ORHAN VELİ’YLE AYNI KADINI SEVMİŞTİK
Bu topraktan biriydi
Adı Orhan Veli’ydi
Elleri dost omuzunda
Yaşamak kaderiydi
Kendi gitti ismi kaldı yadigar.
Çiçek verdi, gülesiye
Şiir verdi, kıyasıya
Yaşaması ölesiye
Kendi gitti ismi kaldı yadigar.
“Şu pis bedeni ayakta tutabilmek için her dakika
ölen insanım...”
Gözlerini saksının yeşiline dikmiş düşünüyordu.
“Bu söz kimin?” Bu söz kimin mi? Benim mi?
Yoksa bir kitapta mı okudum?
Aman canım kimin olursa olsun, edilmiş ya! Ya
bu saksıdaki çiçek? Ne çiçeği bu? Çiçek filan da
değil! Yaprak! Bir yeşillik. Sipsivri bir yeşillik...
“Padişah kılıcı”ymış bir ismi. Öbürü de “eşek
kulağı”. Ne ilgisi var bu iki ismin birbiriyle? Yok...
Ama tuhaf. İkisine de benziyor bu sipsivri
yapraklar...
Ben Orhan’ı şekil olarak bu iki isimli çiçeğe çok
benzetirdim...
Onu en iyi tanıyanlar, elbette ki benden önce
tanıyanlardır. Çiçeği ve kadını. Okuldan, sıra
arkadaşlarından, anılarıyla, aşklarıyla,
doğruluklarıyla, yalanıyla, iyi veya kötü
yönleriyle... Beni ilgilendiren bunlar olmadı ve
olmayacak. Onun için güzel elleri vardı, sigarayı
şöyle tutardı, sivilcesiyle oynardı demeyeceğim,
kötü bir şairin dediği gibi...
“Şu bedeni ayakta tutabilmek için her dakika
ölen insanım.” Ben bu sözü Orhan Veli için
tekrarlıyorum.
Bir çelişme, en ufak bir çelişme beni binlerce rezil
etmiştir kendi kendime. İşte o zamanlar hep baştan
kara vurmuşumdur. Kavgaya hazır, mağrur
çocuklar gibi sokaklara fırlamışımdır. Şehrin kıyı
köşe eteklerine düşmüşümdür. Yalnız, hep
yapayalnız. Balık kokan mahallelerden
geçmişimdir. Yalnız, hep yapayalnız. Bu şehri
gemiciler kadar bildim. Sonra en çıkmaz sokakları
öğrettim onlara. Islık çalar gibi rahatça tükürmeyi,
simit yemeyi, balık tutmayı onlardan öğrendim.
Ve marul mevsiminde gemi kalçalarına
arzulanmayı onlardan öğrendim. Denize bakıp
homurdanmayı onlardan öğrendim. Delirmeyi,
çıldırmayı, sonra susmayı onlardan öğrendim. Bu
kökleri paçavra gibi yırtmayı onlardan öğrendim.
Lazın meyhanesini, Yorgo’nun meyhanesini,
Lâmbo’nun meyhanesini onlardan öğrendim.
Bir kadına tutkundum o sıra. Bilmiyordum
Orhan’ın da aynı kadına tutkun olduğunu. O bana
küs gibiydi, soğuk. Ben ona küs gibiydim, soğuk.
Sonra sorduk kadına.
– Seni seviyorum, dedi kadın.
O uzaklaştı bizden uzun bir süre. Sonra
Lâmbo’da karşılaştık bir akşam, canciğer olduk o
ölünceye dek ikimiz.
Ömer Faruk Toprak “Lâmbo’da Bir Gece”
yazısında bizden şöyle bahsediyor:
“Beyoğlu Balıkpazarı’na girerken çiçeklerin
kokusundan nasibimizi aldık. Az sonra, sağ
taraftaki sokakta Lâmbo’nun küçük meyhanesi
önündeydik. İçerde Cahit Irgat demleniyordu. O
alkolün yarısını yürütmüştü. Lâmbo o kurnaz
gülüşüyle karşıladı bizi. Beş dakika sonra Orhan
Veli kadehini bitirmişti bile. Baktım. Akşam
karanlığı, dışarıdan içeriye sarkmaya başlamıştı.
