Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

152 syf.
·
Puan vermedi
İrkilerek okuduğum bir bu kitap; Nazi Almanya'sında toplama kamplarına gönderilen bir entelektüelin, yaşadığı fiziksel ve psikolojik işkencelerin sebep ve sonuçlarını -belki de önce kendi için- insanlık adına anlamlandırma çabası. Ama o günden sonra dünyanın geldiği noktayı düşündüğümüzde beyhude bir çaba denebilir buna. Kitap beş başlık altında toplanmış; 1- Tinin sınırlarında 2- İşkence 3- İnsan yurda ne kadar ihtiyaç duyar? 4- Hınç 5- Yahudi olmanın zorunluluğu ve imkansızlığı üzerine O kadar çok alıntı ekleyeceğim ki kitap hakkında bir şey yazmaya lüzum görmüyorum dahası yazmayı becerebileceğimi de sanmıyorum. --- spoiler --- 1- Tinin sınırlarında Oysa Auschwitz'de entelektüel yalıtılmış, tümüyle yalnız bırakılmıştı. Dolayısıyla da düşünce ile dehşetin karşılaşmasından doğan sorun daha radikal ve -eğer burada böyle bir ifade kullanılabilirse- daha saf bir biçimde ortaya çıkıyordu. Auschwitz'de düşünce kendisinden başka hiçbir şey değildi ve onu ne kadar kifayetsiz, ne kadar örtülü olursa olsun, toplumsal bir yapıya eklemleme ihtimali yoktu. Yani entelektüel, salt bir bilinç içeriğinden başka bir şey olmayan ve toplumsal bir gerçekliğe yaslanarak pekişemeyen düşüncesiyle yapayalnızdı. (sf. 19) Güçlü olmanız bekleniyordu ama sistematik bir biçimde zayıflatılıyordunuz. Kampa girerken her şeyinizi alıyorlardı, ama ardından hiçbir şeye sahip olmadığınız için yağmacılar tarafından aşağılanıyordunuz. Düşünsel bir temrinin tezgahından geçmemiş olan kamp tutuklusu, bu durumları belli bir sükunetle, dışarıdayken ''zenginler ve yoksullar olmak zorundadır'' veya ''daima savaşlar olacaktır'' gibi tespitleri kabullendiği gibi bir sükunet içinde karşılıyordu. Bu durumları dikkate alıyor, onlara uyum sağlıyor ve şartlar elverişli olduğunda da onları alt ediyordu. Oysa entelektüel böyle durumlar karşısında düşüncenin acziyle isyan ediyordu. Başlarda, olmaması gereken şeyin kesinlikle olamayacağını telkin eden isyankar bir kaçık bilgeliği geçerliydi onun için. Ne var ki, sadece başlarda. sf.24-25) Tıpkı dışarıda olduğu gibi, kampta da iki karakter arasında, inançlı ile inançsız arasında, derinlere inebilen bire anlaşma gerçekleşmediğini belirtmek bile gereksiz. Din ve politik inançlara bağlı arkadaşlar, ister sabır ve yardımseverlik göstererek, ister öfke içinde olsun, bizi gözden çıkarmışlardı. inançlı bir yahudi, ''en azından şunu kabul et ki,'' demişti bir keresinde bana, ''Sizin zekanızın ve eğitiminizin burada hiçbir değeri yok. ama ben tanrı'nın öcümüzü alacağını kesin olarak biliyorum.'' Daha 1933 yılında kampa kapatılmış bir Alman arkadaşım daha da sert konuşmuştu: ''Siz burjuva ukalaları buraya düştünüz sonunda ve SS karşısında tir tir titriyorsunuz. Biz titremiyoruz ve burada sefil bir biçimde geberecek olsak da, ardımızdan gelen yoldaşların bütün bu çeteyi duvarın önüne dizeceğini biliyoruz. '' Her ikisi de kendini aşıyor, varlığını geleceğe yansıtıyordu. Onlar penceresiz monadlar değillerdi, tersine Asuchwitz'in dışındaki bir dünyaya açıklardı; hem de ardına kadar. Bu duruş inançsız entelektüelleri etkiliyordu; orası kesin. Ama bildiğim kadarıyla, dini ya da siyasi dönme yaşanan vakaların sayısı ihmal edilebilecek kadar