Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

779 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
18 günde okudu
Uyarı: Bu yazı, kitapta geçen olaylarla ve karakterlerle ilgili detaylı bilgiler içerebilir. :) Dostoyevski okumayalı ve bir kitabı üzerine ayrıntılı notlar alarak bitirmeyeli uzun zaman olduğunu fark ettiğimde daha önceden edebiyat tarihinde çok büyük yeri olan baş karakteri Mışkin'e aşina olsam da baştan sona okumaya fırsat bulamadığım Budala'ya gitti elim. İyi ki de gitmiş, kitabı bitirdiğimde Yeraltından Notlar'ı biraz kenara iteleyip en sevdiğim Dostoyevski eseri olmayı başarmıştı bile. Bir yandan kitabı parça parça incelerken bir yandan da kafamı, duygularımı allak bullak eden; mahvoluş ve yaşam arasında gidip gelen 'yabancı' karakterleriyle ilgili fikirlerimi de toparlayabilmeyi umuyorum. Bence bu kitaba başlamadan önce yazarıyla ilgili bazı şeylerin bilinmesi gerekli çünkü eserin üstünde Dostoyevski'nin varlığını çok yoğun şekilde hissediyoruz. Zaman zaman karakterlerin ağzından dinliyoruz fikirlerini kimi zaman da bizzat bazı karakterlerin yazardan taşıdığı parçalara rastlıyoruz. Dostoyevski tıpkı romanın ana kahramanı Prens Mışkin gibi epilepsiden muzdarip, ilk nöbetini yedi yaşındayken geçiriyor ve bu nöbetler hayatı boyunca peşini bırakmıyor. (Budala'nın yazıldığı dönemde romancının artan borçları ve kumar tutkusu da işin içine girince romanın yazılış sürecinde nöbetlerin sıklaştığını söylemek mümkün.) Daha sonra 1850'de Çar 1.Nikola'ya karşı sosyalist bir harekete dahil olmaktan tutuklanıyor ve bilindiği üzere kurşuna dizilmek üzereyken son anda cezası dört yıl kürek mahkumiyetine çevriliyor.Bu olayı romanda Mışkin'in ağzından dinliyoruz. Şöyle diyor Prens Mışkin: ''Ama iyisi mi ben size geçen yıl tanıştığım başka birinin öyküsünü anlatayım. Çok tuhaf, sık rastlanmayan bir olay geçmişti başından. İdam edilecek öteki mahkumlarla birlikte onu da idam sehpasına çıkarmışlar. Siyasi bir suçu nedeniyle kurşuna dizilerek idam edileceği kararı okunmuş kendisine. Yirmi dakika sonra da bağışlandığı, ölüm cezasının başka bir cezaya çevrildiğinin karar yazısı... Bu aradaki yirmi dakikayı birkaç dakika sonra öleceğini düşünerek yaşamış. Bu olayın Dostoyevski'yi derinden etkilediğini Mışkin'in bu konudaki heyecanlı ve uzun konuşmasından anlayabiliyoruz. Bir idam mahkumunun hislerinin, son andaki bakışının üzerine uzun bir kısım ayırmış yazar. Devam edersek 1862'de Dostoyevski ilk kez yurt dışı seyahatine çıkıyor ve bu seyahat fikirlerindeki derin değişikliklerin başlangıcı oluyor bir nevi. Avrupa'yla ilgili büyük hayal kırıklığına uğruyor yazar ve batıya duyduğu hoşnutsuzluğun ve muhafazakar eğiliminin temelleri atılıyor belki de. Bu düşünceleri Budala'nın tüm sayfalarına sinse de özellikle son sayfalarda Lizaveta Prokofyevna'nın ağzından tam anlamıyla Dostoyevski'nin kendi sözleri dökülüyor: ''Bütün bu Avrupa'nız...Hepsi hayal bunların, yurt dışındaki biz Ruslar da hayalden başka bir şey değiliz...'' Hatta bana öyle geliyor ki edebi kaygılarla tasarlanmış diğer tüm karakterlerin felaketlerinin ve mahvoluşlarının aksine Aglaya'nın Avrupa'da kontla yaşadığı son olay tamamen bu Avrupa eğilimine bir tepki olarak kurgulanmış yazar tarafından. 