Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

5/10 puan verdi
Türk Solunun Ümitsizlik Romanı
Efendim hikayemiz bir matruşka gibi içten içe çıkıyor ama en nihayetinde bir ümitsizlik romanıyla karşımıza gelecek ki o romanın aslında o hikayenin ana karakteri Raif Efendi. Raif Efendi’nin başından geçen garip ve ümitsizlik aşısıyla dolu olan hikayesi başta birkaç argümanla merak uyandırılmaya gayret ediyor. Ama o gayretlerin hiçbiri sonuç vermiyor. Sonuçta hikayeyi anlatanı değil biz hep Raif Efendi’yi okuyoruz. “Raif Efendi’nin saf yüzü biraz dünyadan uzak, buna rağmen bir insanı tesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek isteyen bakışları gözlerimin önünde canlanıyor. Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi.” diyerek başlayan hikayemizde “Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız. Acaba bunlar neden yaşıyorlar, yaşamakta ne buluyorlar, hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor.” diyen Sabahattin Bey acımak halinin nasıl olması gerektiğini öğreterek serüvenimize başlamış oluyor. Serüvenimizin içerisinde tanışma hikayesinde biraz geçiyor olacağım. Çünkü asıl meselemiz Raif Efendi’nin yaşadığı süreçteki olaylar ve Almanya’ya gidiş serüveniyle başlıyor. Bu Almanya’ya gidiş serüveninde babasının kendisine okutmak için verdiği çabayla karşılaşıyoruz. Ancak bu çabanın her tarafında Raif Efendi’yi tanımaya çalışan karakter onu çok düzgün bir isim gibi bize anlatıyor ki temel problem burada. Şimdi satır arasında anlayalım biraz. Rahatsızlanıyor Raif Efendi çalışma arkadaşının yanında. “Babam rahatsız efendim. Yatağından çıkamıyor. Siz içeri buyurun dedi. Bunu söylerken de benim bu kibar muameleye hiç layık olmadığımı kaş ve gözleriyle anlatmak isterdi.” Sabahattin Ali her yerinde, romanın her tarafında kendini aşağılayan bir sistematikten zevk alırcasına bahsediyor. Ezilenlerden bahsediyor. Hep Türk solunun bize anlattığı gibi. “Hastanın yanından çıkıp holden geçerken ortadaki büyük masanın etrafına dizilmiş gördüğüm iki delikanlıyla on beş on altı yaşlarında bir genç kız birbirlerine sokularak benim arkamı dönmemi beklemeden fısıldaşıp gülmeye başlamışlardı. Gülünecek bir tarafım olmadığını biliyordum.” diyen Sabahattin Bey, aynı zamanda Türk halkının dedikodu hastalığını anlatmaktan geri durmuyor. Bu konuda elbette ki hak veriyoruz kendisine ama her seferinde üzerine dedikodu yapılan aşağılanan hep Türk solunu anlatırcasına yapıyor bunları bize. “Boncuk mavisi gözleri, eşya üzerinde bir saniyeden daha fazla duramıyor ve doğduğu andan beri mahkum olduğu sebepsiz bir iç sıkıntısını aksettiriyordu.” derken Raif Efendi’den bahseden ana karakterimiz bize onun temel hayat biçiminde ailesiyle yaşadığı düzenekteki sıkıcılığı öyle bir veriyor ki bir süre sonra sizde de bunalımlar başlıyor. “Bir sanayi mektebini bitirdikten sonra dericilik tahsil etmek üzere nedense İtalya’ya gönderilmiş fakat orada ancak biraz insan bir de mühim adam tavırları almayı öğrenmişti.” derken ailenin içerisindeki bir enişteden bahsetmeden geçemiyor Sabahattin Bey. Çünkü