Lâmbo’nun az mumlu ampulleri daha da
sarılaştırdı içerisini. Cahit Irgat, tezgâhın
arkasında, dip tarafta tek başına oturduğu yerden
kalktı. ‘Ben gidiyorum,’ dedi.
“Bir oyun ya da film işi için gitti.”
Şair dostum Ömer Faruk’un dediği gibi bir
oyuna veya filme gitmemişimdir alkollü. Nedenli
bir gidişti herhalde. Ama Orhan Veli’yi ve onu
bırakacak bir neden olmalıydı o akşam.
Oysa Orhan Veli öldüğü gün 1950’de, o akşam
randevumuz vardı saat 6’da. Lâmbo’da. Ölüm
haberini Feridun Çölgeçen yetiştirmişti Lâmbo’ya.
İnanmamıştım. Akşam gazetesine telefon etmiştim.
Uzun bir sessizlik olmuştu telefonun öbür ucunda.
Yakın dost olduğumuzu biliyorlardı, bir fısıltı
geçti karşıda; neden sonra:
– Böyle bir ölümden haberimiz yok, dediler.
Oysa haberleri varmış... Sonra Cumhuriyet’ten
öğrendim ölüm haberini.
Lâmbo, sonra işi köseleciliğe döktü. Geçen yıl
intihar etmiş havagazıyla... Elimde olsaydı “Orhan
Veli Meyhanesi” yapardım orasını. Kimler gelip
geçmemiştir o tezgâhtan?.. Sabahattin Ali’ler, Sait
Faik’ler, Cahit Sıtkı’lardan bugün yaşayan kimlere,
kimlere dek. Aktörüyle, şairiyle, ressamıyla kimler,
kimler...
Orhan’la sık sık, haftanın birkaç akşamı
Lâmbo’da buluşurduk. Buluşmak değil, alışkanlıktı
daha çok bu. Bir nevi züğürtlük, bir nevi kokozluk
sonucu şarapla nefis körletmek, yarenlik etmek
için... Yaprak dergisini çıkarıyordu. İstanbul’a
gelip onu bulmak isteyen çoğu dost Lâmbo’ya bir
kere olsun uğrardı. “Lâmbo, Lâmbo!.. denilen yer
burası mı yahu? Tramvay sahanlığı, otobüs
sahanlığı kadar bir yer burası!” Lâmbo meşhurdu
artık. Lâmbo bile manzumeler karalamaya
başlamıştı bize baka baka. Bizi dinleye dinleye.
Orhan’la göz göze gelir, anlaşırdık:
– Yaşa be mösyö Haralambo! Biraz gayret, güzel
şeyler yazacaksın...
Ertesi günün akşamı daha kötü şeyler okurdu
tabii Lâmbo bize...
Sonra gene Marmara şarabına dökülürdü iş.
Orhan son birkaç şiirini ya burada yazmış, ya
burada düzenlemiştir. Son şiirlerinden birini bana
burada okumuştu. Kesekâğıdı gibi sarımtırak,
büyükçe bir kâğıda eski Türkçe, kurşun kalemle
yazılmış bir şiirdi. “Nasıl bulacaksın, dinle bak,
dinleyecek halde misin?” demişti. Hep nazik,
sorardı okumadan önce... Üç kişiydik o gün:
Orhan, ben ve Lâmbo...
Sonra Fuad Ömer girmişti içeri:
– Neredesiniz ulan? Nerdesiniz be yahu? Haydi
gidip rakı içelim ağız tadıyla...
Ne üzerine konuşulursa konuşulsun, kim için
konuşulursa konuşulsun, iyi konuşulsun kötü
konuşulsun, söze balıklama girmez, içkisini
yudumlar, dinler görünür, belki dinlemez fikri
sorulunca konuşur, sigarasının dumanı gözlerine
kaçmış gibi kırpıştırır dururdu göz kapaklarını...
