Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Pera'da Bir İnfilak (2020 Kasım Ayı Hikaye Etkinliği)
Yazıyoor yazıyor, Atamızın evine bomba atıldığını yazıyooor... Çınlıyordu gazete satan çocuk. Yeterince ciddi durması gerektiğini biliyordu. Hem gazeteyi satmak hem de haberin ciddiyetini bir palto gibi üzerine giyinmek zorundaydı. Zaten kendisine doğru gelenler de ciddiydiler. Yüzleri asıktı, yoğun bir Salı gününün akşamıydı. Milli babasına yapılan saldırıyı seslendirirken elinde bir bayrak gibi salladığı şey İstanbul Ekspres gazetesinin aynı gün yapılan ikinci baskısıydı. Ortalama tirajı yirmi bin kadarken, o gün iki yüz doksan bin basmıştı. Nedenini çocuk da bilmiyordu, sadece seslendirmekten sorumluydu. Denize doğru baktı. İskeleye yanaşmakta olan vapur tıklım tıkışık doluydu. Sanki bir kutlama vardı, her gün böyle olmazdı. Çocuk ticaret öğreniyordu, kutlamanın sebebini düşünmeyi bırakıp elindeki gazeteri düşürmeden iskeleye doğru koştu. Vapurdan inenler gazeteye bakmadılar. Yazılanları çoktan beridir biliyorlardı anlaşılan. Pek İstanbulluya da benzemiyorlardı, Beyoğlu’nun ne tarafta olduğunu kestirmeye çalışıyorlardı. Topluluk ilerledi. Peşlerinden giden yaşlıca adam en arkadan takip ediyordu. Üzerine dayanarak yürüdüğü bir bastonu vardı. Çocuk daha dikkatli baktığında bunun bir baston değil, ağzı yere doğru bakan bir kazma olduğunu gördü. Anlamsızdı, sahilde mezar olmazdı ki. Sonra durdu, ama Atatürk Yunanları denize gömmemiş miydi. Demek, bu yaşlıca amca da o günleri arıyordu. Çocuğa yaklaştı, eline bir gazete aldı. Baş sayfaya bakarken bir zafer gülümsemesi belirdi. Çok da güzel yazmışlar vallah, yazacak dediydiler de bu gadder olur, sen burda dolaşma get evine, dedi. Sivas’tan, Trabzon’dan, Kastamonu’dan, Erzincan’dan bu vapur ile gelmişti. Adımlarını hızlandırıp sürüyü takibe devam etti. Çocuk bir paralık gazeteyi yere doğru indirirken arkalarından baktı, hepsinin ellerinde kazma ve kürekler belirmişti. Anlaşılan niyetleri tek bir mezar kazmak değildi. . Mama!! Mon papa est ici! Çocuk kapıya doğru koşmaya başladı. Babasının maskesi çok ciddi, çok karanlık olurdu. Eve geldiğinde maskeyi bir kenara bırakır ve kendini çok zayıf gösterdiğini bildiği o zıpır gülümsemesini gösterirdi. Elinde bazen bir oyuncak olurdu, bazen de Şekerci Belifante’den alınmış ve bayramın geldiğini haber veren bir masapan kutusu. Ceketini astıktan sonra hoşgeldin seramonisi devam ederdi. Bugün farklıydı. Baba maskeyi çıkarmayı unutmuştu, çok dalgındı. Sanki hayatını düşünmekteydi; bar mitzvadan hemen sonra babasının yanında ticarete başlamış, ergenlik heyecanını Fincancılar yokuşunu turlayarak dizginlemişti. Bugüne alnı açık gelmişti; başarı geçmişi de o akşamki zihni kadar dolu doluydu. Anneye baktı, haberi ağzından çıkardı, onlar için gelen bir kalabalık vardı. Kaçamayız geliyorlar, dedi. Anne, kendisinden uzaklaşmakta olan eşyalarına göz gezdirdi. Hepsi oldukları gibi huzurlu kalmak isteyen nesnelerdi. Atılıp yakılacak olduklarını, insan hakkı ile kirli olan ellerde yıpranacaklarını bilmediklerinden her zamanki sakinliğini koruyorlardı. Ama çocuk öyle değildi. Korkuyordu, babasının söylediklerine korkuyordu ama neden korktuğunu anlayamıyordu. Masaya oturup düşünme seansına başladılar. Kazmalar ve kürekler onların evine de gelirler miydi, gelseler polis asker onları engeller miydi, sadece yüz metre uzaktalardı, acaba haberleri var mıydı. Eşyaların hangilerini alabilerlerdi, aldıktan sonra nereye gidebilirlerdi. Dakikalar, heyecanlı