1860'lar Dostoyevski için çok daha sıkıntılı yıllar...Önce ilk eşini ve abisini kaybediyor ardından ikinci evliliği ve başlayan kumar tutkusu...Bunu artan borçlar izliyor ve Dostoyevski eşiyle birlikte Avrupa'ya kaçıyor. Bu yolculukta geçtiği söylenen Budala'nın yazılışına ilham olan bir olay var ki beni oldukça etkiledi. Kitabı okuyanlar kitabın sanki üzerine kurulduğu bir evi ve o evdeki bir tabloyu fark etmişlerdir. Rogojin'in o korkunç kasvetli evinde bir kopyasının asılı olduğu Hans Holbein'in 1521 tarihli 'Ölü İsa'nın Mezardaki Bedeni' tablosu. Kitabı okumaya başlamadan önce bence bu tabloyu açıp bir süre incelemeli insan ve kendisine neler düşündürdüğünü sorgulamalı. Çünkü 1867 yazında Basel'de bu tablonun önünde dakikalarca durmuş Dostoyevski; hatta eşi bir epilepsi nöbeti geçireceğinden korkmaya başlamış. Yanına gittiğindeyse şöyle demiş yazar: Bu tablo insanı dinden imandan eder. Bu tabloyla ilgili kitapta da birçok karakterin ağzından Dostoyevski'nin fikirlerini dinliyoruz zaten.Tablo çarmıhtan indirilmiş İsa'yı resmediyor ama zamanın klasik anlayışına ters olarak ışıklar içinde ve ideal bir temsil değildir bu; korkunç acılar çekmiş,gözleri çaresiz bakan, gerçekten çürümekte olan bir bedeni göstermektedir. Bu resmi gördükten sonra iki yıl saf iyilik ve saf iyi niyet kavramlarıyla meşgul olmuş. Kitap da temelde bu düşünceye dayanıyor aslında ''HZ.İSA MODERN DÖNEMDE YAŞASAYDI NASIL ALGILANIRDI?'' Onu anlayamazlar ve ona 'BUDALA' derlerdi. Kitabın bir başka temel düşüncesini ise kitabın küçük, sıradan insanlarından Lebedev'in ağzından duyuyoruz: ''KENDİNİ YOK ETME ARZUSU İLE KENDİNİ KORUMA ARZUSU EŞİT GÜÇTEDİR.'' Bu tüm karakterlerde kitap boyu gördüğümüz git-gellerin temel sebebi gibi. Kitapta sürekli kol gezen ölüm (Rogojin'in ateşli hastalığı, İppolit'in veremi, Prens'in nöbetleri,General İvolgin'in son kısımlardaki ölümü ve Nastasya Filipovna'nın kendisini öldüreceğini bilmesine rağmen Rogojin'in teklifini kabulü vs.) ve uçurumun kenarında gezen, histerik kahkahalar atan karakterler kitabın içindeki gerilimi sürekli canlı tutuyor.Ayrıca dört bölümden oluşan kitabın her bölümüne damga vuran bir skandal sahnesi görüyoruz.Bu sahnelerde tüm önemli karakterler biraraya geliyor ve biriken gerilim de bir patlamayla ortaya çıkıyor.Ayrıca bölümler değiştikçe değişen mekanlar romana hakim olan ruh halini ve hakim karakterlerin değişimini de sağlıyor. Kitap güçlü bir Rus Ortodoks zemine yaslanıyor. (Prens Mışkin bir bölümde Roma Katolisizmini hristiyanlıktan saymadığını bile söylüyor hatta ki burada yine fikirlerini karakterlerinin ağzıyla dile getirmekten kendini