Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Babam, fırsat buldukça Edremit'e gider, hem aile efradını, hem çocukluk arkadaşı şair Mustafa Seyit Sutüven'i yoklar, hem de en büyük aşkı olan dağlarda, özellikle Kaz dağında kendi başına gezerdi. Böyle dağ gezmelerinden birinde başından geçen bir olayı anneme traji-komik bir öykü gibi anlatıyor mektubunda. Bu mektup tarihsiz ama galiba 1944 yılının yaz aylarında yazılmış."Bugün yine tek başıma dağlara çıktım, fakat az kalsın başım derde giriyordu. Dün gece Edremit'de iki casus yakalamışlar, herifler polisin elinden kaçmış, karanlıkta kaybolmuşlar. Bir tanesini birkaç nefer tutmuş, fakat o da bir neferi öldürdükten sonra kaçmaya muvaffak olmuş. Bunun üzerine bütün köylere haber gitmiş. Kahverengi elbiseli, pembe gözlüklü, kısa boylu, şişmanca ve kumral bir casus kaçtı, nerede bulursanız yakalayın, teslim olmazsa vurun diye emir gelmiş. Paşa dağlarındaki yörük köylerinden geçerken korucular beni yakaladılar. Tarife uyuyor diye köyden köye götürdüler. Hatta bir yerde ellerimi arkama bağlamaya kalktılar. Bereket versin candarma telefonu olan bir köye geldik de kaymakama telefon ettim. Adam benim ahpabım hemen bıraktırdı. Yoksa geceyi köylerde, candarma karakollarında geçirecektim. Tesadüfün münasabetsizliğine bak. Casus meselesi tam benim dağa çıkacağım güne rastlıyor... Mustafa Seyit işin alayında, oh olsun diyip duruyor. Kaymakam da kahkahayı basıyor. Ama benim altı saat güneşin altında köyden köye dolaştığım, beş altı korucunun muhafazasında, arkamda köylü çocukları, casus yakalandı diye gezdiğim yanıma kâr kaldı."Çirkince" öyküsünde de yine dağlara, dağ köylerine ve genelde doğaya duyduğu karşı koyulmaz aşkını, hatta aşk acısını, insanın doğayı saygısızca kötüye kullanması karşısındaki isyanını şu cümlelerle dile getiriyor:"Hele Çirkince... Hele bu yedi sekiz yüz hanelik dağ köyü... Daha uzaktan, çamların ve zeytinliklerin arkasından, hafif çivitli beyaz evlerinin camları parıldayan, meydanlarını ırı çınarların gölgelediği küçük Kum kasabası... Bu kadar güzel bir yere nasıl olup da 'Çirkince' adını verdiklerine çocukluğumdan beri şaşar dururdum. Muntazam kaldırımlı tertemiz sokaklarında, bizi misafir eden yüzbaşının kızlan ve mahallenin Rum çocuklarıyla nasıl koşuşmuş, iğde ve ayva dallarından yaptığımız kağnıları katır tırnaklarıyla nasıl süslemiş, çam kabuğundan kayıkları her köşe başında şarıl şarıl akan çeşmelerin yalaklarında nasıl yüzdürmüş, karaağaçlara tırmanıp kopardığımız yaprakları kuzulara nasıl yedirmiş ve sık çalılar arasında topladığımız kuzukulaklarını dişlerimiz kama şana kadar nasıl yemiş ve doymamıştık... (otuz yıl sonra) Köyü baştan başa dolaştım. Bu sekiz yüz evli küçük kasabada, şimdi belki elli aile bile oturmuyordu. Buraya mübadil olarak yerleştirilen muhacirler, tütüncü oldukları için incirlerini, zeytinliklerini yok pahasına satmışlar, hatta birçok ağaçları kışın kesip yakmışlar, sonra her bin bir tarafa dağılmışlardı... Eskiden kayısı, erik ağaçlarının sıra sıra dizildiği, beyaz güllerin asma gibi evin duvarına sardığı, yolları çakıl döşeli bahçede şimdi bir köşeye yaslanmış ve eski kapılardan yapılmış bir tavuk kümesinden başka hiçbir şey yoktu." Troya savaşının çıkmasına neden olan Tanrıçalar arası ilk güzellik yarışmasının cereyan ettiği m itolojik mekan Kazdağı (İda Dağı) ile genel olarak dağlar ve dağların rüzgarla ilişkisi, Sabahattin Ali'nin öykülerinde sık sık ve döne dolaşa sözü getirdiği leitm otif'ler sanki."Güneş Sarıkız'ın arkasına girmiş, bulunduğumuz yeri birden bire artan serin rüzgarlara bırakmıştı. Eteklerine kadar çam, oradan denize kadar zeytin ormanlarıyla örtülü olan Kazdağı'mn bu yamacında saatlerce süren bir akşam başlamıştı. Güneş, bin yedi yüz metrelik dağın arkasına adeta vaktinden evvel saklanmakla, günün bu en güzel zamanını sanki isteye isteye uzatıyordu. Midilli tarafından esen bir rüzgar körfezin girinti ve çıkıntılarında kırılarak boyuna yolunu değiştiriyor, suların üzerinde ayrı ayrı taraflara koşuşan dalgacıklar meydana getiriyordu. Güneşin, Madra Dağlar'ımn üstündeki bulutlara vurarak onları kızıllaştıran ve oradan tekrar denize akseden son ışıklan, başka başka istikametlerde kırışan sularda türlü renkler yaratıyordu. Dağın eteklerine sıralanan ve bazen hemen önümüze kadar yükselen tepeler, birbiri üstüne yığılmış karanlık bulut kümeleri gibi görünüyordu. Daha uzaklarda, Ayvalık'm karşısındaki Cunda adasının alçak tepeleri, Kazdağı oralara siper olmadığı için hâlâ güneşin kırmızı ışıkları içinde yanıyor; biraz daha arkada, Midilli'nin o taraflara kadar uzanan kollarına karışıyordu."
42 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.