Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

592 syf.
5/10 puan verdi
·
7 günde okudu
Azra Kohen - Gör Beni
Bugün Azra Kohen’in kitabıyla devam edeceğiz. Gerçekten iyi ki varsın Azra diyebileceğim bir kitap. Ve bugün ilk defa satır arasında siz dinleyici olarak dinleyeceksiniz ama ben biraz Azra’ya karşı konuşmaya çalışacağım. Ben gerçekten hayatımda iyi ki varsın Azra, ben böyle eğlence görmedim dediğim bir kitapla karşı karşıyayız. Hoş tabi benim için yeni bir kitap bu. 290 bininci baskısı elimde. Fe, Çi ve Pi üçlemesiyle meşhur olmuş Azra Kohen efendim. Bildiğiniz üzere Netflix’te de sonradan dizi filmi çekilmiş. İçeriği beğenmediğim için, yönetmenini, senaryosunu vesairesini dava açmış. İşin enteresan tarafı İstanbul Üniversitesi Radyo Televizyonculuk Bölümü’nü bitiriyor Azra ama sonrasında bir davranış bilimleri eğitimi alıyor. Bu tarafı anlıyoruz. Sonra geri dönüp romana başlıyor ama romanlarındaki bir tarafından Da Vinci’yi tutma çabası, bir tarafından Aziz Nesin güldürüsü, bir tarafından aman tarih bilgisi vereyim derken gerçekten Türk roman tarihinde böyle eşine az rastlanır bir serüven süreci okuyacağız. İki devrin hikayesini okuyorsunuz. Ben aslında hikayenin çok fazla içine girme niyetinde değilim açıkçası. Çünkü hikayelerin arasında anlatılan şeyi anlatmak bile müthiş bir zevk verecek hepimize bugün. Ve ne okuduk da bu kadar muhteşem bir noktaya ulaştık oraya bakacağız efendim. İki tane ayrı hikaye olduğuna bakmayın. Sonuçta birbiriyle kesişen iki tane hikaye aslında. Sonunda hikayeler birbiriyle kesişiyor, yakın bir dönemde yaşandığı izlenimi verilmeye çabalanıyor bir taraftan, bir taraftan cumhuriyet tarihi, cumhuriyet kadını, şeriat kafasında Osmanlı kafasında olan bir başka anlayış. Bunların arasını da bozduğu iddia edilen İngilizler arasında geçen olayı tam çözümlüyoruz dediğinizde, sizi yeni bir mecraya ve yeni bir kucaklara gayret eden, içinde hayatımızda bugüne kadar Müslümanlara söylenmiş, söylenebilecek her şeyi bir araya getiren ve içinde en az %20, 25 civarında da kusura bakmayın ama pornografik yapının zirvelerine oynayabilecek ifadelere de yer veren Azra Hanım hakikaten eğlencelik bir kitap önümüze serdi. Ama yorum yapan arkadaşlara şimdiden teşekkür edeceğim çünkü bu ve buna benzer kitaplar kafayı biraz açıyor, ne haldeyiz onu gösteriyor ve hala 1940’lar, 50’lerin kafasındaki insanların devamını izliyoruz bir taraftan. Bir taraftan da Azra’nın çok dolu bir insan olduğunu anlıyoruz. Yani aşağı yukarı bilmediği hiçbir konu yok. Ama bildiği konuları tam tutturacakken hep ucundan bir kaçamak var. Başlayalım hadi. “Görmek istemiyordu hiç kimseyi. Padişahlara sırtlarını dönen, kulluklarını saltanata ait olduklarını unutan, geleneklerini yok sayan hainlerle dolmuştu vatan.” Bu hainlerden kastettiği Mustafa Kemal’le beraber hareket ettiğini iddia eden, özellikle Kuvayi Milliyecilere Selim’i, Selim diye bir karakter var. Karakterlerin isimlerine ayrı bir yerde geleceğiz bu arada. Onlara hain gözüyle bakıyor yani hesapta Azra bize kendi gözünden değil de Selim’in gözünden bir hikaye anlatacak, sanki kendisini saklayabilmişçesine. “Cumhuriyet saçmalığını sokmuştu herkesin aklına. Sözde eşitlik getirmişti. Herkes nasıl eşit olsundu ki?” diyerek, güzel bir cümle, “arka mahalleden çıkacak bir çapulcu o adamın yasalarıyla sanki diğerleriyle eşitlenip sanki ülkeye başkan olabilirdi. Buna kim izin verirdi? Mustafa Kemal’den başka bu çapulcuları kim adam yerine koyardı ki? Çılgınlıktı bu!” diyerek buradan hemen sayfa 18’den Gezicilere söylenen çapulcu kelimesiyle böyle ince ama kalın ayarda bir ilişki kurmaya gayret etmiş Azra. “Hilafet sayesinde Arapların üzerindeki gücümüzü sürdürebileceğimizi, İslam Dünyası’nı ancak bizim birleştirebileceğimizi nasıl anlatacaktık bu cahillere?” diyor. Cehaletle din hemen dakika bir gol bir birleşti. Güzel. Karşımızda kızlar da var. Of ne kızlar var hem de. Böyle roman boyunca aklınızı başınızdan alacak tipolojiler var. “Kızın büyük bir cüretle özgür bıraktığı saçları” çünkü saçları özgür bırakmak, özgürlüğün ana maddesi. “Aklı izlediği şeyin günah olduğunu bağırırken kızın bu hali sanki mucizeydi diye fısıldıyordu kalbi. Bir kadının da insan olduğunu belki ilk defa o an fark ettiğini yıllar sonra kendi de kabul edecekti.” Yani Selim Müslüman tipoloji için çizilmeye çalışılıyor ama ne zaman bir kız görse orada hayatı ve dini bir kenara bırakıyor ve mutlaka kıza yapışıyor. Ama lümpen tayfa bunlardan hiç habersiz, çok ahlaklı yaşıyor. “Vatan delirmişti.” diyor Selim tayfası. O tayfanın kafası. “Bu kız bu deliliğin yegane örneğiydi ve biri bu deliliği durdurmalıydı. Biri kendisiydi.” diyor. Şimdi hikayenin bir başka tarafı var. İlmiye’yle Ali hikayesi. Bunların da muhteşem bir öğretmenleri var, Fred diye. Öğretmenleri Fred. Ve Fred bunlara bir din anlatıyor akıllara ziyan bir din. Neyi anlatıyor biliyor musunuz? Başından sonuna Sümer tabletlerini. Bu kitapta en az 35 yerde Sümer tabletlerinin en ince ayrıntısına kadar öğrenebilirsiniz. Ve bütün tabletlerdeki ortak anlayışı bugün gençlerimize aynen öğrettikleri gibi o meşhur Sümerolog ablamızdan bir süzmece alınmış şekliyle, bir özet hükmünde kardeşler, arkadaşlar İslam Dini ve diğer bütün dinler hepsi Sümer tabletlerinden fotokopidir. Hangisi, kimine göre eşitlemesi almıştır yani tabiri caizse Sümer tabletleri bölgede basılmış, bazıları Kudüs’e bazıları Mekke’ye, Medine’ye artık Allah nereye denk getirdiyse dağıtmışlar. Sonra Peygamberler bunlardan birkaç tanesini buluvermiş. Define avcısı çünkü Peygamberler haşa. İşte bulunca da onlardan almışlar. Ahanda demişler kapanmak