aralarda hiç detayına girmediği ama hikayede vermeye çalıştığı küçük ve ufaklı karakterlerle bizlere hayatımızda karşılaşabileceğimiz kapital düzenin adamlarını anlatmaya çalışıyor. Onların sevilmelerinin sebebinin sadece ve tek başına para olduğunu anlatmaya çalışıyor. Raif Efendi’yle başlayan bu süreç onun hastalanmasıyla devam edecek birazdan. “Yalnız bazı günler birdenbire vahşileşiyor. Gözleri bütün ifadesini kaybediyor.” Raif Efendi’den bahsediyor karakterimiz. “Küçülüyor ve kendisine hitap edildiği zaman yavaş fakat her türlü yakınlaşmayı meneden bir sesle cevap veriyordu. Böyle zamanlarında tercüme yapmayı da ihmal ediyor, çok kere kalemi yanına bırakarak saatlerce önündeki kağıtları seyrediyordu.” Rafi Efendi’nin çalışma arkadaşı bir tercüme yapmakla görevli olan Raif Efendi’yi anlatırken ani vahşileşmeye onu götüren süreçte hep etrafındaki olay kurgusunda patronu bir kapitalist düzenin adamı, çevresindeki ailesinin bu kapitalist düzene uymuş yapısı olarak bize anlatırken bize Türk solunu sevdirmeye çalışacak ama ne yazık ki romanın sonunda ümitsiz bir Türk soluyla karşı karşıya kalacağız. “Uzun zaman uyuyamadım. Raif Efendi beyaz örtülü yatağında kızlarının genç vücutlarıyla, karısının yorgun uzuvlarından odaya yayılan havayı koklayarak ateşler içinde yatıyordu. Gözleri kapalıydı ve ruhu kim bilir nerelerde nerelerde dolaşıyordu.” derken bize Raif Efendi’nin hayatını öğrenmedikçe onun hakkında fikir sahibi olamayacağımızı anlatırken sol anlayışın, yoldaşların tabiri caizse derin fikirlere sahip olup onları öyle tek çırpıda anlayamayacağımızı anlatıyordu bize. “Bütün basit insanlarda olduğu gibi kederden sevince, heyecandan sükunete geçiyor ve bütün kadınlar gibi her şeyi çabucak unutuyordu.” derken Raif Efendi’nin karısının kapital düzen içerisinde yoğrulmuş hayat biçimiyle bizi bir kötülemeye doğru götürmek istiyor ama Sabahattin Bey bunu da eksik veya yarım bırakıyor. “Kim olursa olsun bir insanın yaşamakla ölmek arasındaki büyük köprüde çabalaması korkunç bir şeydi.” derken, Sabahattin Bey bu kitapta bolca kendi intihar serüvenlerinde yaşadığı duygu durumlarını anlatıyor. Ve gençlerimiz de aynı şeyi söylemiyorlar mı? “Hep bir köprünün üzerindeyim. Gelgitler yaşıyorum abi.” demiyorlar mı? Bu gelgitler ne hikmetse 1940’lı yıllardan beri çok muhteşem hikayeler diye önümüze sunulmuş bu hikayelerle müthiş bir ümitsizlik akımıyla bizi adım adım enjekte edilmeye çalışılıyor. “Hasta hala yüzüme bakıyor ve gözleri büyük bir merak içindeymiş gibi parlıyordu. Çünkü acı gözlerdeydi ve gözler parlardı.” Ne hikmetse Türk solunda parlak gözler hep gözümüze sokulmaya çalışılmıştı. “Sizi anlıyorum Raif Bey dedim. Evet gayet iyi anlıyorum. Her şeyimizi insanlardan kıskanmakta haklısınız. Bu defteri yakmak istemenizde doğru fakat bunu bir müddet, hiç olmazsa bir gün geri bırakmaz mısınız?” derken karakterimiz Raif Efendi’nin yazdığı günlüğü eline geçirip o hasta yatağındayken Raif Bey’i anlamaya çalışacak. Peki olay nerede geçiyor? Raif Efendi’nin hikayesi 46. sayfada başlıyor ve sonuna kadar biz