Ama söz konusu şiir olunca, dil olunca, biraz da
fikir olunca tıkır tıkır dizerdi konuşmasını, o kısık
o çatlak sesiyle usul usul. Güzel konuşmazdı, daha
çok güzel susardı. Gençliğimden bu güne, gözlerim
kadar dost bildiklerim vardı. Açlık yalnızlık gibi
bir şeymiş bırakılmak. Şu meyhaneler de olmasa,
nerede yazacaktım yazdıklarımı?.. Yalnızdım tüm
ilgilerle. Kutsal şeffaf yalnızlık. Tüm çıkmazları
aydınlığa vardırmak için. Anılar, kül rengi
akşamlarda duman... Pırıl pırıl, parlak, zaman
zaman... Ve gitmişlerin peşinden yazılmış yazılar ve
söylenmiş şarkılar. Hepsi o kadar. O kadar.
Dostluk öylesine dostluktu ki bende, türkülerim
türküleriyle iç içeydi sanırdım. Hepimizin
hepimizde ter muhabbeti, ömür hakkı, ölüm hakkı,
dostluk canı vardı sanırdım. Dostsuz yaşanılmaz
bu şehirde sanırdım. Sensiz yaşanılmaz bu şehirde
sanırdım. Ve bir gün dost sandığım dostlar
gölgemi süpürmeyi düşündüler şehrin
caddelerinden... Gölgemi çamur gibi fırlattılar
peşimden. Sanmıştım ki bana öyle geliyor.
Sanmıştım ki sen gidersen, ben gidersem, o giderse
şehrin başı döner hasretten.
Her gidenin ardından üç beş anı, üç beş yazı. Ve
sonra bir laf, “Ölenle ölünmez, başın sağ olsun”; ne
kaba laf.
Şaşırır kalırım arada bir, apışır kalırım arada
bir. Ölüm zaten “eşiğim” derim. Seni ararım, onu
ararım, gidenleri ararım. Cesedimi ararım
eşiklerimde. Vururum kendimi içkiye, şiire. Tüm
çocuklar gülmeli derim, tüm insanlar gülmeli
derim, tüm ocaklar tütmeli derim. Bütün acılar
doymalı derim... Tüm gözler aydınlıkta olsun
isterim. Ve seni düşünürüm. Sait’i düşünürüm,
adaşım Cahit Sıtkı’yı düşünürüm.
Yağmur yağıyordu bir kış gecesi hani. Ben Ar
Sineması karşısında bir pansiyonda oturuyordum.
İlk katta. Sabaha karşıydı gece. Sen camı
vurmuştun, muziplikler yapmıştın yağmur altında.
Sırılsıklamdın tepeden tırnağa. Seni soymuştum,
ovmuştum, çok öksürüyordun. Döşeği yere
sermiştik, bölüşmüştük, konyak içmiştik, aynı
kadını sevmiştik. Hiç kavga etmemiştik.
Ben dışarı giderken, sen de vardın rıhtımda, o
günkü sözüm ona dost geçinenler, uğurlayanlar
arasında. Mendil sallamıştık birbirimize. Sen
kalemini çıkarmıştın, Kulüp sigarası arkasına:
Baka kalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize, [dünya güzeli]
Serde erkeklik var, ağlayamam.
şiirini yazıp bana göndermiştin, Paris’e. İlk şekli
buydu şiirin. Sonra “Paris’e geleceğim, geleceğim”
diye yazmıştın. Bekletmiştin, gelmemiştin. Oysa
param vardı o zaman, ikimiz yaşayacak kadar
Paris’te. Biliyordun.
Dostumuz Melih Cevdet 1.2.1951’de Son
Yaprak’ta demişti: “Orhan Veli fakir fukara ile,
boyacılarla, garsonlarla, işçilerle gerçekten dostluk
ederdi. Harpten önce bir gün fakir bir işçi ile
tanışmıştık. Montör Sabri, sarhoştu, koltuğunda
iki okka ekmek vardı. Boyuna evine geç
kaldığından bahsediyor, ama bir türlü evin yolunu
tutamıyordu. Ertesi gün Orhan, ‘Montör Sabri’
şiirini yazdı:
Montör Sabri ile
Daima geceleyin
Ve daima sokakta
Ve daima sarhoş konuşuyoruz.
