Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

100 syf.
4/10 puan verdi
Dücane Bey eski bir ülkücü biliyorsunuz. Hapse girdikten sonra dur bakalım aslında İslamiyet’te bir hakikat var diyerek elhamdülillah yola çıkmış. Ama çıktığı yolda, beyanatlarında oldukça sivri ifadelere de yer vermekle beraber felsefik açıdan ele alındığı zaman hep aynı kafanın aslında Dücane 99’lu yıllarda da onda var olduğunu görebiliyoruz. O da şu, mürşidsiz tasavvuf. Yani bir tasavvufçuluk oyunu ama oyunun kuralları neler, sonuna gelene kadar sabır. Şöyle başlıyor. “Bu oynak ve kaypak zeminde kim ben hakikatim diyebilecek? Kim kendi hakikatiyle ayakta kalabilecek? Öyle ya kendi hakikatleriyle ya da kendi hakikatlerine istinaden ayakta kalanların başkalarının tanımladığı bir gerçeklik düzleminde ayakta kalabileceklerini mi zannediyorsunuz?” diyen Dücane Hak Erlerini yok bilen, önce nerede o eski zamanlar diyecek elbet. Hatta bu kitabında ilim irfan erbabı Evliyaullah’ın gayet de önemli zatlar olduğunu beyan edecek ama Dücane Bey’in çok önemli bir yazım kültürü var. Sonuna kadar getirir, asla sana doğrusunu söylemez. Kim gibi? Felsefeciler gibi. Zaten Dücane Bey iyi bir felsefeci olma yolunda suyunu eksik etmeyeceğimiz zatların başında geliyor. İslamda felsefe olmayacağını yıllar sonra fark ediyor ama çoktan gençlerimize felsefeyi aşılamış oluyor. Ya şimdi kusura bakmayın felsefecilik kötü bir iş midir diye soracak olursanız cevabım çok basit. Felsefe arar, düşünce bulmuştur. İslam’da düşünce vardır, felsefe de aramaya devam ederken aç kalmak söz konusudur. Ruh da açtır, nefis bedbahttır. Hakikat insan çukurun dibindedir. Ama çukuru kendine saray edinir. “Kimliğimizi ve kişiliğimizi oluşturanlar bizleri yalnız başına yürümeyi öğretmediler mi, diyerek sesini yükseltti mütehakkim bir edayla ve sonra kendi kendimize yetebileceğimize, başkalarına muhtaç olmadan, kimseden yardım almadan, tek başına bu dünyaya anlam verebileceğimize inandırmadılar mı bizleri diye sordu. Sanki cevabını biliyormuşum gibi.” Cevabını bilemediğin soruyla yola devam ettiklerimize reva mıydı bu ahmaklığımız demek istiyoruz Dücane’ye çünkü kimlik ve kişiliğimizin oluşumunda geçmişimizin ehemmiyeti çok lazımdır diyen Dücane kitabının içerisinde geçmişle gelecek arasında anlamsız bir denge kurmaya çalışır. Neden anlamsız? Çünkü Dücane 99’lu yıllarda kafayı metafiziğe takmıştır. Tasavvuf Erbabı’nın metafizikle olan uğraşısını kendince, kendi yoluyla ve kendi aklıyla aşabileceğini düşünür. Örnek, “Metafiziğini yitirmiş bir dünyanın çocukları çaresiz.” der. E tamam bu çocuklara çare ne olacak Dücane dediğimizde “Metafiziğini yitirmiş dünyanın çocukları acınacak durumda.” der, acınacak hale düşülür. Tamam, ona da eyvallah. Nasıl çıkacağız buradan? “Metafiziğini yitirmiş dünyanın çocuklarının saçları ağardı, gönülleri yaşlandı, gözleri yaşlandı, sustu dilleri. Yalan söyleyen diller sustu. Yalanı hakikate tercih eden hakikate değil yalana” diyerek devam eden Dücane bir karar verme aşamasında galiba 99’lu yıllarda. Romancı mı olsam teşbihçi mi? Felsefeci mi olsam düşünceci mi? Aksiyoncu mu olsam yoksa yeniden hapse girme korkusuyla hapis dediğin de öyle büyük bir iş değil yani. 80 ihtilalinde herkesin başından geçmiş klasik bir hikayemizdir. Ama