alamayan Dostoyevski'yi görüyoruz ve onun Prens Mışkin' de anlattığı ideal rus inancını) Prens Mışkin saf bir hristiyan figür ki bence direkt Hz. İsa'nın kendisi ya da modern zaman gölgesi. İsviçre'den döndüğü trende kendisinin son Mışkin olduğunu söylemesi de belki de iyi ve saf insanların sonuncusu olduğuna bir vurgu. Komplekssiz, dürüst, içinden geldiği gibi konuşan, insanların bayağılıklarını görmeyen görse bile kötüye yormayan, kendisine yapılan her kötülüğü uğradığı her hakareti sineye çeken ve bağışlayan bir karakter Mışkin. Evet bir yabancı, kendini hayattan dışlanmış da hissediyor ama buna tepkisi bile sevgi dolu. Mutluluğu kendisini feda etmekte buluyor tıpkı İsa'nın çarmıha gerilişi gibi. Fakat yine de ben bu bağışlayıcılıkta bir aşırılık ya da belki de eksiklik hissetmekten kendimi alamadım. Mışkin yüksek bir önseziye de sahip olmasına rağmen sanki yüksekten bakan ve kendisine ait bir doğruluğa sahip. Gavrila'yı hayatta en mutsuz edecek şeyin sıradanlığı olduğunu anlayamadan onun kötülüğünün sadece sıradan bir insan olmasından kaynaklandığınıı fark edip çok mutlu olması gibi. Aglaya şöyle diyor Prens'e: Yalnızca doğruluk var sizde öyleyse haksızlık da! Ki Nastasya Filipovna ile Aglaya arasındaki karşılaşmada bir anlık tereddüdünün Aglaya'yı nasıl bir yıkıma sürükleyeceğini düşünmeden Nastasya Filipovna'nın yanında kalıyor prens çünkü yüksek idealleri kendisini feda etmesini ve eğer yanında kalmazsa ölecek olan ''düşmüş kadını'' kurtarmasını söylüyor. Peki Aglaya'nın çekip gidebilecek güçte olması ve kendini öldürmeyecek olması onun daha az acı çektiğini ya da mutluluğu daha az hak ettiğini mi gösterir? Dostoyevski ideal bir insan, kendilerini başkaları için feda edecek bir karakter çizmek istemiş; başlarda okurken ben de böyle düşünüp büyük sempati duysam da kitap ilerledikçe ve bittiğinde şunu sorguladım: bu tür bir ideal iyilik ve saflık tam olarak ne işe yaradı? Mışkin çember çizerek isviçre'de başlayıp İsviçre'de biten hikayesinde hayatına dahil olduğu hiçbir karakterin mahvoluşunu engelleyemedi hatta kendi mahvoluşuyla birlikte çoğunun sebebi oldu belki de. Tüm karakterlerin budala dedikleri ama bir şekilde çevresinden ayrılamadıkları bu kutsal figür ve onun yumuşak başlılık öğretisi sonuç olarak ortaya çıkan yıkımı engellemeyi başaramadı. Bu noktada Prense tam zıt bir karakter olan ve benim Nietzsche- Dostoyevski arasında bir hristiyanlık tartışması olarak düşünmeyi oldukça keyifli bulduğum (Nietzsche büyük bir Dostoyevski hayranıdır fakat onun hristiyan fikirlerine şiddetle karşı çıkar.) İppolit'in fikirlerini açıkladığı kısımlar oldukça önem kazanıyor. Daha ilk sahnede oldukça temel şeyleri vurguluyor Dostoyevski. Trende tanışan iki ana karakter Rogojin ve Prens arasında saç,ten rengi ve kıyafetlerle vurgulanan bir zıtlık var. Rogojin baştan aşağı karanlık, tıpkı ilerde göreceğimiz kasvetli evi gibi, onunla ilgili her ayrıntı karakterindeki