Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Peyamiye laf yok! Severiz kendisini...
PEYAMİ SAFA VE HER “ÇINAR” GÖRÜŞTE HATIRLADIĞIM HALİDE EDİP ADIVAR Hani büyük adamların ölürken söyledikleri son sözleri hatırlanır hep, “Aman ne büyüksöz” diye.Ahmet Haşim helaya gitmek için doğrulurken, on beş günlük karısı, terliklerini ayaklarınageçirmeye çalışıyormuş; yerlere çıplak ayakla basmasın diye Ahmet Haşim. Kadınterliklerle uğraşırken Ahmet Haşim zor durumda, “Aman,” demiş, “aman hanım, bırak şuterlikleri!” ve yatağına yıkılmış! Son sözü bu Ahmet Haşim’in.Kendisini tanıyamadığım, yakınlarından duyduğum bu büyük şairin bu son sözü nasılhatırımdaysa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu [1930] yazarı Peyami Safa bütün çizgileriylegözlerimin önünde şimdi. Sirkeci’de, İstanbul Lokantası’nda, Elif Naci olmasaydı yanında,dövmek, suratına tükürmek gelmişti içimden. Ortalığı Elif Naci yatıştırmıştı o gece. Nedeni açıktı: Tasvir gazetesinde durup dinlenmeden gençliği, genç sanatçıları jurnal ederdururdu bu korkak, bu dönek yazar. Âdeta tefrikaya bindirmişti rastgele pislik atmak içinyazdığı iğrenç yazıları. Beni de ele almıştı o günlerde. Islak bir fare kadar çirkin olan buadamın tam tersi, iyi bir adam vardı aynı kuşaktan. İyi bir hikâyeci, romancı, dünyaya pırılpırıl bir açıdan bakan müspet adam. Sadri Ertem’di bu. Reşat Nuri gibi ağzından hiçeksilmeyen sigarasıyla herkese yardım için “kardeşim, kardeşim” diye çırpınan bir sanatçımebus. Genç şairler, genç hikâyeciler çevresindeydi hep mebuslukları arasında.Hikâye, roman, etüt, seyahat notları türünde yirmiyi aşkın eser vermiştir. Düşkünler[1935], Çıkırıklar Durunca [1931], Yol Arkadaşları [1945], Silindir Şapka Giyen Köylü[1933], Bacayı İndir, Bacayı Kaldır [1970] benim çok, çok sevdiklerimdir. Türk köylüsünüilk anlatanlardan biridir edebiyatımızda. Şehiri de bilirdi, köyü de; şehirliyi de köylüyü de.Sosyal açıdan modern anlamda hikâyeci ve romancıydı kendi çağında.İstanbul’a gelişlerinde Nisuaz Kahvesi’ne [Pastanesi’ne] düşerdi; genç kuşaksanatçılarıyla beraber olabilmek için. Mevsim ılık veya yaz ise, Marmara Bahçesi’ne çıkılır,biralı sohbetler yapılırdı sanat edebiyat üzerine. Derginin biri battı veya kapatıldı mı,hemen bir yenisi çıkardı. Arif Dino, Muzaffer Şerif [Başoğlu], Abidin Dino, ölmüş, kalmışşairler, Sadri Ertem’le olurduk akşamları.Kardeşi İhsan Ertem’in 1945’te Sadri Ertem’in ölümü üzerine yazdığı bir yazıdan parçalaralırsam, daha iyi tanırız onu:“Üsküdar Sultanisi’ne devam ederken tatillerde Tercüman-ı Hakikat gazetesindeçalışırdı. Gazetecilik hevesi o kadar büyüktü ki daha on dört yaşındayken bu mesleğederin bir iptila ile atıldı. Üniversiteye devam ederken de Tanin gazetesinde çalışıyor,musahihlik, muhabirlik yapıyordu.“O ömrünü hiçbir zaman boş yere harcamamıştır.