azdır. Kuşkucu entelektüel sadece istisnai durumlarda, bazı arkadaşlarının sergilediği mükemmel örneklerden etkilenerek hıristiyanlığa ya da marksizme bağlanıyordu. Ama çoğunlukla sırtını dönüyor ve kendi kendine şunları söylüyordu: Hayranlık uyandıran bir yanılsama, ama sonuçta bir yanılsama işte. (sf. 29-30) Ölmek her yerde hazır ve nazırdı, ama ölümden mahrumdunuz. (sf. 33) Bir gerçekliğin mutlaklık talebinde bulunduğu her yerde, söz ebedi uykuya dalar. (sf. 37) (Çok uzun olduğundan sadece bir bölümünü ekliyorum ama 44. sayfadan başlayıp 45'in sonuna kadar devam eden çok hoş bir pasaj var. Tabii böyle bir kitaptaki herhangi bir şeyi ''hoş'' diye adlandırmak pek doğru olmayabilir.) Gerçekten de pek çok şey, üç aşağı beş yukarı insanın hayalinde önceden canlandırdığı gibi cereyan eder: Tabancalarının namlularını kurbanlarının üzerine doğrultmuş, deri ceketli Gestapo görevlileri; bunda bir doğruluk payı vardır. Ama ardından bu heriflerin yalnıza deri ceketleri ve tabancaları değil, aynı zamanda bir de yüzleri olduğunu neredeyse afallayarak idrak edersiniz; kitapta yazıyor olabileceği gibi, çarpık burunlu, aşırı çıkık çeneli, cildi çiçek bozuğu ya da bıçak yaralarının izleriyle dolu ''Gestapo yüzleri'' değildir bunlar. Tam tersine: Herhangi birine ait olabilecek yüzlerdir. Sıradan yüzler. Ve daha sonraki bir aşamada, soyutlamacı her tasavvuru bir kez daha yerle bir eden korkunç bir idrak, en nihayetinde bu sıradan yüzlerin yine de nasıl Gestapo yüzlerine dönüştüğünü ve kötülüğün, sıradanlığı nasıl örttüğünü ve çarpıtarak tırmandırdığını açıkça gösterir. Yani ''kötülüğün sıradanlığı'' diye bir şey yoktur ve Eichmann kitabında bunu yazan Hannah Arendt, o insanlık düşmanını sadece kulaktan dolma bilgilerle tanımış; onu yalnızca cam kafesin ardında görmüştür. (sf. 44-45) *** 2- İşkence (Yine 47 ve 48. sayfaları buraya olduğu gibi alabilmek isterdim ancak kısa bölümler almak durumundayım. İşkencenin ne olduğuna ilişkin bundan daha net tanımlar okumadım bu zamana kadar.) Polisler tarafından dayak yiyen birinin insanlık haysiyetini yitirip yitirmediğini bilmiyorum açıkçası. Ancak tepesine inen ilk darbeyle birlikte, belki şimdilik dünyaya güven diye bir şeyi kaybettiğinden eminim. (sf. 47) Eğer bir yardım beklenemiyorsa, o zaman diğeri tarafından kurulan bedensel baskı, en nihayetinde topyekun bir imha hareketine dönüşür. (sf. 48) Hayatın neredeyse her anından bedensel hasar, yardım beklentisiyle birlikte yaşanır: Biri diğeri tarafından dengelenir. Ama karşısında savunma yapılamayan ve yardımcı bir el tarafından savuşturulmayan ilk polis yumruğuyla birlikte, hayatımızın bir bölümü sona erer ve bir daha da asla canlanmaz. (sf. 48) Bana çektirilen acıları tarif etmeye çabalamamın hiçbir anlamı olmazdı. Şuramdaki acı ''sırtıma bastırılan bir demir parçası gibi'' miydi, ya da bu, ''ensemden içeri çakılan kör bir tahta kazık'' acısına mı benziyordu? Bir benzetme ancak bir diğerinin karşılığı olabilirdi ve sonunda mecazi ifadelerin fır döndüğü çıkışsız bir atlıkarıncanın ortasında kalakalırdık. Acı neyse oydu. Bunun ötesinde söylenecek hiçbir şey yoktur. Duygunun nitelikleri ne kıyas, ne de tasvir kabul eder. Bunlar dilsel paylaşım imkanının sınırlarını belirler. Bedensel acısını paylaşmak isteyen kişi, bunu