Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

112 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
·
8 saatte okudu
Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan kitabında Peyami Safa’ya göndermelerde bulunmasından etkilenerek uzun süre sonra, bu kez lisedeki gibi olay örgüsünü merak ettiğim için değil, içinde Peyami Safa’nın kişiliğinden izler bulmak için, İçimizdeki Şeytan’da Sabahattin Ali’nin yönelttiği ithamlara söz hakkı doğduğunu düşünerek Peyami Safa’yı bir de kendi dilinden dinlemeye karar verdim. İtiraf etmem gerekir ki kitabı özellikle seçmemiştim, gittiğim kitabevinde Peyami Safa’nın ya tek eseriydi ya da birkaç eserinden biriydi. Ancak Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, otobiyografik özellikler taşıması sebebiyle yazarın romanları arasında kimliğini tanımak için okunabilecek belki de en uygun eser. Diğer eserlerini incelemek amacıyla okumamış olduğum için bir karşılaştırmaya gitmem çok doğru olmasa da en azından Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Peyami Safa’nın düşünce yazıları dışında, kişiliğini anlamak için kendi kaleminden okunabilecek bir eser. Daha önce Halide Edip’i okurken fark etmiştim, insanların başkalarıyla konuşurken görüşlerini savunmak adına keskin laflar sarf ettiklerini ve bu sebeple bize çok benzeyen insanların bu laflarını duyarak onlara uzak hissedebileceğimizi. Halide Edip, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Atatürk’ten uzaklaşmasıyla benim görüşlerimle uzlaşmayan bir kişilikti. Ancak birbirinden ufak derece farklarıyla ayrılan ve aynı noktadan başlayan ışınların, ilerledikçe birbirilerinden daha çok uzaklaşması gibi, olaylara sadece belli bir zaman diliminde baktığımızda uzak gördüğümüz insanlar olayların başında aynı noktadan ufak farklarla yola çıkmış olabiliyor. Kişinin düşüncelerinin olgunlaşmasına tanıklık etmek, o kişinin görüşlerini ve evrenini anlamanı, farklı görüşlere sahip kişilerle empati kurabilmeni sağlıyor. Yazarın kişiliğinden biraz uzaklaşıp kitaba dönebilirsek, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun yazıldığında ilk olarak tefrika halinde yayımlandığını bilmek, kitabın tarzının daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır diye düşünüyorum. Kitap farklı bölüm ve alt bölümlerden oluşuyor, bu alt bölümler kısa ve alt bölümlerin başlangıçlarında bölümün can alıcı cümleleri veya bahsi geçen konuya ilişkin bir söz yer alıyor. Alt bölümler belli konuların tamamlanmasıyla bitmiyor, hatta bazı yerlerde Peyami Safa’nın konuyu bilerek yarım bıraktığını düşünüyorum. Bunun sebebi o dönemde romanların, gazetelerde tefrika halinde yayınlanmasıyla tirajların artırılmak istenmesi olabilir. Bu da kitabın hızlı okunmasında önemli bir etken. Benim kitabı elime aldığım gün bitirmemin dışında 1k da inceleme yapmış pek çok başka okurun da kitabın akıcılığından bahsettiğini görünce bu akıcılığın sebebi olduğunu düşündüğüm bu konuya değinmek istedim. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, her ne kadar yazarları arasında derin bir görüş ayrılığı olsa da aynı dönemin insanları olmalarından olsa gerek, Kuyucaklı Yusuf ile pek çok noktada benzeşmekte. Her ikisi de Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında geçmekte. Dönemin atmosferini, kitabı savaşın ortasına Ateşten Gömlek gibi atmadan sunabilmeleri, karakterlerindeki zayıflıklar sayesinde mümkün. Kuyucaklı Yusuf’ta kaymakam yaşlı, kaymakamın eşi ve kızı haliyle kadın ve Yusuf’un bir parmağı eksik. Bu kitapta da Paşa yaşlı, Paşa’nın eşi ve kızı haliyle savaşla ilgili değil ve anlatıcının bacağından rahatsızlığı var. Her ne kadar bu sakatlık Peyami Safa’nın kolundaki rahatsızlığın anlatılması için hikayeye eklense ve hikayenin ana unsurunu oluştursa da, aynı zamanda savaş döneminde anlatıcının savaşın içine girmeyişi açısından da önemli bir etken olarak hikaye anlatımının toplumsal olayları değil, içsel sıkıntıları ön plana çıkarmasını sağlıyor. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun incelemelerinde kitabın türü konusunda da tartışmalar olduğunu gördüm. Kitap bir roman olarak sınıflandırılmakla beraber ayrıntılı betimlenen tek kahraman olması roman beklentisine pek uymuyor. Romanlar ve hikaye kitapları kendi içlerinde çok farklı şekillerde sınıflandırılabilen kategoriler, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun türü ve karakter analizleri ve özetinin bulunabileceği bir link bırakıyorum, okurken kitabı anlamamda ve sonrasında hikaye akışını kafamda toparlamam da yardımcı olmuş bir kaynak, roman olarak sınıflandırılan kitapların anlatımının geniş bir skalada değişkenlik gösterebileceğini de gözler önüne seriyor. Kitap, yayımlandığı dönemde Peyami Safa’nın yakın arkadaşı olan Nazım Hikmet’e adanmış. Ben ise okurken kitapta Necip Fazıl’dan izler gördüğümü düşündüm. Kitabın başlarında anlatıcının annesini üzmemek için hastalığının vahametini gizlemesi, ‘Annelere anlatılan acılar paylaşılmaz, çarpılır. Annenin üzüntüsü hasta kişiyi daha çok üzer’ demesi bana arada net bir bağlantı kuramamama rağmen Necip Fazıl’ı hatırlatmıştı. Bunun üzerine sofrada Nüzhet ve Paşa’nın anlatıcıya küsmesine sebep olan tartışmada anlatıcının içinden ‘bu kafaların kesilmesi gerektiğini’ geçirmesi, Necip Fazıl’a olan yakınlığını daha da artırdı. Bu olay aklıma Necip Fazıl’ın Sağ Sol şiirini getirdi: ‘Kalbimi ve aklımı hep sağ elime verdim/ Görevi olmasaydı sol elimi keserdim.’ Her iki edebiyatçının bu tavırlarını edebiyata yakışır bulamıyorum ve onların da benimkilere zıt görüşleri olduğunda vaktiyle bu platforma Carl Sagan’dan yaptığım şu alıntıyı hatırlıyorum: ‘Eğer bir insanın sizinle aynı fikri paylaşmadığını fark ederseniz, aldırmayın, bırakınız bu gezegende yaşamaya devam etsin. Unutmayın, yüz milyar galaksiyi gezip de tek bir insan bile bulamayabiliriz.’ Her ne kadar kendimi Peyami Safa’nın görüşlerine pek yakın hissetmediğimi belli etmiş olsam da Sabahattin Ali’yle aralarında istemsizce kurduğum bağlantılar beni şaşırttı. Her iki yazarın betimlemelerinin canlılığı, izlenimsel anlatımları güçlü yönlerini oluşturuyor. Peyami Safa’da Sabahattin Ali’ye göre izlenimler olay örgüsünden çok daha fazla ön plana çıkıyor. Bu sırada Ali’nin komünizme yakın düşünceleri ve toplumsalcı yaklaşımı ve antikomünist Peyami Safa’nın kullandıkları anlatım tarzı bende şaşkınlık yarattı. Sabahattin Ali hakim bakış açısını kullanır ve daha soyut ve bireysel sıkıntılar üzerine odaklanırken Peyami Safa kahraman bakış açısı ile ve özellikle de savaş döneminde toplumun önemli bir kesiminin muzdarip olduğu