bir sahneyi izlemek istercesine hızlı ilerliyordu. Kapı çalındı, gelen Mösyö Fresko idi, komşu. Çok acelesi vardı, elinde bir demet Türk bayrağı sallıyordu. Bir tanesini uzattı, hemen kapıdaki boyayı kapatacak şekilde asmalarını söyledi. Baba, bu ayetin tefsirini çözmeye çalışırken, anne gözlerini dikmiş kırmızı çarpı işaretine bakıyordu. Çok yeni olmalıydı, onu çizen kadar kişiliksiz görünüyordu. Söylendiği gibi hemen üstünü bir başka kırmızı ile kapattılar, bu bez parçasını çok severlerdi. Kovulsalar da, hakarete uğrasalar da, tüm varlıklarına yüklenen vergiyi ödeyemeyip kamp köşelerinde ölseler de yine de sevgileri solmamıştı; korumak artık o bezin göreviydi. Yaklaşan sesleri dinlerken, akşam loşluğunu aydınlatan alevin sıcaklığını hisetmeye başlamışlardı. Kalabalık, ortaçağın bu akşamında, hainleri yakmaya başlamıştı ev ev, dükkan dükkan. Baba, görevinin verdiği son bir cesaretle eğilerek cama yaklaştı, elini de kapıya astığı temsili zeytin dalına işaret edecek şekilde havada tuttu. Hemen kapısının önünde kalabalığa konuşan, onları ikna etmeye çalışan bir milli kahraman gördü. Bu, antik zamandan bu yana müşterisi olan Kemal Bey idi. O evin bir müslümana ait olduğunu söylüyor, söylüyor ve bir kere daha söylüyordu. Nefesi, ortalıktaki tozdan kesiliyor, yine de ağzından fışkırmaya devam ediyordu. Sürü, tepişerek üst caddeye yöneldi. Kapı aralandı ve kırk gün süren o gecede çölü aşmış haliyle Baba ortaya çıktı. Görünüşte terlemiş, üzeri kirlenmiş ve yüzü sararmıştı, eğilmeye istemsizce devam ediyordu; fakat gözleri başka bir filmi yansıtıyordu. Bunu kaç defa yaşaması gerekiyordu, cevap beklemeden sordu. Yine varlığı sorun yaratmıştı, yine harcanmak zorunda bırakılmış, yine huzuru elinden alınmış ve yine yabancıydı. Gözünü, onu hep güler yüzlü gören müşterisinden başka bir yana çevirdi. Ters dönmüş haliyle sokak ortasında duran Mösyö Meşulam’ın arabasıydı. Cadde, içinden gürül gürül duman akan bir ırmak halindeydi. Kenarlardan sarkan şeyler, akan suya kendini kaptırmamaya çalışan ot dalları değil, Mösyö Blum’ün dükkanından sarkan el yapımı perdelerdi. Baba, dumanın kaynağını bulmak için göz gezdirdi, aile tarihinin büyük bir kısmını kaplayan yangınlardan çok çekmişlerdi. Verdistan, yangınıyla ünlüydü. Kalabalık sürü, geride bıraktıkları caddenin ortasına bir anıt dikmişti. Bu anıtın taşları; Taşyan, Taşis ve Taşikoların günlük eşyalarıydı. Hafızalar küle dönüyordu. Avizeleri, buz dolaplarını nasıl çıkarabilmişlerdi, anlamıyordu. Hepsi, bir arada, sapkınlar olarak ortaçağ alevinin içinde dans ediyordu. . Gece, dumanın içinde kayboldu. Havada artık oksijen değil, dostluk ve sadakat küllerinin arasında uçuşan hıçkırıklar vardı. Sokak artık bunu soluyacaktı. Nefessiz kalanlar, bir sıhhat nefes için başka diyarlara gidecek, tüm dedelerini geride bırakacak ve nesiller boyunca ananelerini sürdürmek üzere toprakların kutsalına göçeceklerdi. Geride kalan bu dumanlı havayı seven, tüyleri kül rengine boyanmış kurtlar, sokağı kendi bölgesi olarak kırmızı boyalarla işaretlemiş, muzaffer bir sürünün bireyleri olarak uluyacaklardı. Gün, 1955’in Elul 7'si idi. --- (Gerçek bir olaydan esinlenmedir)
inaktif
inaktif
··
126 görüntüleme
Melike okurunun profil resmi
Emeğinize sağlık son cümleye kadar muhakkak gerçek bu yaşananlar dedirtti :)
Osman Y. okurunun profil resmi
Eline sağlık , keşke hepsi kötü bir rüyadan ibaret olsaydı..
inaktif okurunun profil resmi
Teşekkür ederim Osman
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.