Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

SABAHATTİN ALİ’DEN OTURAKLI BİR TEKME YEMİŞTİM Sabahattin Ali (1907-1948) Sabahattin Ali ve Sait Faik isimleri dillerden düşmüyordu hikâyeciliğimizde, o günlerde. Sait’in iki yönlü tutkusu vardı Sabahattin Ali’ye. Ama bu iki yönlü tutku, zaman zaman birbirine karışıyor, gün oluyor Sabahattin’i göklere çıkarıyor, gün oluyor yeriyor da yeriyordu. Sevgili güzel Sait’ti bu. Saati saatini, dakikası dakikasını tutmayan Sait. İçinde hiçbir kötülüğü olmayan Sait. Sadri Ertem’le buluştuğumuz günler söz bu konuya gelince Sait suspus oluyor. Sadri Ertem’i [1900- 1943] bir hoca gibi dinliyordu. Böyle günlerin birinde, Sabahattin Ali’nin hikâyelerini, insanı çabuk doyuran baklava lezzetine, Sait’in hikâyelerini de tadına doyum olmayan komposto lezzetine benzetmiştim. Bu benzetiş, Sait Faik’i coşturmuş: – Yaşa ulan, iki hikâyeci arasında bundan tatlı kıyaslama olamaz! demişti. Yıl 1935-1936. Ankara Devlet Konservatuvarı yeni kurulmuştu. Tatlı peltek diliyle cırcır böcekleri gibi konuşan bir hoca ile karşılaşmıştım. Şiirlerine, hikâyelerine hayrandım bu hocanın. İyi kötü, tek tük şiirlerimin yayımlandığı yıllardı o yıllar. Carl Ebert’in tercümanlığını yapıyor, tatlı peltek diliyle diksiyon dersi de veriyordu ayrıca. Sanırsam, benden on, on iki yaş büyüktü Sabahattin Ali. İkimiz de muallim mekteplerinde okumuştuk. Bir talebe-hoca havası içinde, “Yeni şiirler var mı?” diye sorardı ara sıra. Ben de, olunca okurdum ona. Düşüncelerini söylerdi, beraber düzeltmeler yapardık yazdıklarım üzerinde. Üç yıl gibi uzun bir süre bu talebe-hoca, bu arkadaşlık havamızı hiçbir olay bozamamıştı. Ama bu üçüncü yıl okula Yedi Meşaleciler’den Cevdet Kudret de hoca olarak atanmıştı. Türkçe üzerine ders veriyordu. Türkçe değil, Türkçe üzerine fonetik de öğretiyordu. Oysa kendi dili, kendi fonetiği bozuktu. Bildiğini de iyi bilmiyordu. Bilmediği için de öğretemiyordu. Talebe-hoca olarak, takışmaya başlamıştık bu Yedi Meşaleci şairle. Öyle dersler oluyordu ki, o benim Türkçemi değil, ben onun Türkçesini düzeltiyordum. Gel zaman git zaman, talebe-hoca cephe olmaya başlamıştık birbirimize. Ataç’ın Akşam gazetesinde bir “sohbet” köşesi vardı o yıllarda. Günümüz şairlerinin çoğunu Akşam’ın o “sohbet” köşesinde tanıtmış, okumuş, sevdirmiş, kabul ettirmişti. Ben sadece yazılarından tanıyordum Nurullah Ataç’ı. İşte o “sohbet” köşesinde bizim Türkçe üzerine ders veren Cevdet Kudret’in bir şiirine yüklenmez mi Ataç?.. Tabii şiirinin ve şairliğinin kötülüğü üzerine. Garip bir rastlantı, tam ertesi hafta, gene bu “sohbet” köşesinde benim bir şiirimi ele almış Ataç, göklere çıkarıyordu: “Kim bu şair? Kimin bu ‘Cahit Saffet’ imzası? Kadın mı, erkek mi? Genç mi, yaşlı mı, kendini hiç tanımam? Ama iyi şair,” diyordu benim için. O gençlik günlerinde, anılarım arasında kaldığına göre, şöyleydi o şiir: Bir yolcu beklemekteyiz Yükselttiğimiz yapıdan Açtığımız kapıdan Kurduğumuz şehirden Yaşadığımız şiirden Bir yolcu beklemekteyiz. Memleketimiz edebiyatının en büyük kayıplarından biri olan Sabahattin Ali benden yüz çevirip yavaş yavaş Cevdet Kudret tarafını tutmaya başlamıştı. Ne gariptir ki Sabahattin Ali’nin Almanya’daki öğrenimi ile benim konservatuvar öğrenimimi yarıda bırakmam arasında uzaktan da olsa bir benzerlik vardır. O Almanya’da lise müdürünü dövmeye kalkışmış, ben