Sümer tabletinde de var. Bizde de var, aynı şey. Fred de böyle bir hikaye. “Küçücük bedeni nasıl da gergindi, savaşa doğmuş, daha 11 yaşında bir çocuğun acaba gerginliği ne zaman geçerdi?” derken çocuklara yaşatılan o cumhuriyetçi kafayı bize cumhuriyetçileri isyankar olarak gösteriyor kitabın başı. Ve öğretmenimiz devreye giriyor. Ve Azra Hanım bir anda bir ilahiyatçı olarak artık karşımızda çünkü Azra Hanım’ın bu kitapta 32 tane meslekte erbab olarak dinleyeceksiniz, göreceksiniz. Hani şey var Azra’da, ne varsa dökeydim diye bir dert oluşmuş. Ya sevgili Azra biraz daha sabretseydin hani iki kitap, üç kitap, biraz ayrıştıraydın. Daha zevkli olurdu. Bir doktor, bir tarihçi, bir ilahiyatçı bence biraz karmaşa oluyor. Hoş, YouTube’daki videolarını da izlerken aynı paradoksa giriyoruz. Gerçekten senin mesleğini öğrenmek için hakikaten hafta boyu bir çaba sarf ettim yani. “Kısacası İsa kendini, Yahudi dininin içinde Mesih ilan etmişti ve içine doğduğu Yahudi tarikat İsa’nın Mesihliğine tamamen inanırken tapınak hahamlarının deformasyonuna uyan diğer Yahudilerin çoğu İsa’yı peygamber olarak kabul etmedi, çünkü o coğrafyada o zamanlar mesih olduğunu söyleyen o kadar çok insan vardı ki, birilerinin çıkıp Allah’tan haber ve öğretiler getirdiğini söylemesi sıradan olmuştu.” Ve kitabın neredeyse pek çok yerinde Hz. İsa bir Yahudi’ydi diye Azra sürekli bunu veriyor. Ha, Azra kim derseniz, Azra aslında bir Türk. İzmirli bir kızcağız. Ama sonra dünyaca meşhur Yahudi Kohen ailesine gelin gidiyor. Ne hikmetse ondan sonra bir önü açılıyor, işler bir açılıyor. Kitapta her dine giydirme var. Ama İsrail ve Yahudilik hakkında hiçbir şey olmadığı gibi bütün Peygamberlerin Yahudi olduğunu Azra ilk defa öğreniyor. Ve bu ilk defa öğrenmenin heyecanıyla Beni İsrail’i unutarak ver Allah ver, veryansın devam ediyor. “Mesih Allah Sallallahu Aleyhi Vesellem’den öğretiler getiren kişi değil mi?” diyor. “Bugünlerde o şekilde kullanılıyor ama hayır mesih kelimesi İbranice’de masyah kelimesinden türemiştir. Masyah, mesh etmek yani yağlamak, yağ ile işaretlemek anlamına gelir.” diyerek bize de müthiş öğretiler sunuyor. Ve sürekli olayda şaşıran bir Ali var. İsimler konusuna geleceğim. Orası apayrı bir zevk ama hep şaşıran “A gerçekten Hz. İsa Yahudi miymiş aman Allah’ım.” diyen böyle bir Ali’den bahsediyoruz. Yani ilimde zirve olarak bütün İslam Dünyası’nın kabul ettiği, Allah Resulü’nün de “Ben ilmin şehriyim, kapısı Hz. Ali’dir.” buyurduğu hadisini tam tersini bize öğretircesine önüne gelen neredeyse çiçek görse a çiçek diyecek bir Ali’yle karşı karşıyayız. Ve “Küçük Ali dayanamamıştı,” ve soruyor “İsa’ya inananlar Roma valisine karşı İsa’yı neden korumadılar? Neden çarmıha gerilmesine seyirci kaldılar derken sesinde hayret ve bir sürü farklı duygunun tonu vardı. Fred, rakamları düşün Ali dedi. O günlerde yüz kişi bir araya gelince devlet kuruyordu.” Gerçekten o yüz kişiyi merak ediyorum. Devamını okumak çok zor. Sonra tekrar aynı hikayeye dönüyoruz. Merak etmeyin bu aforizmayı 300. sayfaya kadar yaşıyorsunuz. Belki Azra için bu edebi manada yeni bir bakış açısı aman Allah’ım bu ne dedirttirecek bir şey olsa da okuyucu açısından dur ulan şimdi neyi okuyacaktın dediğinizde hep kafanız böyle bir gitgellere bulaşıyor. Ne zaman ki Azra ilahiyatçı mı oldu yoksa sevişmeye mi geçti, o alanda hangi hikayede olduğunuzu oturtturabiliyorsunuz. “İngilizlerin Afganistan’da yetiştirdiği özel kenevirle harmanlanmış orta boy nargilesi hemen geliverdi.” Çünkü Azra’ya göre Osmanlılar bol bol kafaları güzel insanlarmış. “Fred”, vazgeçemediğimiz Fred, “gülümsedi, başını hafifçe sallarken, dünyada var olan üç büyük dinin kitaplarının hiçbirini o dinleri dünyaya getiren peygamberler yazmamıştır.” dedi. “Zaten kağıt kalemin olmadığı, yazının ancak derilere kazındığı ve yaygın olmadığı, okumanın sadece belirli bir kesim tarafından bilindiği dönemler bunlar.” demiş Azra’ya. Biraz tarih okumasında fayda var. ve Azra’nın hani kimi zaman biz hadislerle ilgili beyanatlar sunarken, Allah Resulü’nün Kuran’ı Azimuşşan’ı hem yazdırdığı hem topladığı, Hz. Ebubekir Efendimiz’in böyle devretmeden vefat etmediğini delilleriyle sunmuştuk. Hadi o delilleri geçtim ama yazının çok da önemsiz bir şey olduğunu Hz. İsa dönemi için de söylüyor olman, tarihteki muhteşem bakış açına bir alkış daha. “Roma askerleri her türlü büyük suçu çarmıha gererek cezalandırırlardı. Yani eğer ki İsa çarmıha gerildiyse sadece İsa değildi çarmıha gerilen. İsa çarmıha gerilen binlerce insandan sadece biriydi. Sonrasında İsa’nın öğretilerini takip eden o dönemin Yahudilerine Christian yani Christ’tan gelen denmeye başlandı. Christian kelimesinin Türkçesi Hristiyan’dır. Peki bu kelimenin kökü olan Christ’in anlamını biliyor musunuz?” dedi. Devam. “Erkeğin zihnine ancak bir kadın bedeni geçmişten ya da gelecekten koparıp ‘ana’ odaklayabilirdi.” derken bir erkeğin zihnini bizi şimdi Müslüman bir kafayla tanıştıracak Azra. Kafası hiç etek altından yukarıya çalışmazmış Müslümanları öyle anlatıyor. Bakın burada da bizi şöyle anlatmış: “İslam her şeyi öğrenmek için çabada olmayı gerektirir. Senden önce kim ne yapmış, neden yapmış hepsini öğreneceksin. Orhan, çalışkan olacaksın ve ondan sonra Müslümanım diyeceksin. Çabada olduğunu göstereceksin. Fred beynini yıkamak için anlatmıyor sana Yahudiliği, Hristiyanlığı. Anlatıyor çünkü her şeyin nasıl başladığını, insanların İslam’dan önce nasıl yaşadığını anlaman gerekiyor.” diyor ve burada bir derviş karakteri var dillere destan. Derviş normalde Müslüman, sonunda Fred sayesinde deist oluyor çünkü diyor Azra zaten dervişlik her şeyi