karanlığı ve tutkuyu vurguluyor. Onun siyah saçları,kara gözleri,heyecanlı tavırlarının aksine karşısında sarı saçları,açık teni mavi gözleriyle Mışkin oturuyor. Prensin Rusya'yla hiç uyumlu olmayan tuhaf kıyafetlerinden de onun bir yabancı olduğunu anlıyoruz her anlamda. Nastasya Filipovna'nın toplumun gözünde düşmüş birisi olan bu güzel kadının ismi de ilk olarak bu tanışmada anılıyor. Nastasya Filippovna da kafamı karıştıran karakterlerden oldu.Başına gelen haksızlıklar sebebiyle kendini suçlu görmesi ve kendini mahvetme arzusu ile kibri arasında gidip gelen bu karaktere karşı olan fikirlerim kitabın doruk noktası olan Aglaya-Filipovna yüzleşmesinde biraz netleşti sanırım. Nastasya Filipovna için en doğru yorumu Aglaya yapıyor bu kısımda: belki de başına gelenler onun suçu değildi ama sonrasını kendisi seçebilirdi, o ise bu kendine acıma ve kibir döngüsüne girmeyi seçti. Özellikle prensle evlilik sürecinde bunu Aglaya'nın gözüne sokmaya çalışmasıyla bu yorumun haklılığına katılmadan edemedim ve karakterin gelen yıkımının ayak seslerini duydum adeta. Aglaya'ya gelirsek onu da tam olarak bu yüzleşme anında net olarak görebiliyoruz bence. Öncesindeki tüm şımarık hareketlerine ve kararsız tavırlarına rağmen Aglaya cesur bir kız.Bu tavırların tek sebebinin içinde büyüttüğü kuşku ve kıskançlıkla karışık korku olduğunu sonradan fark ediyoruz.Aglaya sosyeteyi ve onun kurallarını umursamayan, özgür ruhlu bir karakter. Ama hala çocuk ruhlu tıpkı prens gibi. .Aglaya'yı mahveden şey herkesin karakterini çok iyi okumasına rağmen romantik ruhu ve Prens'e olan hisleri sebebiyle Prens'in Nastasya Filipovna'ya olan hislerinden şüpheye düşmesi. Prensi Puşkin'in Zavallı Şövalyesi'ne benzetirken Prensin bu düşmüş kadına sadece merhamet duyduğunu fark edemiyor çünkü prensi derin bir aşkla seviyor. Gururu ve aşkının büyüklüğü birleşince prensin tek bir tereddüdüyle ikisi için de geri dönülmez kırılış gerçekleşiyor. Aglaya kitapta sürekli ışıkla ve aydınlıkla bağdaştırılırken Nastasya Filipovna için karanlığın, korkunun ve sıkıntının vurgulandığını görüyoruz. Natasya Filipovna'ya başka bir açıdan bakılamaz mıydı düşüncesi Aglaya'yla birlikte aklıma geldi benim de. Sosyete onu hiç de suçlu olmadığı geçmişi yüzünden yaftalarken prens belki de bu kadarını hak etmediği bir saygı ve şükran sundu ona. Gururundan çekip gideceğini ve kendi mahvoluşuyla prensi tehdit etmeyeceğini bildiği için Aglaya'yı keyifle alt eden bir karakter ama yine de prensle evlenmeyerek kendi ölümüne giden bir karakter de aynı zamanda. Dostoyevski'nin Nastasya Filippovna'sının bu kadar ünlü olması gerçekten de şaşırtıcı değil! Sonuç olarak Dostoyevski'nin de dediği gibi insan davranışlarının arkasındaki nedenler çok çeşitlidir, kitap karakterlerinin de öyle.
Budala
BudalaFyodor Dostoyevski · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 201224,9bin okunma
·
75 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.