de Cevdet Kudret’i. İşte o gün Sabahattin Ali’nin Cevdet Kudret’le bir olup üzerime yürümelerini, hele kıçıma attığı bir tekmeyi hiç unutmam. Helal olsun. Ama sonraki yıllar talebelik yok olmuş, dostluğumuz sürüp gitmişti. Mehmet Ali Cimcoz-Adalet Cimcoz çiftinin Tünel’deki evlerinde her hafta düzenledikleri içkili partilerde ona sık sık rastlardım. Bir gün bu toplantıların birinden beraber çıkmış, bir tramvaya binmiştik: – Takip ediliyorum, takipteyim!.. Şu koyu elbiseli adamı görüyor musun? İşte o, günlerdir peşimde. Bak, bak, iki kişi oldular!.. demiş, tramvaydan atlamış, Beyoğlu’nun kalabalığına karışmıştı. O iki adamdan biri peşine düşmüş, öbürü tramvayda kalmıştı. Bu anıları okuyup da Sabahattin Ali hakkında tam bir fikir edinmek isteyenlerin, onun Değirmen - Dağlar ve Rüzgâr kitabının önsözünü okumalarını isterdim. Tahir Alangu’nun, Sabahattin Ali ve sanatı üzerine yaptığı bu uzun, bu çok sağlam etüdünden sonra, onun bu yönüne değinmek her babayiğitin harcı olmasa gerek. Sabahattin Ali’nin edebiyatımıza bıraktığı bunca yüklü ve büyük eserlerin anlamı ancak o zaman daha iyi anlaşılır kanısındayım. Bu kanımın yanı sıra değerli yazar Tahir Alangu’nun etüdünden etkilenmeden edemeyeceğimi, uzun bir araştırma ve inceleme sonucu olan o satırlardan faydalanmayı okuyucularımın yararına bulduğumu da açıklamak isterim. Bir zamanlar Edirne Muallim Mektebi’nde edebiyat hocam olan Orhan Şaik [Gökyay], ta 1927-1928’lerde Pertev Naili [Boratav] gibi, rahmetli Esat Adil [Müstecaplı] gibi ilerici dostlarımla aynı dergileri çıkarıyor ve bu dergilerde Sabahattin Ali de şiirler ve hikâyeler yayımlıyor. Çok gençlik yılları bu. Ama asıl gerçekçi hikâyelerine 1935’te Değirmen ile giriyor. Bu iş, benim onun için zirve saydığım Kuyucaklı Yusuf’a (1937) kadar dayanıyor. Ve sonrakilerle aşamalar yapmak için yazıyor da yazıyor. Evet, o, hikâyelerini yaşayarak yazıyordu. Aziz Nesin’in dediği gibi: “İşin doğrusu şudur ki, Sabahattin Ali hikâye yazmak için yaşayan bir adamdı. Bütün hayatı parça parça hikâyelerdir. İşte bunun için mücadele eder, bunun için gizlenir, bunun için kaçardı. Hikâyeleri için kendi kurduğu hayallere kendisi de inanır ve başkalarını da inandırmaya çalışırdı. Onu anlamayanlar yalan söylüyor sanırlar. Halbuki o, kimseyi de aldatmış değildir. Daima hikâyelerinin ve hayalinin uğruna kendi kendini aldatmıştır.” Tek Partili rejimde [1923-1946] birçok yazar, birçok şair gibi ikide bir ihbarlarla, gammazlıklarla hapse atılmıştır. Kısa süreler, uzunca süreler, uzun süreler içerde yatarak aracılarla, tanıdıklarla, aftarla kurtulmuş tercümanlıklara, hocalıklara atanmıştır. Benim, Ankara Konservatuvarı’nda, hocam olduğu sıralar, Maarif Vekili Saffet Arıkan zamanına rastlar. Ama sonraları, yıllar sonraları bir ateşçemberine kıstırılmış akrep gibiydi Sabahattin Ali. Yıl 1945. Tek Partili rejimin kara günleri, yıkılan matbaalar. Bütün ileri düşünceli yazarların, şairlerin, ressamların tevkif edildiği, sürgün edildiği, işkence edildiği kara günler. Her üçü de ölmüş olan büyük maarifçi Mansur Tekin, büyük adliyeci Esat Adil ve Sabahattin Ali dostlarım ve Abidin Dino’lar. Sait Faik’ler, A. Kadir’ler, Rıfat Ilgaz’lar, Ö.F. Toprak’lar, Niyazi Berkes’ler, Muzaffer Şerif’ler vb. ile aynı dergilerde yazdığımızı bugün gibi hatırlıyorum. Kimi var, kimi yok artık. Ama Sabahattin Ali