yaşatmak ve dolayısıyla bizzat bir işkenceciye dönüşmek zorunda kalırdı. (sf .54-54) Böyle bir durumda ''bastırma'' diye bir şey yoktur. Bir yanık izini bastırabilir misiniz? O yara izini bir estetik cerrahına ameliyat ettirip ortadan kaldırabilirsiniz, ama onun yerine ekilen deri, insanın içinde kendini iyi hissedebileceği bir deri değildir. (sf. 58) İşkencecinin kurbanı üzerindeki hakimiyetini, bildiğimiz biçimiyle, toplumsal sözleşme temelinde uygulanan cebirler hiçbir ilgisi yoktur: Bu, trafik polisinin yayalar, vergi memurunun vergi mükellefleri, üsteğmenin teğmen üzerindeki otoritesi değildir. bu, geçmişteki mutlakiyetçi kabile reislerinin ya da kralların sahip oldukları kutsal hükümranlık da değildir, çünkü onlar korku uyandırdıkları kadar, güvenin de kaynağıydı. Kralın öfkesi korkutucu olabilirdi, ama merhameti de iyiydi; onun uyguladığı zor bir yönetme biçimiydi. Oysa işkencecinin kurbanını inleten gücü,hayatta kalanın, eziyet ve ölümle dünyanın dışına itilenler üzerindeki sınırsız zaferinden başka bir şey değildi. (sf. 61-62) *** 3- İnsan yurda ne kadar ihtiyaç duyar? Sürgünü tanıyan kişi, hayata bazı cevaplar bulmuş, ama hayatın çok daha fazla sorusu olduğunu da öğrenmiş demektir. İlk bakışta beylik bir bilgi gibi görünen şu idrak da cevaplar arasındadır: Geriye dönüş yoktur, çünkü bir yere yeniden dönmek, asla kayıp zamanın tekrar kazanıldığı anlamına gelmez. (sf. 64) Eğer bir noktada insanın yurda ne kadar ihtiyacı olduğu sorusuna, erken ve geçici bir cevap getirmeme izin verilirse, şunu söylemek isterim: Yanında ne kadar azını taşıyabiliyorsa, o kadar daha fazlasına ihtiyacı vardır. Zira sonuçta taşınabilir bir yurt ya da hiç değilse yurt ikamesi gibi bir şey de vardır. Bu, Yahudilerdeki gibi bir din de olabilir. Yahudiler kadim zamandan bu yana her hamursuz ayini'nde ''gelecek yıl Kudüs'te'' diye söz verdiler birbirlerine, ama önemli olan kutsal topraklara gerçekten gitmek değildi; bu sözü hep bir ağızdan veriyor olmaları ve kavim tanrıları Yehova'nın büyülü yurdunda birbirlerine bağlı kaldıklarını bilmek yetiyordu. (sf. 67) Yurdunda yaşamak demek, zaten bildiğimiz şeylerin, gözümüzün önünde, küçük değişikliklerle tekrar tekrar cereyan etmesi demektir. Eğer insan sadece yurdunu tanıyor ve başka hiçbir şey bilmiyorsa, bu bir yalnızlaşmaya ve düşünsel tükenişe yol açar. Ama diğer taraftan, yurdu olmayan insan da bir düzensizliğin, karmaşanın, dağınıklığın içinde kaybolup gider. (sf.70) Belirli durumlarda insan yabancı bir ülkede o denli ''evinde'' olabilir ki, sonunda insanların dillerine, yüz hatlarına, kıyafetlerine bakarak sosyal ve entelektüel konumlarını kestirme; bir binanın yaşını, işlevini, ekonomik değerini ilk bakışta anlama becerisini kazanır; yeni yurttaşların tarihsel ve folklorik kökleriyle bağlarını zorlamadan kurabilir. Ancak bu olumlu durumda bile, yeni ülkeye yetişkin bir insan olarak gelmiş olan sürgün açısından, göstergeleri çözmek kendiliğinden gelişen bir fiil değil, belirli bir düşünsel çaba gerektiren, entelektüel bir edim olacaktır. Yalnızca çok küçük yaşta alımladığımız, dış dünyayı sahiplenmeye başlamamızla birlikte anlamlandırmayı öğrendiğimiz uyarımlar, kişiliğimizin kurucu unsurları ve değişmezleri olur: İçine doğduğumuz çevreyi de, gramerini bilmeden öğrendiğimiz