sakatlıklar ile toplum sorunlarının üzerine eğiliyor. Bu karşıtlık bana Türk solunun belki de halka bağlantısının çok eski tarihlerden beri kopuk olduğunu düşündürdü. İki kişiye bakarak bütün bir cepheyi yargılamak mümkün olmasa da Sabahattin Ali’nin anlattığı aşk sorunları ve iç sıkıntılarına karşı kolu alçıda, bacağı alçıda gezen ve bir yerden sonra aydınına kendini anlatmadığını düşünerek yabancılaşan halkı düşündüm. Peyami Safa’nın anlatıcısı, Sabahattin Ali’nin Ömer’inin oturduğuna benzer bir sofraya oturur. Her iki roman da bu sahnelerinde karşıt görüşlere kahramanları aracılığıyla cevap verirler. Her iki romanın da verdiği cevaplar arasında ortak bir nokta vardır: ana karakter tartışmadaki insanların düşünmeden, ezberlenmiş sözlerle konuştuğunu savunur. Sabahattin Ali’nin sofrasında oturan İsmet Şerif, Peyami Safa’ya benzetilerek oluşturulmuş bir karakterdir. İsmet Şerif, Balkan Savaşı’na katılmış, bu savaş sırasında yaralanmıştır ve boynu bir yöne eğik durmaktadır. Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu kitabında ilham aldığı kemik veremi hastalığı sebebiyle kolu uzun yıllar boyunca sürekli alçıya alınmış ve boynuna asılmıştır, bu sebeple Peyami Safa’nın da çoğu zaman başı yarasından dolayı bir yöne eğik durmaktadır. Bu yarası ile ilgili, geniş çevrelerce bilinmeyen bir kitap yazmış bir gazetecidir İsmet Şerif. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Sabahattin Ali’ nin romanında İsmet Şerif karakterinin yazdığı Yara romanı olarak görülür. Peyami Safa’nın anlatıcısının yaşadığı kemik veremine ilişkin bilgilerin ve hastane sahnelerinin, hasta psikolojisinin kitapta ustalıkla işlendiğini düşünüyorum. Özellikle hekimlerin hasta psikolojisine değer vermeyişi, onun Fransızca bileceğini düşünmeyerek yanında durumun vahametini rahatlıkla tartışmaları, ve anlatıcının bütün olumsuz tepkilere ve hayatını kurtarmak için bacağını feda etmesinin istenmesine karşın bacağını koruma çabası... Tıp fakültesinde okuduğum için hasta psikolojisinin ve doktorların hasta psikolojisini umursamaz tavırlarının anlatımı beni çok etkiledi. Anlatıcı bacağının senelerce sakat kalmasından ve bacağını kurtarmak için bunca uğraşından sonra bacağını kaybetmeye dayanamayacağını, bacağını bir obüsün tek seferde koparmasını yeğleyeceğini söyler. Bacağının olmaması halinde büyük bir eksiklik hissedeceğini belirtir. Keşke insanlar kendileri gibi düşünmeyen kişilerin kafasının kopmasının hayalini kurarken de hasta bacaklarına duydukları hassasiyeti duyabilseler. Keşke farklı düşüncelere sahip insanların yok olmasının toplumda büyük bir eksiklik oluşturacağını görseler. Ancak korumak istediğiniz bir organizmadan gangren olmuş bir organı nasıl keserseniz, bazı insanlar toplumlarının devamına karşı bir tehdit unsuru olarak gördükleri gangrenli düşünceleri kesip atmak isteyebiliyor. ‘Eğer bir insanın sizinle aynı fikri paylaşmadığını fark ederseniz, aldırmayın, bırakınız bu gezegende yaşamaya devam etsin. Unutmayın, yüz milyar galaksiyi gezip de tek bir insan bile bulamayabiliriz.’ edebiyat.k12.org.tr/kitaplar/Dokuzu...
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
Dokuzuncu Hariciye KoğuşuPeyami Safa · Ötüken Neşriyat · 2022101,6bin okunma
·
39 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.