sevmektir. “Sir Thomas” başka hikayeye geçiyoruz ama ne olur bunlara hiç takılmayın çünkü ara cümleler zaten Azra’nın böyle aman bunu da biliyorum deryasıyla devam ediyor ve Müslümanları alelade saydırmaya devam ediyor buralarda. “Sir Thomas’ın varlığı resmen Allah’tan hediyeydi. Dualarına cevap gibiydi. Suudilere yardım ettikleri gibi Osmanlı’nın direnişini de organize edeceklerdi. O adam kesin gidecekti.” Şimdi Azra çok tuhaf bir paradigma izliyor. Kafa gitgelli çünkü romanın bir kısmını deniz kenarında bir kısmını hapishanede yazmış gibi. Bir kısmını da İngilizlerin, Suudileri nasıl satın aldıklarını anlatırken burasına katılıyoruz, bir tarafında İngilizlerin Osmanlıyı’da nasıl satın aldıklarını anlatıp İngilizlerin Kuvayi Milliye’yi bitirmek için Türkiye coğrafyasında yaşayan Müslümanları kullandığını Azra anlatıyor bize bütün kitap boyunca. Ve kitap boyunca bir tane karakterimiz var Ülkü diye bir hanım. O tabii ki adı üzerinde modernist bir ablamız. O ülkeyi kurtarılışında çalışacak. “Susacaktı İlmiye.” İlmiye de Ali’nin ablası, en az Ali kadar yarım akıllı. Ama adı İlmiye. “Cevap vermeden söğüdün altından uzaklaşıp bu karşılaşmadan kaçacaktı. Daha önce bu topraklardan doğmuş binlerce kadın gibi kaçacaktı, korunacaktı ama Orhan zorladı. Müslüman değil misin sen he, neye hazırsın? Daha fazla açılıp saçılmaya mı? Pantolon giymeye mi?” Yani bir insan Orhan’la Osmanlı’yı anlatmaya çalışıyor. Pantolon giydirmediği için saçlarının açılmasına izin vermediği için kadının haklarını çiğnemiştir. Zaten kadınlık dediğin saçını başını açınca anlaşılır. Yoksa adam saçını açmasa ben nereden anlayım kadın mı değil mi? Anlayamaz insan şaşırır yani. “Düşündüklerini söylemeye alışık olmayınca düşünmeyi de unutuyor insan dedi ve dönüp yine adımlamaya devam etti. Silkelendi Selim. Selim uzun adımlarla yakaladı Fehmi’yi ve birkaç adım sessizce yürüdüler.” Neden zorlanıyor okumada? Bir örnek vermek için size, Azra’nın kafası o kadar karışık ki yürürken anlattığı duyguları bir insanın hayatı boyunca yaşamış olma ihtimali yok. Yürürken silkeleniyor. Bir anda ne olduğunu şaşırıyor. Sonra birbirine bakıyor ve bunları yürürken yapıp sonra tam cümleye girerken duruyor. Kitabı kalınlaştırmak için başka metotlar da denemiş. Birazdan geleceğim. “Bilgi peygamberler aracılığıyla indirildi ama daima peygamberlerin ölümlerinden çok sonra başka biri tarafından yazıya geçirildi.” Yani şu anda okuduğunuz hadisler var ya bak, mealci abiler bence plaket verip beraber çıkmalılar. İyi bir ilahiyatçı olur yanınızda. Başka bir tarafında yazınca öyle Kütübi Sitte’ymiş, hadislermiş, bak bunlar çok sonra. Aliye öğretiyor bir de bunu. Ali de her seferinde şaşırıyor ve gidip şunu diyor “Baba, anne biliyor musun, hadisler bu dönemde yazılmamış.” Bu çocuk kafasında veriyor Azra. Ben o 290 bin adamı merak ediyorum. “İnsanlar tanrılara çocuklara bakireleri kabul etmeyi İbrahim’le bırakmış.” Bak o güne kadar Hz. İbrahim Efendimiz’e kadar tanrı, bizim için Allahu Zülcelal, Hz. İbrahim’e kadar insan kesiliyormuş. Onun yerine koç, kuzu kesmeye başlamışlar. Yani inanın bana hayatımda gençlik serüvenimde “Kurban Bayramı bu sene de hac mevsimine denk geldi.” haberinden sonra bunların bir derlemesini bir daha denk gelebileceğimi bana söyleselerdi inanmazdım. Bugün karşı karşıyayım. Yetmedi Bestseller, yetmedi mümkünse yakında Netflix’te seyredeceğiz. “Ama sizler şanslısınız.” Ben bu kitabı okuyanlardan biri olarak ben de çok şanslıyım, çok eğlendim çünkü. “Cumhuriyetle birlikte bu genellemenin aldatmacalarına çare arayan insanlık tarihine hakikatini bulmak için çabalayan bir anlayışla hazırlanmaya çalışılıyor tarih kitaplarımız. Beyefendiler, hanımefendiler bu cumhuriyetin, bu Kuvayi Milliye hareketi kurduysa bu Kuvayi Milliye’de savaşan insanların hemen hepsi namazlı, niyazlı, şehadete inanmış bizim atalarımız bizim dedelerimizdi. Cumhuriyetin bugünkü varlığı ne Türk’e ne Kürde ne Arap’a değil, Müslümanların çabasına, onların inancına hepimizin dedelerinin mücadelesine bağlıyken hala bu fitne tohumunu ekmek için bir Azra’ya daha ihtiyaç var mı? Varmış demek ki. Devam. Fred öyle şeyler anlatıyor ki Dan Brown’a taş çıkartır. “Hristiyanlık, İsa öldükten 325 yıl sonra Roma İmparatoru ve pagan olan Konstantin tarafından din olarak kabul edildiğinde Yahudiliğin bir kolu olmaktan çıkmış, tek başına bir din olarak resmiyet kazanmıştır.” Gerçekten Kohen ailesini memnun etmişsin bu cümleyle ama hiçbir zaman Hristiyanlığın Yahudiliğin bir kolu olmadığı bütün din tarihçileri de biliyor. Yani şu kitabı bir lise talebesine verdikten sonra, o da bu içindekilerle aman Allah’ım demek buymuş diye o küçük Ali kadar daha da küçük bir beyinle kabul ederse bunları varın ondan sonra siz ona hakikati anlatmaya çalışın. “Musa Peygamber öldükten 1383 yıl sonra Tevrat’ın yazılmaya başlamış olması” bence Kohenler buna kızabilir çünkü onlara göre 5000 yıldan beri var. “Yaklaşık 80 bin kelimesinin belirli bir sıra ile akılda tutulmaya çalışılması…”dan bahsetmiş İngiliz yazardan aktarırken belki de bazı şeyleri gözden kaçırmış Azra. Sonuçta kitap kalın. “Derviş devam etti.” Bu muhteşem bir karakter. Sonunda deist olacak. “Önce insan olacaksın. Sonra Müslüman ya da Hristiyan ya da Yahudi.” Kafasına Fred sayesinde geliyor. Fred, dervişi aydınlatıyor. “Allah’ın ve Hz. Muhammed’in adının altına pala koymak hangi Müslüman’ın aklına gelirdi?” Sevgili Azra zaten bunlar Müslüman olarak adlandırılmıyor Ehli Sünnet anlayışına göre. Lütfen ya bilmiyorsan öğren ama bu kadar zekanın içerisinde böyle büyük hatalar yapma bence. “Fehmi sanki gözyaşlarını yutkundu ve sonra, yok