anadilimiz gibi öğreniriz. Anadilimiz ve yerlisi olduğumuz dünya bizimle birlikte büyür, içimizde kök salar ve bu sayede bizde güven duygusu doğuran bir aşinalık kazanır. (sf. 71) Şu ya da bu olmamız için toplumun buna rıza göstermesi gerekir. Ama eğer toplum bizim eskiden olduğumuz şey olduğumuzu inkar ederse, o zaman hiç olmamışızdır. (sf. 85) *** 4- Hınç ''...suç toplum içinde bir huzursuzluğa neden olur; ama suçun anısı toplumsal bilinçten silindiği ölçüde, huzursuzluk da kaybolur. Zamansal olarak suçun çok uzağına düşen ceza anlamsızlaşır.'' Toplum ya da kendini ahlaki olarak toplumla bütünleştirmiş ve genel uzlaşı içinde erimiş birey söz konusu olduğu sürece, herkese malum olan bir doğrudur bu. Ahlaki açıdan kendisini benzersiz olarak kavrayan bir kişi için hiçbir anlam taşımaz. (sf. 98) Kolektif suç: Alman toplumunun ortak bir bilince, ortak bir isteğe, ortak bir davranış iradesine sahip olduğu ve bu yolla suçlu durumuna düştüğü ima ediliyorsa, bu düpedüz saçmalıktır. Ama suç oluşturan bireysel davranışların nesnel olarak gerçekleşmiş toplamı dışında bir şey anlaşılmıyorsa bundan, o zaman bu kullanışlı bir varsayımdır. O zaman Alman bireylerin tekil suçları -eylem suçu, ihmal suçu, konuşma suçu, susma suçu- bir halkın toplam suçu haline gelir. (sf. 99) Daha yaşlı kuşağın bana çektirdikleri yüzünden Alman gençliğine kin besliyor muyum, diye kendime sorduğumda, cevap vermek o kadar da kolay gelmiyor bana. Gençlerin bireysel suçlardan ve bu bireysel suçların birikerek oluşturduğu kolektif suçtan sorumlu tutulmamaları anlaşılır bir şey. Onlara, ileriye bakan insanın hakkı olan güven kredisini açmak zorundayım ve bunu istiyorum. Ancak onlardan da bu masumiyet üzerinde, yukarıda alıntıladığım mektubun yazarı gibi zinde ve pervasız bir tavırla hak iddia etmemelerini bekleyebilmeliyim. Alman halkı tümüyle tarihsiz bir hayat sürmeye karar vermediği sürece -ki dünyanın tarih bilinci en derin topluluğunun ansızın böyle bir tutum geliştireceğine işaret eden hiçbir belirti yok ortada- o halkın kendi eliyle son vermediği on iki yılın sorumluluğunu, en küçük yaştakiler de dahil olmak üzere, gençler taşımak zorundadır. (sf. 103-104) Hitler'in imparatorluğu önce bir süre daha tarihsel bir iş kazası olarak görülecek. Ama sonuçta o da sadece basit bir tarih olacak: Tarihteki tüm diğer dramatik devirlerden ne daha iyi, ne de daha kötü; daha kanlı belki, ama gündelik hayatını yaşayan aileleriyle bir imparatorluk olacak işte. Büyük-büyükbabaların SS üniformalarıyla çekilmiş resimleri oturma odalarına asılacak ve okullardaki çocuklar ayıklama rampalarından ziyade yaygın işsizlik karşısında kazanılmış hayret verici zaferi öğrenecekler. (sf. 107) *** 5- Yahudi olmanın zorunluluğu ve imkansızlığı üzerine. Yahudi olmak, diye düşündüm daha sonra, benim derin huşu içinde hissedebileceğim bir şey değil; ben ancak korku ve öfke içinde Yahudi olabilirim: Haysiyetini kazanmak için öfkeye dönüşen bir korku içinde. (sf. 132) (Metis yayınları - 1. baskı - Cemal Ener çevirisi) --- spoiler --- Kitabın yazarı Jean Amery (Hans Meyer) intihar ederek yaşamına son vermiştir.
Suç ve Kefaretin Ötesinde
Suç ve Kefaretin ÖtesindeJean Amery · Metis Yayınları · 201592 okunma
·
226 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.