Kitaba baktığımda aklımda ilk canlanan şey Adolf Hitler oluyor. Köprülü'nün, Hitler'e hayranlığı olup olmadığı zihnimi bir süre meşgul ediyor. Sonrasında Nureddin Topçu'nun evinde asılı olan üç fotoğraftan birisinde 2. Dünya Savaşı'nın günah keçisi ilan edilen Adolf Hitler oluşu geliyor aklıma. Almanya hüsrana uğradıktan sonra Milli Şef'in bıyıklarını kestiğini ve diğer vekillere kesme talimatı verdiğini de öğreniyorum. 1. Dünya savaşında mahvedilen Almanya'nın milliyetçilerinin intikam duygusu yanında diğerleri çok mu masum kalıyor? Tüm bu sorular cevap aramadan geçiştiriyorum..
Sonrasında kitabın adındaki 'mutasavvıf' kelimesi dikkatimi celp ediyor. Mutasavvıf, tasavvuf, sufi, sofu, tarikat, mürit, halife, dergâh, tekke, zaviye, Teoman Duralı hocanın deyişiyle filosof kelimeleri zihnimde canlanıyor. Daha kitabı açmadan zihnimde intibalar oluşmaya başlıyor.
Sosyal ilimler alanındaki en büyük profesörlerimizden olan Fuad Köprülü bu eserin ilk baskısını 28 yaşında iken 2.5 senede tamamlıyor. Böyle bir eserin hakkını verebilmek için Tarih, Edebiyat, İslâm, Sosyoloji alanlarında ilim sahibi olmak gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden kitabı açtığınızda Mehmed Fuad'ın kariyeri hakkında malumatlar içermesinin kitabı okuyacaklar için önemli olduğuna inanıyorum. Bu kariyerde birisi bu işin hakkından gelebilir inancı ile başlıyorum okumaya..
Eser iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Hoca Ahmet Yesevi çevresinde işlenirken ikinci bölüm Yunus Emre çevresinde ele alınıyor. Başlangıç kısmında Türklerin İslâmiyetle alakaları, tasavvuf, eserin yazılış amacı, tarzı ve özeleştirisi yapılıyor.
Birinci bölümün ilk kısmında Ahmet Yesevi'ye kadar Türk edebiyatı, dönemin eserleri, metinleri, alimleri, toplumsal yapı hakkında bilgiler veriliyor. Sonrasında Ahmet Yesevi'nin menkıbevi ve tarihi hayatı ayrı ayrı ve özenle işleniyor. Ahmet Yesevi'nin hocaları, halifeleri, yayılışı etki ettiği diyarlarla ilgili bilgiler, tahminler, fikirler... Sonrasında Yesevi tarikatı ve bu tarikattan doğan tarikatlar işleniyor. Sonrasında Ahmet Yesevi'nin Divanı Hikmeti hakkında tüm yönleriyle muhteşem bir inceleme. Tabi sadece bununla sınırlı kalmıyor. Kaşgarlı Mahmut, Edip Ahmet Yükneki hayatları ve eserlerine de değinilip bunlar üzerine edebi, lisani, sosyolojik vb... karşılaştırmalar yapılıyor. Birinci bölümün sonunda yazar değerlendirmeler yaprak neticeleri kaleme alıyor.
İkinci bölümde aynı yol bu sefer Yunus Emre üzerinden izleniyor. Yunus Emre'nin etkilendiği ve etkilediği mutasavvıflar, o dönemde Anadolu'daki Arabi-Farisi edebiyatın ve alimlerin etkileri, eserleri.. vb hakkında bilgiler veriliyor. İkinci bölümün sonunda yine değerlendirmelerle neticeler aktarılıyor.
İki mutasavvıf şairin benzerlikleri, edebiyatta, sosyal hayatta, din anlayışında bıraktıkları etkiler, tespitler, değerlendirmeler, kaynaklar insanın başını döndürüyor¹ diyebilirim.
Elimizdeki eserin dilinden bahsetmek gerekirse, eserin 4. baskına sahibiz. Köprülü, talebesi F.A. Tansel ile 2. baskıda tasfiye ve sadeleştirme çalışmaları yaparken ne yazık ki beklenmedik bir trafik kazası geçiriyor. 6-7 ay sonra da vefat ediyor. Tensel bey, hocası ile başladığı metodda çalışmaları tamamlayarak Dr. Orhan F. Köprülü'nün de katkılarıyla baskıya hazır hale getiriyor. Dolayısıyla eserin dili 21. asrın ruhu yaralı Türkçesi'ne de uygun hale getiriliyor.
Eserin sonuna geldiğimizde bir çok hisse kapılıyorum. Bunlardan birisi, bu toprakları vatan haline getirişimizde kılıç payının tahminimden az oluşu. Yani bir devleti kısa sürede yıkabilir, bir günde haraca bağlayabilir, topraklarınıza katabilirsiniz ama vatan haline getirmenin ne kadar zor, uzun ve meşakkatli olduğu daha iyi öğreniyorum bu kitapla. Tasavvufun, şairlerin Anadolu'nun vatan haline getirilişinde, Türkçe’nin olgunlaşmasında, Farsça karşısında ayakta kalmasında ne kadar mühim ve siperane bir rol aldığını fark ediyorum. Yanlış anlaşılmasın, Farsçanın da Arapça'nın da dilimize vatanımıza katkısı tartışılamaz. Mevlana'nın adını anmak bu hususta ziyadesiyle yeter diye düşünüyorum.
Yunus Emre olmasaydı, tasavvuf şiiri olmasaydı Türkçe ayakta kalabilir miydi? Türklük, Türkçe ne durumda olurdu, Türk vatanından bahsedebilir miydik?