Raif Efendi’yi okuyacağız. Buraya kadar ki kısmı Raif Efendi’yi tanımak adınaydı. Bir matruşka misali şimdi Raif Bey’e ulaştık. Olay Almanya’da geçiyor. Raif Bey babasının onu eğitmesi için Almanya’ya gönderiliyor. Ama Raif Bey babasının parasını iç ederek bir yerde çalışan kadına aşık oluyor ve o kadınla bir serüven yaşıyor, geri geliyor. Ve bizden Raif Bey’e acımamız isteniyor ve bu acınası durumun içinden de bir ümitsizlik doğuyor ki kitabı bitirdiğiniz anda her yerinizi kapsıyor ve şöyle diyorsunuz, evet bu hayat ümitsizlik doluymuş. Olay Almanya’da geçiyor çünkü Almanya’da 1930’lu yıllarda geçen bu hikaye Almanya’nın sola kayma ihtimaline karşılık batıda yeni bir Rusya oluşumunun beklentisinin tazelenmiş duygusu verilmek isteniyor. Ezilmiş bir Raif Efendi’yi okuyoruz bu satırlarda ama hep solcuların ve yoldaşların, hep ezik insanlar gibi ezilmiş daha doğrusu, ezilmiş insanlar gibi verilmesi satırlardan akıyor da akıyor. “Babam bu kadar okumama kızar. Bazen romanları atar. Bazen geceleri odama ışık vermezdi.” Ne hikmetse böyle tarihin, Sabahattin Bey biliyorsunuz Aziz Nesin’in de yakın arkadaşıdır. Ne hikmetse bunlar hep acıların çocuğudur. Bitmek tükenmek bilmez acılar, ama topluma ümitvari bir şekilde solun ya da bir komünist matematiğin bize hayat katacağını anlatırlar. Neden başarısızlığı getirdiklerini bir kavramaları için bence yoldaşların bu videoyu seyretmesinde fayda var. “En büyük bir acıya yüzümdeki tebessümü muhafaza ederek tahammül eden bu adamın hayali beni hiçbir zaman terk etmemiştir.” diyerek acılarla yüzleşmeye başlıyoruz. Ve bu başlangıç noktasında biraz ilerlerken Raif Efendi’nin bir resim sergisinde garip bir şekilde Sivas’lı Raif Efendi bir resim sergisine gidiyor ve sürekli oralara takılmaya başlıyor. Ve bir sergide Kürk Mantolu Madonna diye bir resim görüyor ve bunu şöyle anlatıyor: “Andrea del Sarto’nun Madonna delle Arpie tablosundaki Meryem Ana tasvirine insanı şaşırtacak kadar çok benzediği iddia ediliyor ve yarı şaka bir ifadeyle bu Kürk Mantolu Madonna’ya muvaffakiyetler temenni edilerek başka bir ressamdan bahse geçiyordu. Ve sonra günler boyunca bu kadını syretmeye geliyor. “Sarto’nun bu tablosundaki Meryem, düşünmeyi öğrenmiş, hayat hakkındaki hükümlerini vermiş ve dünyayı istihfaf etmeye” yani belirgin kılmaya “başlamış bir kadındı. İki tarafında ibadet eder gibi duran azizlere değil, kucağındaki Mesih’e değil, hatta gökyüzüne de değil, toprağa bakıyor ve muhakkak bir şeyler görüyordu.” derken birazdan resmi çizilmiş kadınla aşk yaşamaya başlayacak olan Raif Efendi ya da Sabahattin Bey’in Türk solundaki erkek tipi gerçek manada karşısındaki kadını bir dava unsuru olarak görmeye başlıyor ki Türk solunda kadınlara yazılmış şiirler ve kadınların önemi dünya sol literatüründe bakıldığı zaman önemli bir yer addeder. Dolayısıyla kitabın bundan sonraki bölümünde kadını bir dava matematiği olarak algılamaya başlamamız istenmiyor. Onlar zaten böyle algıladıkları için solculuğu ya da inanç biçiminde yaşam biçiminde onu kanıksadıkları için bize bu figürlerle doğal