bu klasik hikayenin yemeğini ye ye bitmez bu ülkede. Dolayısıyla sormak gerekir metafizik nedir Dücane? Bu çocuklar ne yapsın Dücane? Simyacıdan, simyacı olmazmış sözümüzü söyleyerek ahanda ispat ediyoruz. Şimdi geldik asıl önemli tarafa. Dücane Bey’in melamet meselesiyle olan gelgitleri. Gerçi bu işi biraz sona saklamayı tercih ederdim ama madem yeri geldi, e bizim dinleyicinin bir kısmı var ki güzel sonuna kadar gidiverir. Bir kısmı da vardır ki “Aman ha Dücane’ye laf ediyor kapat gitsin. Ne anlarlar?” der, kapatıp gidiverir. Ben o yüzden baştan bitireyim daha mantıklı olacak çünkü kafası böyle çalışıyor ne yazık ki. Şimdi melamet dediğimiz meseleyi kısaca ifade edeyim olay çözülsün. Günün birinde Dücane ağzından bir laf kaçırıyor. Bir röportajında, bir televizyon programında diyor ki “Efendim ben özünde, hakikatinde Amiş Efendi’yi kendime mihenk kabul ederim. Çok önemli bir zattır.” Peki kimdir Amiş Efendi? Amiş Efendi, Fatih Sultan Mehmet Han’ın türbedarı olan mübarek, geçmiş yıllarda yaşamış çok da eski yıllarda olmayan yakın dönem önemli, güzel insanlardan birisi. Bu güzel insanlardan birisinin yanına sürekli gidip gelen bir zat var. O da Abdulbaki Gölpınar. Gölpınar, yıllar sonra Amiş Efendi’den duyduğu hakikatli, hikmetli o güzel sözleri bir araya getirdiğini iddia ederek, o sözlere de biraz kendi hayal dünyasından eklemeler yapıp, yanlış anlamayın güzel insanlardan bir diğeri olarak ona melamet şeyhi olma hırkasını kendi eliyle giydiriverir. Hatta işin garabet tarafı, Kutbul Arifin diyerek de mezar taşına yazdırmaktan geri durmazlar. Ama işin garabet tarafı şurada, yeryüzünde melametlik hak mıdır? Haktır. Peki melametliğin melamet olduğunu bilmek mantıklı mıdır? Mümkün değil. Ben size kısa bir hikaye anlatayım. Melamilik üzerine apayrı bir video çekeriz belki günün birinde. Efendim sabahın bir vaktinde yani günün bir vaktinde Sultan Ahmet Camisi’nden içeriye Hızır Aleyhisselam giriverir. İçeride oturan zatlardan birisinin yanına gider ve ona kendisini bir şeyler anlatmak üzere geldiğini, ona bir hakikat bahsi açacağını söyler. Yanındaki zat da git başımdan, Allah senden razı olsun deyiverip Hızır Aleyhisselam’ı dinlemek istemez. Hızır Aleyhisselam bir daha yüklenir. Adamcağız git efendi, teşekkür ederim, Allah razı olsun işime gücüme bakıyorum. Sen de işine gücüne bak der. Baktı ki Hızır Aleyhisselam olmuyor. Bu sefer bir kez daha üzerine gitmeye niyet eder. Tam o anda da adamcağız bir anda celalleniverir ve şöyle gözünün ucuyla bakıp, bak efendi senin bana söylediklerinle ben buradan çıkar giderim. Ama ben senin Hızır olduğunu söylersem seni bu camide parça pinçik ediverirler deyince Hızır Aleyhisselam da şaşırıverip Rabbul Alemin’e sualini sorar: Ya Rabbi der, hepsini anladık da bu adam kim? Allahu Zülcelal de Hızır Aleyhisselam’a cevap verir: “Ya Hızır, bir senin ve sizin listenizde olan Evliyaullah var, bir de bende olan bir liste var.” Bunlar Allahu Zülcelal’in yeryüzündeki ajanlarıdır. Asla mürşid olmazlar. Asla müridleri olmaz. Bunlar mürşidler arasında gezerek onların ajanlığını yapan Allah’ın seçtiği özel adamlardır. Yani YouTube kanalına çıkan melamet şeyhiyim diyen adam sahtekarın dibidir. Şu adam melametin şeyhidir deseniz söyleyen de sahteye düşmüştür söyleten de sahteye