sanatında güçlendikçe güçleniyor, bir yandan Markopaşa’yı çıkarıyor, bir yandan Sırça Köşk’ü (1947) yazıyordu. Tahir Alangu’nun deyimiyle: “O günlerde iyice yayılan ünü ile onun karşısında hikâyecilik kadar gerçekçilik alanında da belirmiş kimse yoktu. Toplumcu gerçekçilere yol gösteren Sadri Ertem’i çoktan eserleriyle aşmış, 1936-1947 yıllarının bu alanda tek imzası olarak tanınmıştı.” Sait Faik’lerden önce hikâye türünün en önemli kişilerinden biri olan Sabahattin Ali’nin ölüm trajedisini değerli yazar Tahir Alangu’dan aktarıyorum: “... Her yandan iyice sıkıştırılınca, çalışma imkânları da kalmamış, derin bir karamsarlığa düşmüştü. İstanbul Paşakapısı Cezaevi’nde üç aylık cezasını tamamlarken derin bir bezginliğe ve umutsuzluğa düşmüş, artık bu memlekette yaşayamayacağı kanısına saplanmıştı. Orada Bulgarya göçmenlerinden Berber Hüsnü adında birini tanımış, çıktıktan sonra da onun aracılığı ile müstakbel katili Ali Ertekin’le tanışmıştı. O sırada dostlarına, yabancı bir memlekete kaçma niyetlerinden de bahsediyordu. Markopaşa kapandığı için zaruret içinde bunalmış, bir dostunun kamyonunu işletme işini üzerine almış, birkaç sefer de yapmıştı. 30 Mart 1943’te rehberi Ali Ertekin’i kamyona şoför muavini olarak almış, 1 Nisan’da Kırklareli’ne hareket etmişlerdi. Hapishaneden kurtulduktan sonra bir daha oraya dönme ihtimallerinin yılgınlığı içinde, artık yazı alanını ve Babıâli’yi bırakıyordu. Aleyhindeki yayınlar devam ediyor; yazıya ve yayına dönmesinin o günler için imkânı kalmıyordu. Kasket ve meşin ceket giyerek kılık değiştiren Sabahattin Ali, Kırklareli yolu ile Bulgaristan’a kaçarken, yol göstermek üzere yanına aldığı Ali Ertekin eliyle 2 Nisan 1948 tarihinde öldürülüyordu. Bu kaçma ve öldürülme olayının uygulanışı Ali Ertekin’in yargılanması sırasında bütün ayrıntılarıyla ortaya çıktı ve gazetelere yansıdı. “Ünlü hikâyeci Sabahattin Ali’nin hangi şartlar altında, hangi ruh hali içinde ölüme doğru itelendiğini, eserlerine ve son günlerindeki olaylara dayanarak tasvir etmeye çalıştık. Öldüğü sırada annesi Edremit’te bulunuyordu. Karısı Aliye Hanım’la kızı Filiz İstanbul’daydılar. Evli ve iki çocuk babası bir teknisyen olan kardeşi Fikret’le kız kardeşi Süha Hanım, o günden bugüne tek şikâyet sesi çıkarmadan köşelerinde unutulup gittiler. Fakat bu feci ölümün üzerindeki bulutların tamamıyla dağıldığı, katilinin ise hangi nedenlerle bu işe giriştiğinin iyice anlaşıldığı iddia edilemez.” Ayni renkte üstümüzde gökyüzü, Altımızda aynı toprak Ve toprakta ölüler Ölüler, sorun yaşayanlara Niçin ayrı gömüldüğünüzü Akşam, 11.7.1968, s. 5 *Değirmen - Dağlar ve Rüzgâr, Sabahattin Ali’nin ilk ve son şiir kitabı Dağlar ve Rüzgâr (1934) ile ilk hikâye kitabı Değirmen’den (1935) oluşuyor. Tahir Alangu’nun önsöz yazdığı baskı, Varlık Yayınları’nındır. *Tan gazetesi, siyasi bir eylem olarak dinamitlenerek yakılıp yıkılmış ve yağmalanmıştı. *Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, 1959. Ayrıca Sabahattin Ali’nin sanatını ve hayatını ele alan en önemli çalışmalar şunlardır: Kemal Sülker, Sabahattin Ali Olayı, 1968; Asım Bezirci, Sabahattin Ali - Hayatı, Hikâyeleri, Romanları, 1974; Kemal Bayram Çukurkavaklı, Sabahattin Ali Olayı, 1978; Filiz Ali Laslo-Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, 1979.
·
100 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.