olarak böyle anlatılıyor. Ortada hep ulaşılamaz bir kadın var. Galiba Türk solu bu yüzden hiçbir yere ulaşmaktan da kendisi istememesi sonucuyla bunlar yaşanıyor. “Ramazan geceleri onun annesiyle beraber” diyerek Raif Efendi Türkiye’de yaşadığı bir hikayeyi anlatıyor. Ramazan gecesi olmasına dikkat ama. “Elinde bir fenerle teraviye gidişini seyretmek için evden kaçıp kapılarının karşısına gizlenir, fakat bu açılıp dışarı vuran sarımtırak ışıkta siyah feraceli vücutlar görünür görünmez başımı duvara çevirerek, benim burada olduğumu fark edecekler diye titremeye başlardım.” diyerek bir sol kafasının batı dünyasında rahat ettiğini, doğuda Ramazan gibi belli kitleler içerisinde yaşanan hayat biçiminde özgür cinselliklerinden alıkonulduğu anlatılmaya çalışılır. Sarı ışık, özgür cinsellik için önemli bir alt çizgidir bu arada. Efendim burada bu mevzuyu anlatıyor Türkiye’den. Biraz ilerleyelim bu aşkın hikayesini. “Resimde gördüğüm kadını her vaziyette, hatta kucaktan kucağa dolaşırken tasavvur etmek mümkündü. Fakat onu böyle göreceğimi aklıma getirmezdim. Bu halinde zihnimde yaşattığım mağrur, müstağni, kuvvetli iradeli kadınla kıyas edilmeyecek kadar sarih bir zavallılık vardı. Onu demin zannettiğim gibi erkeklerle beraber sarhoş olup dans eder ve öpüşürken görsem daha iyiydi diye düşündüm çünkü bunları ne de olsa isteyerek yapacaktı. Kendini unutarak kapıp koyuvererek yapacaktı. Fakat şimdi yapmakta olduğu bir işi asla istemediği meydandaydı.” diyerek bu sefer resimde çizilmiş kadının bir pavyonvari yerde çalıştığını görür ve birazdan o kadınla tanışacak ve onunla bir aşk serüvenine girişecektir. Yani dava dediğiniz şey ya da onların inanç biçiminde hedef olarak da adlandırılabiliriz bunu yoldaşların kendisine koydukları hedeflerde hep bu iş çetrefilli yerlerde ve kapital düzenin hep kucağına oturtturulmuştur. Hiç ortada gezinen net bir fikir yoktur. Yani komünist matematikte hep kendisine bir düşman arayan tavır vardır. Ha kapitalizm temiz midir diyecek olursanız elbette ki değil. Bununla kıyas edilmeyecek ne berbat tarafları var ama konumuz bu kitap olduğu için bunu ele alıyoruz. Yarınlarda da bir kapitalistin, bir sağcı kapitalistin sözlerini ele alınca sonuçta Sırati Mustakim’in hepsinden nasıl üstün bir şey olduğunu anlarız. “Siz hiçbir şeyin farkında değildiniz. Gözlerinizi ara sıra rahatınızı bozan bir seyirciye çevirdiğiniz halde tanımıyordunuz. Bu dalgınlığınızda garip bir cazibe vardı.” derken işte burada çetrefilleşen bir sol anlayışıyla sürekli göz kaçıran ve gözleriyle bir hakikat arama serüvenini anlatır bize. Takip edilmekten hoşlanan bir kadından bahsediyoruz ki kadını şöyle ifade ediyor, “Sokakta birisinin arkamdan geldiğini hissettim mi bütün tecessüsümü yenerek başımı çevirmemekte ısrar ederim ve bu sırada kafamdan birçok ihtimaller geçiririm. Bu şekilde nasıl geldiğimi anlamadan yol bitiverir.” Çünkü gerçekten izlenmek ve takip edilmek duygusu gerçek manada sürekli önünüzde bir havuç gibidir. Stalin ve Lenin’in toplumlara gösterdiği havuç gibi. Ha bugün ha bugün derken bir türlü