düşmüştür. Melamet dediğiniz şey sırdır. Sır olanı YouTube kanalında, kitaplarda okuyorsanız orada bir garabet vardır. Amiş Efendi’nin şeyhliğine gelince, icazeti Nakşibendiyeden başlayıp sonradan Bektaşiye üzerine devam ettiğinin ifadesi onun zaten Melami olmayacağının bir delili olup asla müridanın da kendisine söz konusu edilemeyeceğinin beyanatı bu konudaki kendi düşünce dünyasıyla hareket ettiğini bizlere gösterir. Amiş Efendi’nin sözleri de Abdulbaki Efendi’nin sözleri de güzeldir, hoştur ama İslam hakikatinde var olan tasavvufun özünden değildir. Bunlar güzel adamlardır ama sonrasında nefsi emmareyle yola çıkmaya niyet etmiş Dücane gibi adamlara da ne yazık ki imkan sunacak kıvamda kitapları kullanılır olmuştur. İşte biz bugün tasavvufçuluk oynayan Dücane’yi anlatacağız. Biz bugün bir mürşid olmadan, bir zat olmadan, ben bir şeye talebe olmadan Tasavvuf Erbabı oldum diyen Dücane’den bahsedeceğiz. 40 yaşına gelene kadar benim soframa oturamazsın. 40’ın gelince ancak beni anlarsın diyen kibir küpünden bahsedeceğiz. Mottolara geldiğimiz zaman da şarap çanağında Zemzem sunduğunu zanneden içine ne katıldığı belli olmayan içsen de olur içmesen de olur ama masada dursun diyen kafayı anlatacağız. Anladınız mı şimdi meseleyi? Anlamadıysanız kapatın. Anlayanlarla devam edelim. Efendim “Ucuz adamlardan ucuz şekillerden ucuz işlerden hep nefret ettim.” diyen Dücane, kendini anlatmaktan her seferinde geri kalmaz. Her ne kadar hasbi tefekküre inandığımı söylesem de ben her zaman hasbi adamlara ivazsız garazsız konuşan, inandıklarının bedelini ödeyen, ödemeyi göze alan safi sadakat kesilmiş erlere kıymet verdim. Davalarına ram oldum. İddialarını hep yürekten destekledim.” diyen Dücane, bugüne kadar bir Evliyaullah’ı ağzına alıp da “Yahu Abdulkadir Geylani Hazretleri de şunu söylemiştir. Ahmet Er Rufai bu medeniyete şunu katmıştır. İbrahim Ed Desuki Şahı Nakşibendi şöyle edeblidir” dediğini göremezsiniz. Arkadaş sen bu milletin çocuklarına ne verdin yahut neyi açıkladın. Sen sadece kendini anlatıyor, Biletix’te bir bilet daha derdinde de olur olmaz gidip geliyorsun ama işin hakikati şu, asla cevap vermeden bizim çocuklara tasavvufun muhteşemliği üzerinden bir oyun oynatma peşindesin. “İşte sorun da burada zaten.” Heh ben de onu diyorum. “Öyle ya acaba bizler hangi tavrı daha akıllıca buluyoruz? Akıntıya kapılmayı mı akıntıya karşı kürek çekmeyi mi? İstikbalimiz hakkında ümitvar olmak istiyorsak önce bu sualin cevabını vermemiz gerekir diye düşünüyorum.” ama asla cevap vermeden dava filan diyerek bırak kendi haline demek ne kadar zevkli. Sonuçta bütün röportajlarında kendisine siyasal bir soru sorulduğunda kıvırtamayınca, yirmi saniyeyi bulan sessizliğini Dücane’nin lütfen üstün niteliklerine bağlamayın. O arada hakikaten ne söyleyeceğini düşünüyor, hikmeti değil. “Ne de hoşlanırdım bana göre demekten.” diyen Dücane, sanki bu halden çıktığını zannediyor. 