abi ben dün Sivas’taydım ve oradaki çocukların açlığını görsen hayatının sonuna kadar açım diyemezsin. Bu sofraya bakamazsın. Küfür gibi gelir sana dedi sesinin titrekliği testere etkisindeydi. Saçmalama Fehmi, dünyada kaç tane aç çocuk var biliyor musun! Ne yapsaydı Bahriye Hanım, yemek mi yapmasaydı? Tam tersi etrafına bak, o çocuklara yararı olacak insanları buraya toplayıp çare aramak gerek. O sofra bu onurlu davranışa hizmet ediyor.” derken Azra bir muhteşemlik daha yapıyor. Kitabın yarısından sonra geçtikten sonra bugünün hükümetini bir Hidiv Kasrı’na sokuyor. Hakikaten Emine Hanım filan var içerde çünkü. Anlamışsınızdır kimden bahsettiğini. Çapulculardan da orada geldi. Ve biz birazdan Hidiv Kasrı’nın içinde Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa’nın yaveri, Lorens, bugünkü hükümet, hükümetin hanımı Emine Hanım cümbür cemaat kim varsa göreceğiz. Hepsi beraber. “Şerefyap oldum ey meclis.” İşte o meclisten bahsediyoruz. “Velakin dünkü mülemma için de özür dilerim.” diyerek Osmanlıca bildiğini de anlatıyor bize sevgili Azra. “Size Sir Thomas Edward Lawrence’ı takdim etmek isterim.” Lawrence’ı takdir ediyor ve İstanbul’da ama bunu şöyle anlayın, yeni bir kurgu matematiği deniyor Azra. Keşke denemekle kalsaydı. “Yanındaki sarışın adam sıcacık bir gülümseme ile ayağa kalıp, teşekkür ederim Mösyö Picot dedi ve” bu da Science Picot bu arada. Ortadoğu’nun o sınırlarını çizen adam. O da aynı kasırda. Yok yok içerde. “Neredeyse tek tek herkesin gözünün içine bakıp, Selamün Aleyküm diyerek selamladı.” Evet biz İngilizlerin doğru ama bir İngiliz’in Selamün Aleyküm diye bir ortama girdiği de ancak bu kitapta denk geldi. “Arapların gündelik hayatından kesitler devam ederken Suudi Arabistan’ın yeni bayrağının gökte dalgalanmasını izlediler.” O Suudi Arabistan bayrağı değil. O üzerinde Tevhid yazan bir kumaş efendim. Orada bir Tevhid yazıyor. O bir bayrak değil, farklı bir şey. Altında geçen o sadece kılıç kısmı bize ait değil. “Ama aslında gayet normaldi çünkü İngilizlerin kurduğu bir ülkeydi Suudi Arabistan. Suudiler çölde çadırlarda dağınık kabileler halinde yaşadıkları 1905’ten beri öyle sıkı fıkıydılar ki İngilizlerle, İslam anlayışları Vahabilik adı altında İngilizlerin öncülüğünde gelişmişti. Bayraklarındaki o palanın yeri sanki kurulma amaçlarının simgesiydi. Çok uzun zamandır Hristiyanların hükmettiği deforme bu anlayışla yaşıyorlardı dinlerini.” Hala anlamış değiliz. İngilizler bir orada bir burada ve bir anda Suudiler Hristiyanlar toplumuna bağlı bir uç beyi haline dönüverdi. Efendim buralarda tarihi anektotlar, böyle tarihi pek çok haritalar görebilirsiniz. Tahtaya fotoğraf yapıştırıyor Fred ve aklımıza ne yapıştırmak istiyor ona bakıyoruz. “Tarih hepimizindi. Her birimize ait bu geçmiş bir taraftar propagandasına çevrilip yalanlarla doldurulmadan önce dersler öğreneceğimiz en yüce kaynaktı ama şimdi güç simsarlarının elinde bir yönetim kalkanı haline gelmişti.” “Evet arkadaşlar! Bu tabletlerin neler anlattığını konuşacağız.” diyor ve şimdi geliyor. “Fred gülümsedi. Orhancığım Kuran’ı Kerim, İciller hatta Tevrat bile yazılmadan binlerce yıl öncesinden bahsediyoruz. Daha Peygamberlerin hiçbirinin doğmadığı bir dönemdir bu. Nereden geldiğini unutmuş insanlığın nereden geldiğini sunan en eski deliller bunlar, bilinen tüm dinlerden önceler.” Neymiş? Sümer tabletleri. O güne kadar Peygamber gelmemiş. Sevgili Azra bize de ilk peygamber kimdir onu da bir söyleyiverirsen bu tabletten sonraki ilk Peygamberi biz de bir anlayalım artık. Ondan önce niye başlamamış, niye yokmuş bir de onun cevabını vereydin iyiydi. “Profesör, bu resimde tasvirlendiği gibi şuradaki küçük gezegen 1930 yılında daha yeni keşfedildi, derken elindeki çubukla tahtadaki güneş sistemini gösterdi. Adını Pluto koydular.” dedi. Evet Sümerliler bunu başardılar ama o Sümerlilerin de Müslüman olmasından kaynaklanıyordu diyeceğim, Azra’nın kofra kaldırmayacak, devam edeceğim. “Gözleri, Ali’nin sorgulayıcı gözlerinde aceleyle gezinirken ağzını açtı ama ne diyecekti ona? Bu çocukla aynı apartmanda oturduklarını, çocuğun kabalığını, arka avluda Mustafa Kemal ve Efelerle ilgili atıp tutmasını, diğer çocuklarla birlikte yaptığı dedikoduları, şapka satanlara sataşmasını, Cumhuriyetle geçtiği” Allah rızası için devamını getirmek hakikaten zor. Şunun için zor, bizim ülkemizde çocukluk yaşadık biz. Bize kendi ülkemizi anlatma Azra. Biz ülkemizde hiçbir zaman ne Mustafa Kemal’i sevenlerle ne sevmeyenlerle, hiçbir zaman apartmanımızda yaşadığımız kardeşlerimizle, arkadaşlarımızla, aynı seccadeye baş koyarken neye inandıklarını sormuş bir millet değiliz. Bunun sorulmasını isteyen Müslümanların dışlanmasını isteyen, sakal bıraktığı, başörtü taktığı için üniversiteye girmemesini isteyen sizsiniz. Ama biz tarih boyunca ben böyle yaşamak istemiyorum diyen adama sen böyle yaşayacaksın demedik. Bize bir şeyin tersine evirip çevirip pullayıp yapmayın. Yapıyorsunuz ama bari mantıklı yapın. Öyle mantıklı yapın ki okurken biz de “Ya hakikaten ya, arada biz de yapmışızdır böyle hatalar. Kendimizi toparlamamız lazım filan diyelim.” Entelektüel bir çerçeveniz olduğunda karşınızdakinde bir etki bırakabilelim. Yani kusacağınız şeyleri biraz böyle midede öğüttükten sonra verirseniz en azından parçalar birbirine daha taraflı oturur. Komediler devam ediyor. Ama şimdi bak bu komedilerin üstüne arada bir ara veriyor. Sayfa 111 ve Azra’nın vakti geldi. Ne demek istediğimi çok fazla detaylandıramayacağım çünkü birkaç kelimeyle anlayacaksınız. “O bir tutam saçı tutup parmaklarının ucuyla hissetti, kulağının arkasına koydu ama elini