendiliğimizden yaparız. Ve dolayısıyla bu alışkanlıkları hayata geçirirken ne dikkatli ne de farkındayızdır. Ne zaman ki düşünce şeklimizi kanıksar ve beynimizin çatı katında olan bitene özen göster­meyi bırakırız, o çatı katı istediği kadar muntazam ve düzenli olsun, mutlaka bir yerde çuvallamaya mahkum kalırız. İşte Holmes da bu hataya düşmemek için her zaman kendine mey­dan okumak zorunda. Dikkat alışkanlıkları her ne kadar kes­kin olsa da, bu alışkanlıkları yerinde tatbik etmediği sürece ona kolayca yolunu şaşırtabilirler. Düşünce alışkanlıklarımızı zorlamaya devam etmezsek, müthiş bir özen göstererek edin­diğimiz farkındalığımızın yeniden Holmes-öncesi dikkatsiz haline geri dönmesine neden olabiliriz. Bu zor bir görev ve yine her zamanki gibi beynimiz de çok yardımcı değil. İster dağınık bir dolabı temizlemek gibi basit, isterse bir esrarın çözümü gibi daha komplike bir görev olsun, dişe dokunur bir iş başardığımızı sandığımız anda, beynimiz­deki Watson'ın şöyle bir dinlenip, büyük başarısından ötürü kendini mükafatlandırmaktan daha çok hoşuna gidecek bir şey yoktur. Zira asıl amacınıza ulaştıktan sonra niye kendinizi yorup daha fazla ileri gidesiniz ki? İnsan öğreniminin en büyük tetikleyicisi, ödül beklentisi hatası olarak bilinen RPE (Reward Prediction Error)'dir. Bir şeyin ödülü beklendiğinden büyük olduğunda -mesela araba sürmeyi öğrenirken, Sola dönmeyi başardım! Kukaya çarp­madım!-RPE beyne dopamin salgılanmasına neden olur. Yeni bir şey öğrendiğimiz zamanlarda bu salgılanma çok sık mey­dana gelen bir durumdur. Yeni bir şey öğrenirken her adımda tatmin edici sonuçlarla karşılaşmak kolaydır: Ne yaptığımızı anlamaya başlarız, performansımız artar, daha az hata yapa­rız. Ve her başarı gerçekten de bize bir kazanç sağlar. Sadece daha iyi performans göstermekle kalmayız, üstüne bir de bey­nimiz öğrendiklerinden ve gelişiminden ötürü ödüllendirilir. Ama derken her şey bir anda duruverir. Yolda bir yere çarpmadan araba kullandığıma şaşırmam. Klavye kullanır­ken yazım hatası yapmadığıma şaşırmam. Watson'ın Afga­nistan'dan geldiğini anladığıma şaşırmam. Zaten en başından bunu yapabileceğimi biliyorum. Bu yüzden RPE de yok. RPE yoksa dopamin de yok . Keyif de. Daha fazlasını öğrenme is­teği de. Hem nörolojik hem de bilinç düzeyinde uygun bir seviyeye gelmişiz ve bilmemiz gereken her şeyi öğrendiğimize karar vermişiz . İşin püf noktası ise beyninize o anlık ödül noktasının ötesine geçmeyi, asıl geleceğin belirsizliğinin kendisini bir ödül olarak görmeyi öğretmek. Bu kolay bir iş değil. Zira daha önce de belirttiğim gibi hepimizin illet olduğu ortak bir şey varsa, o da gelecek belirsizliği. Dopamin sürüşünün ve art etkilerinin key­fini şimdi çıkarıp bundan faydalanmak tabii ki çok daha iyi. Atalet çok etkili bir güçtür. Bizler alışkanlıkları olan varlık­larız. Alışkanlık derken de işten eve girer girmez salondaki te­levizyonu açmak, ya da içinde ne var ne yok diye buzdolabına bakmak gibi gözlemlenebilir alışkanlıkları kastetmiyorum sa­dece. Düşünce alışkanlıklarından, tetiklendiği takdirde öngörü­lebilir yollara sapan, öngörülebilir fikir döngüsünden de bahse­diyorum. Ve düşünce alışkanlıkları kırılması en zor olanlarıdır. Tercih anında en güçlü etkenlerden biri, hazır gelen etkisi (default effect) diyebileceğimiz, en az direnç gösteren yolda gitme, yeteri kadar mantıklı olduğu sürece önümüzde duran seçeneği kullanma eğilimidir. Bu, her an aktif bir yatkınlık. Mesela işyerlerinde, çalışanların emeklilik planı yaptırması zorunluysa katkı payını sorgusuz sualsiz ödüyorlar ama tercih hakları varsa -işverenin de cömert bir şekilde aynı miktarda katkıda bulunmasına rağmen- direkt katkıda bulunmayı ke­siyorlar. Mesela organ bağışının standart kabul edildiği ülke­lerdeki (her birey aktif olarak aksini talep etmediği müddetçe organ bağışçısı sayılıyor) donör yüzdesi, organ bağışının ter­cihe bağlı olduğu ülkelere kıyasla çok daha yüksek. Özetle bize bir şey yapmakla hiçbir şey yapmamak arasında bir ter­cih yapma hakkı verildiğinde hiçbir şeyi seçiyoruz - ve bunun aslında bir şey yapmak olduğunu unutuyoruz. Fakat burada yapılan oldukça pasif ve kayıtsız bir eylem. Holmes'un sürekli altını çizdiği aktif kendini vermenin tam tersi. Ve tuhaf olan bir şey daha var: Ne kadar iyiysek, ne ka­dar iyileşmişsek, ne kadar çok öğrenmişsek, artık dinlenme arzusu da o kadar güçlü oluyor. Bir şekilde bunu hak etmişiz gibi hissediyoruz. Halbuki bu kendimize yapabileceğimiz en büyük kötülük ama fark edemiyoruz. Bu şablon yalnızca bireysel düzeyde değil, şirket ve organi­zasyon ortamlarında da sürekli kendini gösteriyor. Çığır açan yeniliklere imza atıp da rakipleri tarafından saf dışı bırakılan ve birkaç yıl içinde yarışın bir anda gerisinde kalan kaç şirket vardır, bir düşünün. (Mesela Kodak'ı, Atari'yi ya da Black­Berry'nin yaratıcısı RIM'i getirin aklınıza.) Ve bu eğilimimiz yalnızca iş dünyasıyla da sınırlı değil. Muazzam yeniliklerin ardından gelen muazzam durgunluk şablonu, akademik, as­keri ve neredeyse aklınıza gelebilecek her türlü sanayi alanın­da meydana gelen genel bir trendi tanımlıyor. Ve hepsinin kö­keninde beynimizdeki kurulu ödül sistemi yatıyor. Peki bu şablonlar neden bu kadar yaygın? Her şeyin ba­şında, çok daha geniş bir düzeye yayılmış olan şu hazır gelen etkisi, atalet var: Alışkanlık siperi. Bir alışkanlık ne kadar çok ödüllendirilirse, onu kırmak da o kadar zor oluyor. Eğer bir heceleme testinde aldığı yıldızlı pekiyi bir çocuğun beyninde dopamin salgılanmasına yetebiliyorsa, milyar dolarlık bir ba­şarının, yükselen pazar hisselerinin, çok satan ya da ödül ka­zandıran bir ürünün veya kadro hakkı getiren bir akademik kariyerin neler yapabileceğini bir hayal edin....
·
654 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.