gelmeyen mutlulukta ezilen milyonlar, öldürülen milyonlar. “Ben böyleyim işte dedi. Ben garip bir kadınım. Benimle ahbaplık etmek isterseniz birçok şeylere tahammüle mecbur kalacaksınız.” der sanki bir solcu kardeşimizin çekeceği o çilelere işaret eder ve bu yandan yolda gelecek erkeği de şöyle tanımlar. “Dünyada sizden yani bütün erkeklerden niçin bu kadar nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabi haklarıymış gibi insandan birçok şeyleri istedikleri için. Beni yanlış anlamayın. Bu talepleri muhakkak söz haline gelmesi şart değil.” derken Türk solundaki ve dünya solundaki özellikle kadın figürüne bakan erkeğin bunu kadın olarak da görmemesi anlatılır. Biliyorsunuz ki onlarda hep bir yoldaş kafası var. Garip bir şeydir ama sevmeyi hep pavyona taşımak hep korkaklıktan olsa gerek. Sabahattin şöyle anlatır mevzuyu: “O zamana kadar bütün insanlardan esirgediğim alaka, hiç kimseye karşı tam manasıyla duymadığım sevgi sanki hep birikmiş ve muazzam bir kütle halinde şimdi bu kadına karşı meydana çıkmıştı.” Aranan kan bulunmuş oldu. Garip bir ruh hali yaşıyor bu adamcağız. Bir ruh ki ancak sanatla ve sanatkarı tanımadan doyacak çünkü şöyle söylüyor: “Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz? Ben de, o zamana kadarki hayatımın boşluğunu, gayesizliğini sırf böyle bir insandan mahrum oluşumdan bulmaya başlamıştım.” Yani insanın hayatında tamamlayıcı unsur yine cinsellikle örtüştürülüyor. Bir ümit mi arıyorsun hayatında, bir heyecan mı, bu solculuk sağcılık fark etmez bir hedefin mi var? ulaştığında zevki kaçar dedikleri için belki de bugüne kadar bir türlü tadı damakta kalmıyor. “Ruhlarımız için en lüzumlu en kıymetli olan şeyleri birbirimizde bulduktan sonra diğer teferruatı görmemezlikten gelmek. Daha doğrusu büyük bir hakikat için küçük hakikatleri feda etmek. Daha insanca ve daha insaflı olmaz mıydı?” derken bedeni ve nefsi olan ruh ithamını yaptılar ve bu itham karşısında ruhu mecbur bir kalıba aldılar ve hatta ruhu iptal ettiler. Çünkü aşık olduğu kadın bir Yahudi’ydi Raif Bey’in. “Fakat sevmek bunu yapamıyorum dedi kadın ona.” İnsanı sevgisiz kılan geçmişidir demek için bu kadar uzatmaya gerek var mıydı kitabı, bu da ayrı bir mevzuat. Feminizmin yeni değil bahanelerinin de yeni olmadığını kitapta Sabahattin Bey 40’lı yıllarda anlatıyor bize. “Beni yüzde yüz doyurmayan, bana tam manasıyla lüzumlu görünmeyen şeyleri yapmak, beni kendimi kendi gözlerimde küçültüyor. Bilhassa tahammül edemediğim bir şey. Kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu” derken iz bırakmaya çalışıyor. Efendim biliyorsunuz Sabahattin Bey’i Atatürk dahi kabul etmeyip hapse attırırken İsmet Paşa affediyor. Yine Atatürk’e yazılmış bir şiir karşılığında istiklalimizin 10. yılına nispet edilerek. İsmet Paşa’nın Ali’yle devam ettirdiği eğitim sisteminin sebeplerinden biri bu olabilir ki Sabahattin Bey sonrasında Türk Dili’nin önemli bir ismi olarak kabul edilip, devlet görevine alınıyor. “Hiçbir kuvvete dayanmadan beni sürükleyebilecek bir erkek… Benden bir şey istemeden, bana hakim olmadan, beni