çekmedi. Parmaklarının ucuyla yavaşça ürkütmeden” diyorum, ürkütmeden devam edemiyorum. Artı 18. Sayfalar boyunca bir pornografik hikaye dinlemeye başlıyoruz. Niye? Seyirci sıkılmasın. Tam dizi film tadında. “Çırılçıplaktı Selim.” Selim bu arada Müslüman, arada çıplak. “Cumhuriyet’in saldığı köklerin hanedanlığını, hilafetin nasıl ezip önemsizleştirdiğini, balolara dönüşen kutlamaların nasıl da nispetvari bir şölenle Osmanlı’nın mirasını küllendirdiğini düşünürken çırılçıplaktı.” Teşekkürler Azra. Kitap boyunca Azra’nın ayakkabılar ve ayakların nasıl bir ilişkisi olduğunu henüz çözmüş değiliz ama her yerinde geçen unsur bu sefer terliğe dönüyor. “Bilmiyordu Selim, hayatında hiç arasına terlik konulmuş bir kapı görmemişti. Terliğin de başka bir amaçla kullanılabileceğini düşünmemişti. Sarayda, köşklerde olmuyordu böyle şeyler. Terlik bile bilmezdi. Şaka değildi, sarayda, köşkte terlik giyilmezdi. Köylü adetiydi terliklerle ilgili her şey ve hamamda giydiği takunya dışında hiçbir ahbaplığı olmamıştı terlikle.” diyerek takunya kelimesine mutlak vurgu yapma mecburiyetiyle yeniden önümüzde Azra. Efendim “Selim, Ülkü’nün incecik, nadide parmaklarını eline almak için uzandı, heyecandan donan ifadesini belli etmese de bedenindeki kan coşmuş, yanaklarına koşmuş sonra birkaç saniye sonra eğilip” filan falan devam ediyor. Peki bu saraylı dediğiniz bu Cumhuriyet kadını bir anda niye Selim’in peşine koştu? Birazdan göreceksiniz çünkü bu sonu gelmeyen bir serüvene taşıyacak bizi. Cumhuriyet kadını olarak tanıdığımız Ülkü tuhaf bir şey yapıyor. “Elini bile öpmesine izin vermemişti, peçesizdi belki ama hiç de edepsiz değildi, hatta kalbi zırhlıydı sanki. Aşk geçirmezdi diye düşündüğü anda iştahı kabardı, kadın kendini sakladığı kadar kadındı. Kadınlık kutsaldı. Ülkü’nün saçları açıktı ama kalbi kalkanlıydı. Ülkü’yü kasıklarında hissetti, merakı arzuya dönüştü.” Ya kusura bakmayın. Bunlar yazıyor burada ve bu yazan şekilde bizim çocuklarımız patır patır okuyorlar. Ve bir Cumhuriyet kadını dediği kadın ne hale geliyor? sonrasında zirveye oynayıp bir adam da öldürecek. Sıkı durun. Çünkü bu kitapta yok yok. “Hristiyanların ve Yahudilerin dini der ki” geri döndük, kafanızı toplayın, şaşırmayın. Aynı videodayız. “Nuh Peygamber’in torununun oğlu olan Nimrod, Nuh Tufanı’ndan sonra insanları bir araya toplamış ilk kişidir.” İnsanlarla aynı gemiden inmiş olmasın o? “Yani Nuh’tan üç nesil sonra insanlar ilk defa devlet olmuşlar.” Sormak gerekiyor maymundan olanlar mı normal olanlar mı? “Fred sakince açıklıyor. Güzel soru Ali.” Çünkü bildiğiniz üzere Ali bilgisiz ona göre. “Şöyle toparlayalım diyor, tufandan sonra gökten krallık Cush’a indi diye yazmışlar. Sümerler tıpkı İncil ve Tevra’ta yazdığı gibi Cush Sümerce’de Kish’dir. Cush’un yaşadığı bölgeden olanlara Cushite denir. Ali haklısın ki tufanın olduğunu ve tufan sonrası insanların Cush adlı biri tarafından bir araya getirildiğini sadece Yahudi ve Hristiyan din kitaplarında değil, bu kitaplardan binlerce yıl sonra yazıldığı kesinleşmiş Sümer tabletlerinde de okuyoruz.” Bitmeyen Sümerler serüveni. Kitap boyunca devam ediyor. Çünkü Azra tarihte hala Sümerlerde. Yakın tarihe yaklaştıkça yeni romanlarında diğer unsurları okuyacağız inşallah. Efendim sekiz tekrarlı romanımızda birkaç sayfa atladık. Ama devam ediyoruz. Sümerler bizden daha gelişmiş olabilirler. Yani insanı şu Sümerlilerden bir torununu bulup eli öpesi geliyor. Devam. Fotoğrafları da koymaktan çekinmiyor ama keşke kalitelisini deneseydin Azra. “Ali parmağı havada sabırsızca açıkladı. Allah’a ulaşmak için gökyüzüne kadar uzanan kule, Babillerin yaptığı kule değil mi bu? Ülkü ablam anlatmıştı.” Çünkü Ülkü abla Cumhuriyet kadını. Anlattı, öğretti dedi ki, “Tanrıya ulaşmak için kat kat yapılan Babil Kulesi detaylı olarak anlatılır, aynı şekilde İncillerde de anlatılır.” Ama sen sağda solda Kuran’ı Kerim’den örnekler veriyorsun ya. E buraya da verseydin bir iki tane. Bu kadar içeriksiz ve kimliksiz olmaya ne gerek var? Döndük. Efendim Nimrod, vazgeçemediğimiz bir isim. 152. sayfada devam ediyoruz. “Bir sürü kral gökyüzüne ulaşmak için zigguratlar yapmış, onun başaramadığını kendileri başarmak istemişler. Orhan, onun başaramadığını söylüyorsunuz, Nemrud kuleyi yaptı mı yapamadı mı diye sorarken zil çaldı.” Buraya kadar Nemrut’u anlatan Azra, bir defa da Hz. İbrahim’den bahsetmeyerek tarihe kendi adını yazdırdı. “Tevrat’ın ilk kitabı Yaratılış’ın 11. bölümünde der ki, şimdi bütün dünyanın tek bir dili ve ortak bir konuşması vardı.” “Rab dedi ki, eğer aynı dili konuşabilen insanlar bunu yapabilmeye başladılarsa o zaman bu insanların yapmayı planladıkları hiçbir şey imkansız olmayacaktır.” “Babil Tanrı’nın kapısı demek diye” açıklama yapıyor Azra. Gerçekten bu kapının da Yahudiler tarafından açıldığını bize bir kez daha öğretmeye çalışıyor. E ne yapsın gelincik? Bir şey yapması lazım. “Tanrıların insanlara kızıp dünyayı nasıl sele boğduğunu anlatmış Sümerler.” Yani Nuh Tufanı bir tanrı kızmasıylaymış. E bunu okuyan genç buna inanır mı? Hayır. O zaman neye geliyoruz? Bütün dinler mistik bir hayaldir. Azra bize bunu anlatıyor. Sağ olsun, keşke mantığıyla olsaydı. Efendim “Fred kalkıp çantasından bir defter çıkarıyor. Ben de özeti var diyor.” Şimdi kitapta muhteşemliklerle karşılaşmaya başlayacağız çünkü Azra kitabı kalınlaştırmak adına bütün bildiği bilmediği destanları kopyalayıp yapıştırıyor. İstesen de istemesen de bu destanları bir okutayım sana diyor. “Fred kalkıp çantasındna bir defter çıkarıyor.” Muhteşem Fred. “Ben de özeti var, dinlemek ister misin?” deyip tüm sınıf hazır, hep beraber dinlemeye