“Eflâtun’un ‘tetkik ve tetebbu’ya tahsis edilmeyen hayat yaşanmaya değmez’ dediği gibio da tam bir insan olabilmek için durmadan çalıştı. Mebus olduktan sonra daha fazlaçalıştı. Mütemadiyen okur ve yazardı. Zaten otuz senelik durmadan bir çalışma hayatındabelki çok müsait şekillerde elde edebileceği maddi servet, yalnız edebi ve ilmi eserlerledolu olan kütüphanesi idi. Geceleri saat ikiye, üçe kadar çalışırdı. Okur ve yazarken daimasigara içerdi. Kalemi elindeyken o hain hastalığın ilk krizini geçirdi. Fakat yine makalesinitamamlayıp yazılarını postayla gönderdi. İki saat sonra genç ve faal hayatını terk ettiğiyatağa bir daha kalkmamak üzere yatırıldı.“Ne kadar gürültü ve kalabalık olursa olsun o çalışmalarına devam edebilirdi. Etrafıyladeğil, dimağıyla meşguldü. Evde daima nazik ve uysaldı. Kimseyi kırmazdı, merhametli vecömertti.“Sadri’nin arkadaşlarına da dostluğu çok kuvvetliydi. Ta çocukluğundan başlayanarkadaşlığını ömrünün sonuna kadar devam ettirdi.“İstiklâl Mücadelesi’ne iştirak ederken bir arkadaşına yazdığı mektupta genç ve ateşliruhunun nurlu feyizlerini aşılamak istediği bir kız talebesini işaret ederek yazdığı şu ikisatır onun dostlarına ne kadar bağlı olduğunu gösterir: ‘Ona söyle içimdeki nihayetsizâlemlerin yıldızlarını birbirine bağlayan ruhlar var. Dostlarım ve o da içimde yaşıyor.’”Çınarların en büyüğünü Bursa’da, Uludağ’a çıkarken bir köycükte görmüştüm. Beş asırlık bir çınar ağacı. Bir dalı bir tarlayı kaplar da aşar. Ne zaman bir çınar görsem Halide EdipAdıvar’ı hatırlarım. Bir dalı edebiyatta, bir dalı üniversitede, bir dalı ta eski ve MilliMücadele’ye dayanan bir kadın.Bu büyük kadının sanat ve edebi yönünü, yetiştirdiği talebelerine, asistanlarına,doçentlerine, profesörlere bırakmak gerek. Seveni vardı, sevmeyeni vardı, yakındanbilirim: İnsan yönü başka, hoca yönü başka, edebi yönü başkaydı onlarca. Asıl sözsahipleri elbette onlardır. Ben sadece ve kısaca bir iki anımı anmakla yetineceğim.Adnan Adıvar, Muhsin Ertuğrul’u sevmezdi. Halide Edip Adıvar da tam tersi; MuhsinErtuğrul’u çok severdi. Muhsin Ertuğrul, Adnan Bey’i sever miydi bilmiyorum ama, HalideEdip’i severdi. Ben Muhsin Bey’i de, Halide Hanım’ı da, Adnan Bey’i de severdim. AdnanAdıvar gürül gürül akmış, durulmuş, pırıl pırıl gerçekçi bir adamdı. Değeri değer bilen,değerlere yer verilmesini isteyen, durmuş oturmuş bir adam.Benim bir uzun hikâyemi okuyordu Halide Hanım. Beğenirse Remzi’ye [Remzi KitabeviYayınları] verecekti.1 Nitekim beğenmişti ve basılmıştı.Beyazıt’ta Soğanağa Mahallesi’ndeki evlerindeydik. Konumuz tiyatroya geldi. HalideHanım göklere çıkarıyordu tiyatromuzu ve Muhsin Bey’i. Bir ara Adnan Bey dayanamadı:– Sus da bu işin kompetanı konuşsun!.. dedi. Bu kompetan da bendim. Söz Muhsin Bey’edayanınca da:– Yooo. İşte ben bu fikirde değilim; Muhsin, Türk Tiyatrosu diye bir şey yapmamıştır.Maalesef, bu böyle. Rusya’ya gitti, ne görmüşse aynen aldı getirdi. Almanya’ya gitti, negördüyse aldı getirdi. Fransa’ya gitti geldi, aynen öyle. Kopya! Hepsi kopya! Dekorlarınkenar çizgilerine kadar kopya! Aynen [Laaurence] Olivier’nin tahtındaki figürlerdi buradaoynanan Kral Lear’in 2 (1605-1606) tahtındaki figürler.Halide Hanım, Muhsin Bey’i savunuyordu:– Sanat kopyayla başlar ama Adnan.