Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Emin Beliğ Belli (1894-1941) Emin Beliğ Belli ve oğlu Hamit. EMİN BELİĞ, YARDIM SEVEN, İLERİYİ GÖREN EŞSİZ BİR SANATÇIYDI Emin Beliğ Belli Bir hikâyem var, bunu size anlatmalıyım. Gece, en sevdiğim zaman, en korktuğum, yalnızlığımı en duyduğum zamandır. Bir pire havalandı yorganımdan, bir sıçradı, iki sıçradı, parmaklarımın arasına yapıştı. Ezdim, gecenin sümük parçasını ezer gibi. İğrendim, kalktım, otel odasında bir dolandım, iki dolandım. Sular kesikti, elimi yüzümü yıkayamadım. Sabah oluyordu. Gün bembeyazlaşacak birazdan. Ana avrat düz giden gün dolup taşacak. Gene umut yok, gene bir oyuncu arkadaşa yazdığımdan ses çıkmayacak. Düşenin dostu olmaz diyecek belki kendine. Herkesin kazancı ancak kendine göre diyecek belki bu dar günde. Zor zamanlar yaşıyoruz diyecek, hayat pahalı, kazançlar az diyecek. Bok gibi para kazanıyordu, yemeseydi diyecek. Bir bardak şarap olsa şimdi. Bir bardak az, bir şişe olmalı, şarap hafif içki. Bir ufak yassı konyak! Pırıl pırıl olur her şey gene. O eski dostlar çevremi bayram eder. Oh Allah'ım, bir yudum, bir yudum. Arabalı vapurların deniz seslerini duyuyorum. Gürül gürül, mavi mavi. Karşıya gidiyorlar, ya dönüyorlar. Yazdığım mektuplardan birini almıştır bir dost. Belki o vardır bu vapurda. Sabah erken erken gelecek, “Kalk,” diyecek, “nedir bu odanın pis kokusu?” Pencereleri açacak, odayı havalandıracak. “Deli misin sen. Burda yatılır mı aylarca? Bu otel odasında, tek başına? İçki öldürür,” diyecek, “Bırak şu boku,” diyecek. “Silkin, kendine gel, kendini yen,” diyecek. “Sen kendini yenersen sana iş mi yok!” diyecek. – Ama ben işe yaramam artık, diyeceğim. – Yararsın, bak gör, diyecek. Bir yudum alkol olsa şimdi, bir yudum içsem, kendime geleceğim. Hemen oynayabileceğim sanki yeniden. Ama bu vapurların birinden çıkacak bir arkadaşım. Gelecek, bekle. Bu kapı açılıverecek birden. Soğuk olmayacak, rüzgâr olmayacak giren. Bir arkadaş sıcaklığı, sevgi dolduracak her şeyimi, yaşamaya başlayacağım sevinçle, cesaretle, umarak, mutluluk başlayacak yeniden. Gün başlamıştı. Sonra, oteli insan ve ayak sesleri, balgamla öksürükler dolduruyor, sonra birden boşalıyor, sessizlik çöküyordu otelin her yerine. Sonra Üsküdar’a kar yağıyor da, camlar buz tutuyor, mahmuzlarını şakırdatıyordu. Bir ayak sesi vardı dışarda, arkadaşım olmalıydı, beni bu soğuk odada, yatakta, bu durumda görmemeli. Ayak sesi durmuştu. Hem de kapımda. Odur o, başka kim olabilir ki. Kapı vuruldu, tamam, artık kurtulmuştum. “Gel” diyeceklerdi bana, “gel”. – İşte sana sıcak bir oda. Bu da rolün. İşte kâğıdın kalemin, bu da avansın. – Açsana be kapıyı! Öldün mü yoksa! Gene bir pire havalandı. Üsküdar’ın kuru ayva ağaçları kadar yorgundu bacaklarım. Zor açtım kapıyı. – Bak, dedi otelci, bak dinle: Sana acıyorum ama bu oda bana lazım. Senin yüzünden müşteri kaçırıyorum. Hasta bir adam var diyorlar bu otelde. Odasından hiç çıkmıyor, sabahlara kadar konuşup duruyor kendi kendine. Bu yüzden gelmeyiz diyorlar. Çık git Allahını seversen, borcun da yok bana! Hemen şimdi çık git. Al, saatini de geri veriyorum. Ağaç gölgesi değil, otel burası! Kulağıma bir pire kaçmıştı. Vurdum kulağıma, avucumda bacaklarını titretiyordu pire. İstanbul’a kar yağıyordu. Son yalnızdım artık kendimle. Köprü altında balık satıyordum. Islak bir teknenin içindeydim vıcık vıcık. Gözüm görmüyordu kardan, bağırıyordum: – Liraya, liraya, liraya!.. Atmıştım birini bir adamın ütülü pantolonlu pabuçlarına. İstemeyerek olmuştu bu. – Alay etme benimle! dedi, film mi çeviriyorsun? Geçti gitti, eski bir arkadaştı. Devetüyü paltosuna iyice gömülmüştü. – Dur! dedim ardından. – İşim var, dedi, geç bile kaldım. Baktım balıkların gözlerine, ağlamaklıydılar. Kim bilir, ben de ağlıyor muydum ne? O, köprünün ortalarına varıyordu. Birden durdu, birkaç adım geriledi. Başını devetüyü yakalarından biraz uzattı: – Benim için bir çift sakla, akşama geçerken alırım. Kırmızı turp, roka, rakı gibi bir şeyler de dedi galiba. İstanbul’a kar yağıyordu. Nice karlar yağdı bu İstanbul’a... Bu kaçıncı kıştı kim bilir? Bu benim ufacık bir hikâyemdir, otuz yıl sonra başa gelen. Bu böyle mi olmalıydı? Bu böyle mi sürüp gidecek? Biz üçüncü sınıf oyuncuyken o sıralar, sen bize birinci sınıf sevgisi göstermiştin. Sen bu eylemde ne olunup ne olunmayacağını görmüştün, bilmiştin, Emin Beliğ. Bir gün bir adam çıkıverdi ortaya, bir oyuncu, bu sendin: – Ben bu işin artık adamı olmayacağım, dedin. Ben doktordum, ihtisasımı yapacağım, dedin ve yaptın. Sahne hizmetini bitirmiş, hastanelerde başlamıştın hizmete. Bir acılı insanları bırakmış, bir acılı insanlara adamıştın kendini. Bir gün ben de hastalanmıştım her insan gibi. Elimden tutmuştun, doktor doktor gezdirmiştin beni. Oysa sen de doktordun. “Hayır,” diyordun, “bu onların ihtisası.” İlaçlarımı koymuştun ceplerime, her gün hatırımı sormuştun. Yalnız benim mi? Kim çalmışsa kapını, senden kim yardım istemişse. Genç olsun, yaşlı olsun, hali ne olursa olsun, yeter ki insan olsun. O günden bugünü, tiyatronun bugününü görmüş olacaksın. Evet, o günden bugünü görmüştün, onun için doktorluğa dönmüştün. 1894’te doğmuş, 1941’de öldü. Ben beş-altı yıllık oyuncuyken. İstanbul’a kar yağıyordu... Akşam, 29.7.1968, s. 5
47 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.