başlıyor. Yani romancılıkta yeni bir nokta. Roman yazıyorsunuz, romanın içinde karakterlerden biri öğretmen. Size Gılgamış destanını anlatayım mı diyor. Hadi anlat diyorlar ve siz de sayfalarca Gılgamış destanı okuyorsunuz. Hani Aziz Nesin’e arkadaşları en çok ne için yalvarmışlar biliyor musun? Aziz ne yaparsan yap ama ne olur mizah yapma. Hakikaten mizahlık olmuş. Ama Aziz Nesin seni görseydi belki de alnından öperdi. “Bir teori var dedi Fred. Eski milletlerin karakteristik özelliklerini ortaya koyan bu tip destanların, mitolojilerin kendi dönemlerinde yani çok eskilerde aslında din kitabı gibi kutsal kabul edildikleri bu şekilde hürmet gördükleri, ancak zamanla kutsallıklarını kaybettiklerinden destan ve mitolojilere dönüştükleri kutsallığı devam eden inanç ve kitaplarınsa dinleri oluşturduğu düşünülüyor.” Ama biz hala Fred’in bu teorisi nerede yazıyor bilmiyoruz. Azra’nın ya mutfakta ya yatak odasında yazıyor olabilir, çünkü roman yatak odası ve mutfak arasında gidiyor ve geliyor. Mutfak, çünkü çorba. Henüz konuyu anlamış değiliz. Sayfa 161. Mösyö Picot’a geri dönüyoruz. Hatırladınız mı? Hatırlamanız imkansız ama siz kabul edin şimdilik. “Bu bir dinsizleştirme operasyonu.” diyor. “Şamil Ağa ve cübbeliler başta olmak üzere hepsi başlarını hararetle salladılar.” Yani burada bir hikaye anlatılıyor. Kimlerden anlatıyor? Mustafa Kemal’e karşı olanları anlatıyor. Şeyh Sait’ten bahsediyor. İslam kardeşliği buna karşı çıkacak diyor. Kuran’ı Kerim hak yolunda hizmet için her yolun mübah olduğunu söylemez mi diyor. Yani bin yıllık Anadolu tarihindeki İslam geleneğini Müslümanlar bilmiyor, Picot geliyor, hadi ben sizi Mustafa Kemal’e karşı örgütleyeyim diyor. Beyefendiler, hanımefendiler Mustafa Kemal Paşa bu ülkede Müslümanlarla beraber bu ülkeyi geri alabildi. Beraberce bu kurtuluş Savaşı’nı verdi. Kusura bakmayın sizin bu ahlaksızlığınıza bir dakika daha sabredemeyecek olsak da şu sabrımızı sadece bu gençler bir şey anlasın diye yapıyoruz. Ama Azra unutma sana da belki bir şeyler kalıyor. Efendim seçmece kelimeler bölümündeyiz. Bak Picot burada, Thomas burada. Bunlar aynı yerde. Mollalar burada. Başı sarıklılar burada. Ve ne için buradalar biliyor musunuz? Osmanlı’nın yıkılıp yerine gelecek olan sistematiği varmış. Zaten de haberleri varmış. Kurtuluş Savaşı’nı engellemek için. Kurtuluş Savaşı’nı kim verdi Azra? Senin kayınpederler mi? Bilmiyoruz. “Bize güvenin Selim Bey, muhterem babanızın geri kalan güzelliklerini vatana geri dönüp Osmanlı’ya sahip çıkması en çok sizin çabanız ve bize olan güveninizle olacak hizmet hareketine katkılarınız hem de bu dünyada hem Cennet’te mükafatlandırılacaktır. Bunu da ekleyince hakikaten tamam olmuş, çünkü deminden beri saydığım sarayda toplanan grubun adı hizmet hareketi. Nereden hatırladınız? Dıt dıt dıt. Hatırlamışsınızdır. Bu da olmazsa olmaz. Özel bir istek parça geliyor arada Azra’ya, hemen cevap veriyor. “Nuh Peygamber’in oğullarından biri nasıl olurdu da zenci olurdu?” Hadi bakalım. Roman arasında bir de bunu çözümleyiverelim. “Dervişlerin tüm dinlerin üstünde Allah’a en yakın duyguda yaşamaları gerektiğini her şeyi öğrenmekten görevlendirilmiş olduklarını bilmeden” diyerek ben burada bütün reji ve bütün yönetmen arkadaşlarımdan burada durmayı ve arada inecek var demek istiyorum. Çünkü aklıma şiki şiki baba filmi geliyor. Minibüste herkes var ama orada da tek bir konu var ganyanda kim geçecek, hangi at koşabilecek? At bu romanda hangisidir? Yazar mı oyuncu mu içindeki mi okuyucu mu? Soru işareti, bırakalım. “İsa’nın tüm tasvirlerinde” Nuh Aleyhisselam’dan Hz. İsa’ya geçiyoruz. Çünkü Nuh Aleyhisselam’ın oğlunun nasıl zenci olabileceği düşüncesini Azra iki dakikada çözüverdi. Efendim “Tüm tasvirlerinde bu resimde gördüğümüz kişi İsa olarak kullanılmaktadır ama bu aslında Nazharetli İsa değildir dedi, elindeki resmi tahtaya yapıştırırken aslında bu kişi Cesare Borgia’dır. Kendisi 6. Papa Alexander Borgia’nın oğludur.” dedi. Acaba Dan Browne’a telif ödedi mi sormak lazım. Efendim “Fotoğrafa bakma sırası kendine gelen Ali, İsa aynı zamanda Yahudi’ydi.” diyerek “Yani ilk Yahudiler aslında zenci miydiler diye bir soru sordu.” Benim de sorum şu; Ali romanın sonunda zeka probleminden ötürü hastaneye mi kaldırılacak? Tabi işte bize burada bunu söyletmek istiyorlar. Hangi isimle, Ali ismiyle. Tıpkı Aziz Nesin’in o meşhur Zübük filmlerinden alıntılı Şabandı, şuydu, buydu isimleriyle özdeşleştiriyoruz. Efendim peçe hakkında bir yazısı var. Ama Azra’nın da bu peçe takıntısını hala anlamadık. Peçe bir, ayakkabı iki. Geri kalan kısmı pornografik, artı 18. “Peçe, Roma zamanında sadece tapınak fahişelerinin giydiği bir kıyafetti.” diyerek tarihte merak ettiğimiz bir soruyu da aklıma bırakıyor Azra. Sağ olasın var olasın. “Din çocuklar” diyor. Derviş cevap veriyor şimdi. Yani bir televizyon programında Kuran’ı Kerim’in herkes tarafından yorumlanması gerektiğini söyleyen Azra çekinmiyor, din karakterine bürünüyor ve şimdi bize Kuran’ı Kerim’i anlatıyor. “Din, çocuklar… insanın en temiz mahremidir aslında. Neye inandığınız, daha doğrusu neye inanmayı seçtiğiniz kimliğinizin en mahrem yerinden, kaynağından gelir. Din işte bu yüzden kutsaldır, çünkü hayatlarımız inandığımız şeylere göre şekillenir. İnandığımız şeylerle yönetiliriz. İnsanı tüm davranışlarını, gelecek planlarını inançları yönetir.” Biri Azra’ya Kuran’ı Kerim’i anlatırsa iyi olur. “Ülkü taptaze, derin, hayat dolu bir nefesti ve Selim onu almazsa sanki ölecekti.” Hani biraz kafası karıştı ya. Şimdi Azra’nın vakti geldi. 