20 yıl sonra yazdığı kitapta bile hala bana göre dese bile. Bana göre örnekleriyle başlayan cümleler kurmaktan, bana göre diye nutukla başladım. Annemin şaşkın bakışlarına rağmen ve kitaplardan devşirdiğim ne kadar bilgi varsa, bilgin varsa, bilgim varsa hepsini bir çırpıda boca ettim sofaya. Babamın bizi dinlediğini anlayınca hemen ciddileştim. Hızır dediğiniz de kim? Nerede gördünüz siz Hızır’ı gibi sözler çıkıverdi ağzımdan. Babam ince bir tebessümle mukabele etti. Tabii ki pek mana veremedim bu ince tebessüme ve umursamaz görünerek kaldığım yerden sözlerime devam ettim. Fakat bir türlü anlamamışlardı. Anlayamamışlardı benim hakayıkı akliyelerimi.” Adamı kimse anlamıyor. Bir tek babası anlamış. Ama o da yarım anlamış. Sanırım, galiba, belki, emin miyim derken bizler Dücane’nin arif mi billah mı, kendisi mi başkası mı, hakikatin erbabı mı hikmetin erbabı mı anlayamadan onu mutlak surette bir Fransız çorbasına pelesenk olma gayreti içinde göreceğiz. Devam edeceğiz. İslam düşüncesini diyerek İslam felsefesi düşüncesi gitgelleri yaşatan bu ümmetin genç çocuklarına felsefenin değer ve kıymetinin üstünlüğünü anlatıp sonunda da İslam’da felsefe olmaz canım. Akıl vahye tabi olmalıdır zaten diyecek garabete imza atan Dücane diyor ki “İslam düşüncesini modernleştirme çabalarının bilhassa 20. yüzyıl boyunca kendisini istinat ettiği ve her fırsatta öne sürdüğü delillerden biri de efendimizin söylediği şu hadisti. ‘Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz.’” Tam da diyorsunuz ki ya bu sefer acaba doğruyu bulacak mı? Devam ediyor şimdi. “Böyle bir sözü Peygamberine yakıştıran bir zihniyetin İslam laiklik meselesinde söyleyebileceği ne olabilir? Böyle bir zihniyet mesela faiz meselesinin, kadın meselesinin nasıl ve ne surette çözebilir? Böyle bir zihniyet Peygamber’in böyle bir sözü söyleyebileceğinden kuşkulanabilir mi?” Şimdi burada hadisi kendine mihenk eden Dücane, bundan 20 yıl sonra kadın dövme ayetini, kadına vurma, darabe fiilini ele alınca dördüncü yorumu da ben yaptım. Artık vahiy akla tabi olmalı. Dünyaya hakikati söylemek için bu ayeti onlara anlatamayacağız diyecek garabete imza atacaktır. Bakın 20 yılda da kendini nasıl geliştirmiş maşallah. “Tanrıyla aranıza aracıları sokmayın. Hurafelerden kurtulun. Atalar dinini terk edin dediğimizde ne kadar samimiyetle söylersek söyleyelim güya anlamlı bir şeyler söylemiş olduğumuzun farz ediyoruz.” derken şu makalenin içerisinde laiklere vurgu yapmaya çalışır. Baş örtüsü zulmü çeken 99’lu yılların kızlarına sahip çıkma gayretine girer ama dikkat! Asla ve katiyetle dilini Hak’tan yana kullanmaz. Daima dolandırır ve her röportajında o aşağılık duygusunu tekrar eder. Ben hiç eğilip bükülmedim. Kimsenin emrine girmedim der. E bu kadar ortada konuşursan zaten kimsenin adını bir şey yapman da beklenmez efendi. Devam ediyoruz. “Dini bulandıran bidat ve hurafelerin esiri olan bu savunmasız insanların güya Kuran adına ve fakat gerçekte edinmiş olduğunuz modern alışkanlıklarınız adına yerin dibine geçirin diyen Dücane 20 yıl sonra modernizme geçişte Kuran’ın yeniden ele alınmasını söyleyecek kadar değişecektir. Aslında değişen bir şey yok çünkü devam eden sözü şöyle, “Ve işbu hakikat nedeniyledir ki ey esirlan, hurafelere karşı mücadelenizde sizleri takdir etmiyorum.” Hurafe nedir Dücane? Ara ki bulasın. Sadece pisliği bırakıyor, mayaya kalsın diyor. Çocuk kendi karar versin hurafe nedir ne değildir. Sen hangi makamın mukadderiydin de takdir mührünü sana verdiler Dücane demek geliyor içimizden. Evet devam edelim. Şimdi arkadaş bir adam üç bin defa bir kitapta hurafe der de hurafenin ne