O her seferinde,
‘Eve geç kaldım’ diyor.
Ve her seferinde
Kolunda iki okka ekmek.
“Geçen yıl bir lokantada Orhan’ı gördüm.
Yanında bir adam vardı. Tatlı bir muhabbete
dalmışlardı. Orhan beni görünce ‘Montör Sabri’yi
tanımadın mı?’ dedi.”
Melih Cevdet: “Benim için de herkes gibi büyük
bir şair, büyük bir insan öldü,” dedi. “Ama bu
kadar değil. Kolum, kanadım kırıldı. Azaldım.
Eksildim,” dedi.
Cahit Sıtkı senin ardından: “Orhan Veli,
ölümüyle, şimdiye kadar ciddiye alınmayan yeni
Türk şiirini ciddiye aldırdı, bu şiire sevgi ve saygı
gösterilmesi lüzumunu bütün halk tabakalarına
kabul ettirdi,” diye yazdı. Ben de bu yazının
başındaki şiiri.
Tanıyan yazdı, tanımayan yazdı senin için, şiirin
için. Mümtaz Faik [Fenik] yazdı. Adviye Fenik
yazdı. Vâlâ Nurettin yazdı. Hüsamettin Bozok
yazdı. Fikret Adil yazdı o zaman. Sonra yeni kuşak
Edip Cansever, Asım Bezirci ve başkaları. İyi
yönlerini, eksik yönlerini.
Ve Ataç 2.12.1950’de Ulus’ta şöyle yazıyor:
“Bakıyorum da onun asıl güzel, asıl iyi şiirlerini
ananlar olmuyor. ‘Tahattur’, ‘Söz’, ‘İllusion’,
‘Sereserpe’, ‘Cımbızlı şiir’ kimsenin aklına
gelmiyor.
“Varsa ‘İstanbul Türküsü’, yoksa ‘İstanbul
Türküsü’.
“Bir gün Nâzım Hikmet’e ‘Sence en kötü şiirin
hangisidir?’ diye sormuştum: ‘Salkım Söğüt’ dedi.
Öyle diyeceğini de biliyordum. Orhan Veli
‘İstanbul Türküsü’ şiirini yazdığı zaman kendisiyle
çoktandır dargındım, ama bana öyle geliyor ki
kendisi de beğenmezdi o şiiri, kendi sanatının
dışında olduğunu bilirdi.”
Nâzım Hikmet, Orhan’ın öldüğü o günlerde
hapisten yeni çıkmıştı. İhsan İpekçi’yle stüdyoya
gelmişlerdi. Onun bir senaryosunu film
yapıyorduk. Söz Orhan’a geldi:
– Çok içermiş doğru mu? dedi.
– İçerdik, dedim.
– Yazık, en verimli çağında gitti, dedi, yazık oldu,
yazık oldu, çok yazık.
Akşam, 11.7.1968, s. 5
*Lâmbo, bir zamanlar Beyoğlu ’nun ünlü
meyhanelerinden biri.
- Yaprak (1.1.1949-15.6.1950, S. 1-28) Orhan
Veli’nin yayımladığı ünlü edebiyat dergisi.
* Cahit Irgat, 1948’de Fransa’ya gitti.
Orhan Veli, “Ayrılış”, Bütün Şiirleri, s. 123.
* Orhan Veli’nin dergisi Yaprak, ölümünün
ardından –arkadaşları tarafından– Son Yaprak
adıyla –veda sayısını– yayımladı.
* İhsan İpekçi (1901-1966): İpek Film’in sahibi.
“İhsan Koza” imzasıyla romanlar yazdı. Gazeteci,
yazar ve politikacı İsmail Cem İpekçi’nin (1940-
2007), Alev Ersoy’un babası; karikatürcü Ali Ulvi
Ersoy’un (1924-1998) kayınpederi.