tezlil etmeden beni sevecek ve yanımda yürüyecek bir erkek.” Ama sadece yanımda yürüyecek. Benimle beraber diyecek. Bu kadın bir Yahudi matematikte yani modern Türk kadınının temelleri sürekli bu argümanla altı çizilmeye çalışılıyor. Yanlış anlaşılmasın, kadınların ezilmişliği değil, bir kültür değişiminin solculukla harmanlanma çabasında birazdan ümitsizlik içimizde patlayacak. Bir genç adam bunu anlamadan okuyunca yaşayacağı duygunun Türkçesi. “Benim bu sözlerimi kesmeden, beni fikrimden çevirmeye ikna etmeye yani yola getirmeye kalkmadan dinleyen ilk erkek sizsiniz.” derken yetiş Sabahattin diyoruz. Sabahattin yetişiyor. “İkimiz de birer insan arıyoruz. Kendi insanımızı.” derken kafama uyarsa, kalbime değil bakış açısıyla karşı karşıya kalıyoruz. Efendim Sabahattin’in çalışma şartlarını öğreniyoruz şimdi. Şöyle diyor: “Muhakkak ki onun kabaresinde çalışmazsan bana bir baron kadar ince kur yapar ve beni kibarlığına hayran ederdi. Fakat kendisinden para alan insanlara karşı birdenbire değişiyor ve buna galiba meslek ahlakı diyor. Kazanç ahlakı dese daha doğru olacak.” Yani kazancınız kadar adam olabilmenin kapitalizmle verildiğini ama doğruya ulaşabilmek için kötüleri yaşamanın da iyi bir şey olduğunu ve hep acınaklı unsurlarda yer aldığını anlatmaya çalışıyor. Efendim lümpenlikle suçlanmıştır solcular tarafından Sabahattin Ali. Galiba bu bölümde onun altı çiziliyor. “Bana sen dediniz farkında mısınız? Evet… İstemiyor musunuz? Ne demek? Teşekkür ederim! Of! O kadar çok teşekkür ediyorsunuz ki! Biz Şarklılar çok kibar insanlarızdır. Ne düşünüyordum biliyor musunuz? O adam sizi öptü ve ben hiç kıskanmadım. Sahi mi? Ve niçin kıskanmadığımı merak ediyorum. Uzun uzun bakıştık. İtimatla birbirimizi araya araya bakıştık. Bana biraz da kendinizden bahsetsenize.” diyerek aşk serüvenine geçiyoruz. Ama geçebilmek için altı çiziliyor, kıskançlık Şarkta yoktur ve olmamalıdır çünkü bu matematikle yetişecek bir çocuk ancak gerçek bir doğruya kızlarla beraber yürüyebilir. “Garip bir şey ama bu fikir yakınlığı her noktada aynı şekilde düşünmenin neticesiydi. Gerçi bunda bir tarafın fikrini kabul edip kendisine mal etmeyi diğer tarafın evvelden hazır bulunmasının da tesiri vardı. Fakat karşısındakinin her kanaatini doğru bulup benimsemek için vesile aramak da bir nevi ruh yakınlığı alameti değil miydi?” derken Hristiyan gibi görün, Yahudi gibi yaşa. İşte yeni Sivaslı Raif Bey’in özet hikayesini okudunuz. “Onun da benden hoşlandığı, beni aradığı muhakkaktı fakat arkadaşlığımızı başka sahalara götürmek için asla vesile vermiyordu.” diyerek saygılı bir ilişkinin sebebinin Sabahattin’in dünyasının yatakta bittiğiyle, ruhunu sadece bir ilkeye başlamasıyla ve birleşince biteceğini öğretmiş oluyorlar ki Türk solu ölünce işe yararsın mantığını çocuklarımıza 80’li yıllarda öğrettiğine biz şahidiz ama gençlerimiz görmediler, Allah da bir daha göstermesin. “Aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati ve bazen derin olabilen sevgi değildir. O büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki nereden geldiğini bilmediğimiz gibi günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilemeyiz halbuki arkadaşlık devamlıdır.” diyerek aşkın bizim Türk hikaye tarihimizde en aşağılık tariflerinden birine imza atılmış olur. “Bırak bu akşam kendimizden ayrılalım. Farz et ki biz, biz değiliz. Burayı dolduran bir sürü insandan biriyiz. Zaten onların da bakalım hepsi göründükleri gibi mi? İstemiyorum. Kendimi herkesin akıllısı ve duygulusu yerine koymak istemiyorum. İç ve gül.” Elindeki içkiyle felsefe yapma raconu anladığım kadarıyla buradan geliyormuş. Ayık kafayla insanlar bizi anlamıyor anlayışı Türk soluna zannedersem böyle başlamış. Sabahattin iki sosyopatla dünyayı kurtarma peşinde olsa gerek ki şu ifadelere yer veriyor, “Halbuki dünyada sana aşık olmamı icap ettiğini, sana da aşık olmadıktan sonra hiç kimseyi sevemeyeceğimi, bütün ümitlerimi terk etmek lazım geleceğini gayet iyi biliyorum fakat elimde değil. Demek ki ben böyleyim.” Bunu olduğu gibi kabul etmekten başka çare yok. Efendim burada Sabahattin Bey kızdan yavaş yavaş aydınlanıyor, o hayatını değiştiriyor ama kızdan ayrılarak, kızı bırakıp Türkiye’ye kaçıyor. Sonra kıza aşık olduğunu zannediyor. Evet aşıkmışım diyor çeşitli hikayelerden sonra ve sonra yıllar sonra kadının hamile kaldığını, ondan bir kızı olduğunu, kadının da öldüğünü öğreniyor. Yani bir de çocuğu doğuyor. Ve fotoğrafın sonunda çok acıklı bir şey var. Ümitsizlik şöyle aşılanıyor ve Raif Bey’e ne güzel bir şey yapmışsın dememiz bekleniyor. Nazım Hikmet’te olduğu gibi. İnsanlara kızmama imkan yoktu. Çünkü insanların en kıymetlisi, en iyisi, en sevgilisi bana en büyük kötülüğü etmişti. Diğerlerinden başka bir şey beklenebilir miydi? İnsanları sevmeme ve onları tekrar yaklaşmama da imkan yoktu çünkü en inandığım en güvendiğim insanda aldanmıştım. Başkalarına emniyet edebilir miydim?” diyerek insanoğlunun bu serüvende ümitsiz bir yaşamla hayata bağlanabileceği anlatılırken sonda bir vahşet duygusuyla karşı karşıya kalıyoruz ki şimdi size onu anlattım. Sevgili yoldaşlar, Türk solunun bugüne kadar neden geride kaldığını merak ediyorsunuz. Ben size cevap vereyim. Hayatınızda bütün bu kurguların temellerini atan önemli isimlerden birisi olan Sabahattin Ali ve benzerlerinin size hayatınız boyunca aşılamaya çalıştığı şey hep ümitsizlik oldu. Ümitsizlikte bir şeyi başarabileceğinizi anlatmaya çalıştılar. Hep yorgun bir solcudan, hep aşağılanmış bir solcudan bahsettiler. Halbuki hayat ümittir. Peki nasıl olacak abi bu? nereden başlanır? Türk solu nereden ayağa kalkar diye soruyorsan eğer ben sana seccadeleri, medreseleri, mescidleri adres göstereceğim. Sen sonda güleceksin, alta da komik yorumlar yapacaksın. Burada değil, öteki tarafta görüşürüz. Ama oraya bırakmazsan burada da muhabbetimiz iyidir.
Kürk Mantolu Madonna
Kürk Mantolu MadonnaSabahattin Ali · Panama Yayıncılık · 2019314bin okunma
··
916 görüntüleme
`Vaveyla okurunun profil resmi
Çok haklı bir inceleme 😇😍
rukíчє okurunun profil resmi
"Ümit, imanın meyvesidir."
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.