olduğunu anlatmazsa iki ihtimal var, ya hurafenin ne olduğunu bilmeyecek ya bu gençleri birbirine kırdırmaya niyet edecek. Eh geçmişteki siyasal koşulunu da göz önünde bulundurarak acaba mı demek geliyor içimizden. “Bizden koşulsuz hurafelerimizi terk etmemizi isteyenlere karşı ortaya koyacağımız yegane tavır, hurafelerimizi koşulsuz savunmaktan başkası olamaz.” Hurafe nedir Dücane? Hele bir anlataydın. Kitabın adı hurafe, içinde hurafe nedir sorusu yok. Tam bir Fransız kafası. Efendim “Hurafesini kaybetmiş bu dünyanın çocukları” Ha bu arada çocuk kelimesini neden kullandığını sürekli soruyorsanız Dücane hep yaşlı hep büyük hep ulu hep ulaşılmaz hep hep hep heptir. O yüzden Dücane’ye göre arası ne varsa topyekün çocuktur zaten. “Kimseden korkum yok. Dini hurafelerden arındırmadıkça İslam’ın nurlu yollarında yürüyemeyiz. Biz hakikat erleri hakikat için canımızı bile feda ederiz. Yeter ki hurafeler ortadan kalksın. Hakikatler anlaşılıp ortaya çıksın.” falan filan diyerek bu sözler hiç çekinmeden altına imza atabileceğimiz sözlerden değil mi? Sanıyorum öyleler. Hurafe nedir, gene yok. Bakın bu özel seçilmiş bir yöntemdir. Bu yöntem Fransız yöntemidir. İlerde örneklerini vereceğim. “İslamsız Türkiye, Türkiyesiz İslam olmaz” derken ıkıngaçlı yazarlık derslerinde bize önemli bir argümanı sunar. Gerçekten edebiyatta ayrı bir kitap yazmamıza vesile olacaktır ya da o kitaba Bismillah demeye vesile olacaktır çünkü bu makaleyi okuduğumuzda Dücane ülkücülükten Türklüğe mi Türklükten İslamcılığa mı İslamcılıktan modernizme mi geçti, yoksa eline kaşığı aldı ne tutarsa tutsun yeter ki bana mı yarasın dedi. Anlamanız mümkün değil. Dolayısıyla birisine bir mikrofon uzatın. Dücane’nin düşüncesi nedir dediğinizde cevap veremeyecek. Dücane de şu cevabı verecek, “İşte gördünüz mü ben buyum çocuklar.” “Bir zamanlar dini kitap yayınlamak yasaktı. Yayınlananlarsa imha edilirdi bu ülkede.” Tamam güzel anlattın. Devam ediyor. “İslamsız Türkiye projesi tutmadı. Tutmayacak da. Peki ya Türkiyesiz İslam” diyor. Hah diyorsun ümmetçiliğe geldi. “Hangi güç bu insanları gidin buradan, dininizi de yanınızda götürün diye emredebilir?” dedi. Sona geliyoruz. Şimdi bekliyoruz bekliyoruz hadi doğur artık. “Bu ve benzeri sebeplerin hangisi İslamsız bir Türkiye’nin veya Türkiyesiz bir İslam’ın inşasını gerektiriyor. Hatta imkansız kılıyor. Sorular… Sorular… Sorular... Peki cevaplar?” He bende onu diyorum. “Cevap yok!” diyor Dücane. “Çünkü duyduğuma göre bu ülkede cevaplar yazları tatile çıkıyormuş.” Dücane’nin şu hapis korkusu yani ömründe kısacık bir uğradı, yanlışlıkla mı yakalandığı belli olmayan o hikayesinden bir kurtarın şu adamcağızı. Hap verin bir şey verin de sonucu yazıversin. Böyle boş bırakmasın bu sayfaları. Efendim bu kitapta sona gelelim artık. Diğerleri zaten allameyi ulum. En tutulur kitaplarından biri bu. O da yıl 99, 20 yıl önce yeni yeni kendine gelirken. Hani bir yerde anlatıyor, mağaramda kaldım yıllarca okudum. 