13 sayfa boyunca Azra’nın vaktini dinleyeceksiniz. Ama ben okuyamayacağım. Kusura bakmayın. Yavaş geçmeyim çocuklar okur. “Demek ki Yahudiler ve Hristiyanlar tüm bu ayetleri yazarken ellerinde Enoch’un kitabı vardı dedi Ali. Peki İncillerle ne kadar benzeşiyor diye sorguladı.” Yani Ali’nin sorguları müthiş. Çünkü en sonunda söylemese de Azra şuraya gelecek, Kuran Kerim mi, bizim için haşa sümmü haşa, ya işte o da yani artık anlaya yani. Bu Tevrat’ı, İncil’i anlattık yani. Kuran’ı Kerim’i anla işte. Bu da yani bu da birileri yazdı yani. Öyle Hz. Peygamber’den filan kalmadı. Gelemiyor tabi Azracık. Sonra Ülkü’nün başına gelenler de benim başıma gelir mi diye korktu mu bilmiyorum artık. “Ne demek şimdi bu diye çıkıştı Selim. Müslüman adamın ne işi varmış Hristiyan tarihi ile! Ne saçmalık bu!” diyerek bizim ne kadar cahil olabileceğimizi Azra öğretti bize. “Orhan itiraz etti.” Bizim yerimize sağ olsun. “Ben de öyle düşündüm önce ama derviş öyle demiyor, diyor ki Müslüman olarak ilk görevimiz her şeyi bilmekmiş. Yoksa lokomotif yerine vagon olurmuşuz. Bizi istedikleri yere çekerlermiş. İslam her şeyi öğrenmek için çabada olmayı gerektirirmiş.” Yorum yapmayacağım. Geçtik. Efendim Azra ile Neşeli Ayaklar filmi çekilseydi bence kutup çöl olabilir, Peygamber deve olabilirdi. Çünkü “Peygamberimiz yazmadı Kuran’ı Kerim’i, Hz. Osman yazdı diye itiraz etmişti ki Orhan, Selim elinin ucuyla Orhan’ın başının arkasına sıyrık bir tokat geçirivermişti. Ben de yapayım mı? “Selim Orhan’a baktı bir an, konuşurken nasıl keyiflendiğini fark etti. Kız güzel mi deyiverdi.” Selim Müslüman ya ilk soru bu olacak tabi. Sonra bir aramız var. “Mollalar İstanbul’a gelmiş dedi Orhan ve susturdu onu Selim. Aylaklık yapmanın sırası değildi. O mollaların hepsi Hizmet Hareketi’nin askerleriydi.” Tarihe yeni bir isim katıyor. Yaşadığımız 15 Temmuz’dan geçmişe bir paragraf atıyor Azracık, yersen. “Belki de hayvanlar kendi açlıklarından değil, aslında kimin sevgiye ihtiyacı olduğunu hissettiklerinden takip ediyorlardı, peşlerine takıldıkları kişileri belki de gerçekten yanlış anlaşılıyordu.” Hayvan haklarıyla şiirsel bir anlatı olmazsa olmaz diyoruz. Çünkü dedim ya başından beri, yok yok. Bak şaşırmayın. Hakikaten yok yok. Çünkü “Zerdeçal, karaciğer ve böbreğin en güzel temizleyicisidir.” İşte baharatçı Azra. Keşke baharatçı Azra yanlış formül verip millete zerdeçalla böbreklerini yormasaydı. O da ayrı bir konu. Geçtik. Of off Aziz Nesin yaşasa yemin ediyorum ağlardı. Bedir’deki acıyı fark eden Ülkü” önümüze gelen bütün pornografik karakterlerde kadın hastalarının tamamının adı aynı minvalde. Bu seferkinin adı Bedir, yanındaki ayyaşın adı Şamil. Etmeyin, yıl 2020. Biraz değişiklik. Yani şöyle bir tık yani. Geçtik. Efendim Sultan Abdülhamit’e giydirmeden biter mi bu kitap! Aa yok burada Sultan Abdülhamit Efendimizi övüyorlar, sen de bir an şaşırıyorsun. Dur bakalım diyorsun. Sayfa 237, Azra kendine mi geliyor? “Sultan Abdülhamit yaptırmıştı bu köşkü ve Atatürk olmasa bu güzelliği bile görmeye hakkı olmayan bir hayatın içinde yaşayacağını bilmekten duygulanmıştı. Abdülhamit ve Mustafa Kemal dedesinin en çok örnek aldığı iki liderdi. Beklemediğimiz güzellikleri bize verenler değil miydi ufkumuzun liderleri.” Teşekkürler Azra diyoruz. Biraz kendine geldi mi acaba? Ve tutamıyor kendini. “II. Abdülhamit’in anılarında, her metrekaresine altın döktüm dediği eviydi burası.” Bu senin kayınpederinin söylediği laf olmasın. Bir karışıklık var. Efendim “Her nefes sanki Ülkü’nün fikrine bir yenisini ekliyordu.” Ülkü’nün fikri nerelerde geziyor, orası soru işareti çünkü “O an boyun bağını açmak istedi Selim, üzerindeki ceketi çıkarıp atmak, fesini bırakmak, bedenini saran…” Yani eskiyle yeniyi birleştirmek için Azra illaki yatağa atacak. Başka türlü yapamıyor. “Pantolonun içine…” yok valla bunu okuyamayacağım. Valla bile bile lades. Yok ayıptır. “Bu padişah yandaşları ne tuhaf insanlar diye düşündü Picot.” Bize 1000 yıllık tarihimizi unutturup maymun, öküz, salak muamelesi yapan Picot, bize tarihimizi öğretiyor. “Kendi ülkeleri ayakta kalmaya çalışırken başka bir millete saraylar bağışlayacak kadar alınganlardı ama gönül zenginliği olarak görüyorlardı bu alınganlığı.” diyerek hala çözümleyemediğim bir cümledir. Kalsın. O da kalsın. İşin aslına bakarsan Azra konuyu biraz daha uzatabilirim. Hatta sabaha kadar bile uzatabilirim ama o kadar vaktimiz yok çünkü zaman kıymetli bir şey. Ama senin yaptıklarını şöyle biraz hızlanmak zorundayım artık kusura bakma çünkü video bir saate uzuyor. Ben aldığım notlar kısmına geleyim. Aman Allah’ım. “Gülümsedi Robert, ‘You speak fluently too, I was just going to ask you the same question.’ dedi. Selim, ‘Are you American?’ diye sordu.” Evet bu bir Türk romanı. “Güldü Robert, ‘I am a citizen of the World.’ diye cevap verdi.” Oley, Azra İngilizce biliyor. Devam. Efendim, he bu olmuyor çünkü şimdi faytona bindi Selim’le Melek. Selim bu arada farklı hanımlara da devam ediyor. Faytonda, atta, her yerde. Ohooo 14 sayfa gidiyor burası. Azra’nın içinde çok şey kalmış ya vallahi. Geçiyoruz. Şimdi çok garip bir yer var. Burası hakikaten söylemek zorundayım. Beni uyarıyor arkadaşlar. Yeter bir dur diye ama elimde değil. Yani Azra’nın, değil. “Kürtlere devşirme bir sistemle 50 yıl içinde bir lider çıkabilir ki bunu da Kürt gibi sunmak şart çünkü zaten bir Ermenistan var ama Kürdistan yok.” diyerek Azra toplumsal yaralara çare bulmaya niyet ediyor. Ben işin o tarafında değilim. Altta küçük yazılardayım. “40 yıllık süre şu şekilde istemiştir.” diyerek Azra bugüne kadar Müslümanların bu ülkede yaşadığı türlü türlü garabetleri şöyle muhteşem bir mizahat getiriyor. Bir diyor, öncelikle “Kürt