– O zaman da ben ona sanat diyemem Halide’ciğim.Halide Edip durumu idare eder, zaten tatlı bir insan olan Adnan Bey’i hemenyumuşatırdı.Kumrular gibi sevişmek denir hani. Ben o yaşta insanlarda yalnız onlarda gördüm bumuhabbeti. Şakalarıyla, nükteleriyle, karşılıklı saygılarıyla. Romanlardaki gibi değil.Filmlerdeki gibi değil, gerçek aşk, gerçek sevgi, gerçek mutluluktu o yaşta onlarınki.Tüm sanatçılara açıktı kapıları, kucakları. Sinekli Bakkal’ı3 (1936) biz çevirecektik onküsur yıl önce. Petegrini’yi ben oynayacaktım. Halide Edip şart koşmuştu bunu. Bütün roltevziatını kendi yapmıştı. Sezer Sezen’i Vurun Kahpeye4 (1926)filminde sevdiği halde bufilmde gözü tutmuyordu. “Olmaz, imtihan etmesi lazım onu, bu şart!.. Naci Duru’yagidiyormuş sık sık (Sinekli Bakkal’ın prodüktörüydü). Bize de her gün gidip geliyor, kapımıaşındırıyor, yalvarıyor ama, olmaz! Kendisine de söyledim imtihan edeceğini. O gün bugüngörünmedi. Bu rol için okumuş, oyun gücü kuvvetli bir kız lazım. Sesini, konuşmasını dasevmiyorum ben o kızın. Burnunda kemik mi var nedir!..” diyordu.Bir de senaryoyu beğenmeyince müsade etmedi Sinekli Bakkal’ın film yapılmasına.Ve kıçına giydiği pantolon eskiydi Mücap Ofluoğlu’nun; ona o günlerde 12,5 liraya elbisesatmıştım Lâmbo’da. Yani, eskimi. Demiştim ya! Kompleksler vardır, işte bu tip kompleksler de var. Örneğin: Markopaşaçıkıyordu ve mesul müdürdü Mücap.5 Sonra korkular, şunlar bunlar, egolar insanlarınyerlerini gösterdi. Herkes de yerini buldu. En iyi arkadaşı Kemal Edige, birkaç gömlek iyiaktörken ondan, öldü.İşte o sıralar bu kısır oyuncuyu da tavsiye etmiştim Halide Edip Hanım’a; sevmemiş,beğenmemişti. Buna benzer nedenlerle çevrilmemişti Sinekli Bakkal.Sanat yönü, büyük insan sarraflığı, bir ağaç gibi dal budak salışı, yeteri kadar adamyetiştirişi, Milli Mücadele ve o korkunç enerji keşke her kula nasip olsa.Adnan Adıvar’ın ölümünden sonra kolu kanadı kırıldı, neşesi kalmadı. Köşesine çekildidünyadan. Dalgın, unutkan oldu. Her sözün “Doktor şöyle der”, “Doktor o zaman” diyebaşlardı.“Adnan Bey”siz söz etmezdi.Onu Soğanağa Mahallesi’ndeki evinde tek başına, yanan kütüklere bakarken görmüştümen son.Tek başına, ocak başında. Akşam, 18.7.1968, s. 51 Sözü edilen “roman”, Remzi Kitabevi Yayınları’ndan Geri Dönemezsin (1948) adıyla basıldı. Kral Lear, Türkiye’de İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda ilk kez 1959’da sahnelendi.3 Sinekli Bakkal 1967’de, Mehmet Dinler tarafından filme alındı.
·
89 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.