12 yıl evden çıkmadım. Hay maşallah diyesim geliyor. Döktür diyorsun, yok. Sadece felsefeyi gel geç, oradan tut, biraz sonuçta kendine mürşid arıyor Dücane. En iyi mürşidi de kendine kendisi olarak seçiyor. Gençlere de diyor ki böyle yapın. Ve hakikaten Dücane’yi izleyen, takip eden, onun konuşmalarına geçen bütün adamlara bakın, hepsi kendisi kendisine mürşid olmuştur. Sahtekarca da bunu insanlara enjekte etmeyi kendine iş bilmiştir. Çünkü Dücane için konuşmak müthiş bir şeydir. Bütün kitaplarında susmanın ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlatsa da. Bütün tayfası konuşma manyağıdır bu arada. “Acaba günümüzün Müslümanları farkında olmaksızın düşünce dünyalarını böylesi bir oyun oynayarak mı zenginleştiriyorlar? Bakın söz gelimi kaynakları Kuran ve sünnete dönüyoruz iddiasıyla inanç köklerine her gittiklerinde zaten oraya giderken yanlarında götürmüş oldukları şeyleri oradan tekrar geri getirmiyorlar mı?” diyen Dücane zannedersem hurafeyi Ehli Sünnet Vel Cemaat anlayışındaki hakikat olarak tabir ediyor. Dolayısıyla Nurullah Ataç’ın oynadığından da buradan bahsediyor. Nurullah Ataç muhteşem bir oyun oynarmış. Kelimelerin fiilleriyle mefullerinin yerlerini değiştirip şifreli yazım kültürü oluşturmuş. Ataç’ın oynadığı oyun bu ülkede tutaydı elbet sen de haklı olurdun. Başalı diyerek ben de Nurullah Ataç’ın oyununa bir destek sunmuş oluyorum. Ne demek istediğimi Dücane anlayacaktır. Merak etmeyin hepsini seyrediyor çünkü.
Hakikat ve Hurafe
Hakikat ve HurafeDücane Cündioğlu · Kapı Yayınları · 2017449 okunma
··
554 görüntüleme
nosthalgia okurunun profil resmi
dücane cündioğlu eleştirilerinin bir muhtasarı olmuş denebilecek bu metinde bu denli keskin yargıların olması bir tenakuz barındırıyor gibi hissediyorum. kes(k)in yargınızın bir ürünü olarak misalen; "Ya şimdi kusura bakmayın felsefecilik kötü bir iş midir diye soracak olursanız cevabım çok basit. Felsefe arar, düşünce bulmuştur. İslam’da düşünce vardır, felsefe de aramaya devam ederken aç kalmak söz konusudur. Ruh da açtır, nefis bedbahttır. Hakikat insan çukurun dibindedir. Ama çukuru kendine saray edinir." felsefe sahiden de aramaktır ancak düşünmenin bulmak demek olduğu fikri nasıl zuhur etti sizin zihin evreninizde? düşünmek, fikretmek, peşinde olmak, köküne baktığımızda düş- ise zihinde dolaşan, arayan niyetleri işaret eder, uyku halinde gördüğümüzse bilinçdışı ise düş görmek diyoruz, o zihnin içinde dolaşan, arayanların bir tezahürü olarak. düşünmek eyleminin bir ürünü olduğu için mi düşüncenin bulduğu yargısına kavuşuyoruz? oysa makasıd sanki aslı, hakikati bulmaktı, salt bulmak değil. eğer salt bulmaksa yöntemsiz, ilkesiz, bir kazıksız düşünmek bizi kendi doğrularımıza götürür, o da bir buluştur ama hakikati değil zannımca. bu sebeple düşünmenin bir ürünü olarak düşüncenin ve felsefenin bu denli keskin bir çizgiyle ayrışmasını doğru bulmuyorum. bir diğer husus, metin uzun olduğu için elbette çok doğal olarak cümle düşüklükleri var, bu da okumayı zorlaştırıyor. okuyucunun daha kolay okuyabilmesi için paragraflar arası boşlukların daha geniş tutulması evladır diye düşünüyorum. metnin sonuna doğru bir dağılma söz konusu, bütünlük bakımından değil söz dizimi bakımından bu daha ziyade hissediliyor. yazılar yazan biri olarak, böyle yorumların iyileştirici bir yanı olduğuna inanıyorum. son olarak, nurullah ataç göndermesi neye istinaden? malumunuz, dücane cündioğlu pek kimseyi okumaz, okusa da yanıtlamaz. merak ettiğim için öğrenmek de isterim.
Bu yorum görüntülenemiyor
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.