köylerde sistemli bir şiddet uygulanması için Türk ordusunun içinde gerçek Türk askeriyle hiç ilgisi olmayan derin bir yapılanma oluşturulmuş, Kürt kardeşlerimize yönelik insanlığa sığmayan birtakım saldırılar gerçekleştirilmiştir.” Bu ülkede İsmet Paşa da derin devlet oldu ya sağ olasın Azra. Var olasın. Teşekkürler. Devam edeceğim yorumlar kısmından. Efendim “Rusya’nın da diğerleri bölgeye inmesi artık mümkün değil çünkü Suudiler tamamen İngiltere’ye bağlılar. Anayasalarını bile biz yaptık.” diyerek İngiliz’i öven, Osmanlı’yı gömen, Müslüman olmadığı lafını eden, Tevrat, İncil gelip geçirirken bir türlü Ortadoğu tarihinde İsrail’e kalemi uğramıyor Azra’nın. Yok neydi adı ya? Adı neydi? Özge? Yok. Kaç, 77 doğumlu muydu? Bazı yerde 77, bazı yerde 79. Bazen Özge, bazen Azra. Güzel, sekiz isimli kadın ya. Değişik. Devam. Efendim “Bu nedenle dinlerin sadece bir vicdan işi olarak kalması günümüz uygarlığının esaslarından ve eski uygarlıklardan yeni uygarlığın en önemli ayırt edici özelliklerinden biri” derken dinin ne olduğunu hala karar veremiyor Azra. Yani başta bir uydurmaydı, şimdi kültür oldu. Ne vereyim abime tadında romanımız devam ediyor. Müslümanların da içine bir nebze su serpmeye çalışıyor Azracık. “Hayatı kader sanıyordu, oysa hayat daima zıtlıklarla birbirine bağlıyordu. Kaderimiz seçimlerimizden oluşuyordu.” diyerek bir Orhan Kemal viyadüğü dönüyoruz. Dikkat, köprüden önce son çıkış olacak çünkü cümle şöyle devam ediyor, “İnsanlar kendi fırtınalarında yitip gidiyordu. Nedenlerini bilmediğimiz duygularımız değil miydi fırtınalarımız.” Bir türlü üslup bulamayan Azra, hepsini bir dener. Netflix hangisini beğenirse oradan yürürüz kafasında. “İslam elden gidiyor kardeşlerim dedi” Kim? Thomas. “Bir adım öne atıp Picot’un yanına geldi. Kemalizm ve Kemalistler durdurulmamalılar. Sizler Suudi kardeşlerinizle birleşmelisiniz.” dedi. Bunu kim yedi? Türkiye’nin Müslüman coğrafyasında Cumhuriyet Tarihi’ni kurmuş Müslüman Türkler söyledi öyle mi? Yani aynı cümlede bir doğruyla bir yalanın bu kadar iyi yan yana getiren birisini daha görmek istemiyoruz. Devam ediyoruz. Devam ediyoruz. “Hemen ona koştu Ülkü, gözleri dolu dolu. Ruhunun okyanuslarına salmış sarıldı yakışıklıya.” Sarılmasa şaşacağız. Çünkü roman… He bu arada garip bir durum var. Azra’nın pek çok röportajında söylediği bir cümle var, diyor ki “Ben romanlarımdaki bütün karakterleri mutlaka bir arkadaşımda, bir dostumda, hayatımda birisiyle özdeşleştiririm.” Soruyorum, bu Ülkü Azra’nın nesi? Pardon, atlamak zorundaydım. Kusura bakmayın güzel kardeşlerim. 13 sayfa boyunca yeni bir pornografik iki film bir arada seyredeceksiniz. Onu geçtim. Efendim bu arada garip bir durum var. Melek Selim’e, Selim Ülkü’ye kim kime tadında. Tam 13 sayfayı atlamak zorundaydım çünkü faytondan çatı arasına geçti Azra. Yok yanlış anlamayın, buraların tamamı öyle. Artık son radde geldiği için kitap, “Rıza Bey” aynı bizim sarayın içinde “Lawrence’nin brandysini doldururken biz de bir söz vardır, kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin anladın mı Mösyö dediğinde, Picot abartılı bir gülüş attı ortaya ve gülüşü Lawrence’nin bakışıyla çarpıştı.” Ve benim gözlerim ortamda kimi arıyor? Karl Marx’ı çünkü romanda bir tek o eksik. Bak bunu eklemelisin bence. Devam, artık sonlara gidelim. Valla gidelim çünkü… Efendim, he ya bu romanda her şey var. Bir şey eksik. Geldi. “Selim öylesine bir telaşla annesine atılmıştı ki sanki bir anlamda önemsizleşmiş ve yok olmuştu. Ülkü Selim’in kalbinde köklendiğini sanarken şimdi bırakıldığı köşede yapayalnız onu izlemek ağır geldi. Annesinden gelecek tepkinin telaşı nasıl da sarmıştı her halini. Utanç duyuyordu, belliydi.” Romanda bir kaynana problemi eksikti. Sonuna gelmeden o da iliştiriliverdi. Efendim gidelim mi artık en sona? Valla gidelim. “Çırılçıplak olmadan tüm kusurlarımızla eşimize soyunmadan, hayaller ve fantaziler üzerine kurulmazdı bir birliktelik. En utandığımız yanlarımızı açmadığımız, gizlediğimiz her şeyi paylaşmalıydık.” Netflix buraya kadar düşer mi? Valla kısmet işte artık düştüğü yere kadar. Neyse tamam.
Gör Beni
Gör BeniAkilah Azra Kohen · Everest Yayınları · 202016,8bin okunma
··
2.654 görüntüleme
Bilal Günaydın okurunun profil resmi
Öncelikle belirtmem gerekiyor incelemenizi yazarken keşke arada boşluklar bıraksaydınız ve biraz gruplayan şekilde yazsaydınız. Konu konu gidip eleştirseydiniz çok daha iyi olurdu. Çünkü yazı çok uzun ve biraz karmaşık olmuş. Bazen tekrara düşmüşsünüz. Okurken zorlandım. Ama her şeye rağmen kitap için dikkat çektiniğiniz noktaları, kitabı okumuş ve incelemesin yazmış biri olarak dikkatimi çekmemiş olmasına kendi adıma üzüldüm. Demek okumak için doğru bir zamanı seçmemişim ya da kurgusuna kendimi kaptırmışım. Kitabın önsözünde bu kitap tarihle ve tarihte yaşayan karakterlerle ilgili birebir alakalı mıdır kısmına da bilmem gibisinden bir şey söylüyordu yazar. Mesela İlmiye kesinlikle Muazzez İlmiye Çığ'dı. Kubilay vardı sanırım. Menemen'de şehit olan subaydı. Üzülmemin sebebine gelirsek ben bu kadar detayı nasıl anlatığımı bilmiyorum. Yani bazı şeylere inceleme yazarken değindim ama bu kadarına girmemiştim. Ama sizin dikkatimizi o yönlere çekmeniz çok güzel olmuş. Bu arada her şeyi Sümer uygarlığına bağlayanların nadide eseri Kur'an'ın, İncil'in ve Tevrat'ın Sümer'deki Kökenini incelemiştim. Onu da buraya bırakıyorum. #66116689 İncelemeniz bana bir gün kitabı tekrar okutup yoğun bir şekilde eleştirme fikri ve arzusu aşıladı. İnşallah bir gün tekrar okuyup tekrar inceleme yazarım. Kaleminize sağlık
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.