Eserin bende uyandırdığı tasavvurlardan bir tanesi yazarın adıyla da müsemma Boğaz Köprüsü oluyor. Kitap, Hoca Ahmet Yesevi ve Yunus Emre etrafında işleniyor demiştim. Bu iki Mutasavvıf şair boğaz köprüsünün iki direği olarak zihnimde canlanıyor. İki direği birbirine bağlayan, kenetleyen her halat, her demir nasıl ki bir şey ifade ediyor bir vazife görüyor ise zihninizde öyle tasavvur edin bu insanları, onların etkiledikleri, etkilendikleri kişileri, milletin inşasına bir de bu açıdan bakın. İslâmın, Türkçenin, Alplerin, Gaza beylerinin, bu köprünün inşasında birer demir, tel, halat,çakıl tanesi olduğunu tasavvur ediyorum. Bu köprünün mimarı Allah'a hamdü senalar olsun. Bu vatana sebep olan her bir parçaya ne kadar teşekkür etsek azdır. Teşekkür etmek bir adımdır sadece. Boğaz köprüsü yıkıldığında onu telafi edebilirsiniz, daha güçlü daha elverişli bir hale getirebilirsiniz başka köprüler de var diyebilirsiniz. Ama bu vatanı vatan haline getiren köprüyü yıkarsanız, bağlarına kentlerine zarar verirseniz, yıkılmasına göz yumarsanız ya da o köprüyü görmezden gelirseniz işte onu telafi edemezsiniz.
Bu eseri okurken aklımı sürekli işgal eden Mustafa Kemal'in şu sözünü paylaşmak istiyorum: “Ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat medeniyet (uygarlık) tarikatıdır.
Ehli tasavvufun ret ehli politikanın baş tacı edildiği bir çağda, kimseyi bununla yargılamak niyetinde değilim elbette.
Şu konuda haklı olarak içerleniyorum. Tasavvufu kötülüyoruz, küçümsüyoruz ama kültürümüzü birileri hakir gördüğünde, gösterdiğinde Yunus Emrelere, Mevlanalara sarılan yine bizler oluyoruz. Sonrasında yine politikanın acı reçetelerine boyun eğen yine bizler oluyoruz.
Eserin zihnimde uyandırdığı bir başka tasavvur Fırat nehri oldu. Kitaba başlamadan önce Fatsa'dan Urfa'ya oradan Antep'e bir yolculuk gerçekleştirdim. Divriği Camiyi görebilmek için bu kez farklı bir güzergah tercih etmiştim. Farklı duygular yaşadım bu seyahatte. Fethi ağabeyin yazılarında hasretle bahsettiği Arapgir'i de görmüş olduk farklı bir hüzün oluştu, rahmet olsun. Sonrasında harabeye dönmüş ve sanki terk edilmiş köyler görmek, bomboş ovalar ve bozkırlar beni iyiden iyiye hüzne soktu. Atalarımızın o mücadeleleri geldi gözümün önüne. Canlarını uğruna feda ettikleri toprakların yetim bırakılışı bir yanda sosyal mecrada vatanın bir karış toprağı için savaşmaya hazır milyonlar diğer yanda. Savaşın top sesi ile izafe edildiği bir çağda bu tür çelişkilerle yüzleşmek, başbaşa kalmak kırıyor hevesimi.
Şahlanan bir atın saçlarını andıran Fırat üzerinden geçiyorum Keban'da. Oradan Hazar gölünün eşşiz güzelliğine ulaştığımda, İsmet Özel'in ve Neşet Ertaş'ın muazzam sözleri dokunuyor kalbime: "Birbirine gönülden bağlı olanların bağını koparamazsınız, çünkü gönüllerin birbirine nereden bağlı olduğunu asla bilemezsiniz." "Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez" Aklına böyle şeyler nerden geliyor diyebilirsiniz. Daha önceden bu devasa ve harika gölün etrafında gezme, çay içme birkaç kez fırsatım oldu. Bu kadar güzel gölü besleyen bir akarsu yoktu etrafında. Bu kez Keban üzerinden Sivrice'ye inince Fırat nehri ile Hazar gölünün gönül bağını hissettim. Öyle bağlar tesis olunuyor ki, ummadığınız anda, ummadığınız yerde koruyor, kurtarıyor, güzelliklere sebep oluyor neticede hayrete gark ediyor. Ne bağlar vardır daha kim bilir..
3 hafta geçiyor aradan Gaziantep'e giderken tekrar Fırat Nehri üzerinden geçiyorum. Umutlarım artıyor. Sonra haritayı açıp Fırat'ı izliyorum, yakınlarında akarsu bağı olmayan göller, kopacak dediğiniz yerde tekrar genişleyen pes etmeyen diyar diyar gezen bu nehir Dicle Nehri ile kavuşup Hazar Denizi'ne Karadeniz'in dağlarından aldığı emaneti bırakıyor. Bir tasavvuf silsilesi gibi hatta daha fazlası. Tarikat yol demektir. Bir yerden bağlanan yollar sonra ayrılarak birleşerek örümcek ağını andırıyor. Anadolu'yu İslâm ile yoğurup vatan haline getiren tasavvuf ağı. Ben de bu eseri okuma bahtına yolculukta eriştim. Vatanımın kıymetini anlamak için okuduğum bu eserin manasını hissedeyim diye vatanım el birliği yaptı sanki. Suyun sızladığını bir nebze tatmış oldum.
1: Baş dönmesinden bahsediyordum. Bu kitabı takdir etmek haddim değil. Büyükler küçükleri takdir eder. Dolayısıyla bu esere 10 puan verecek seviyede değilim. 9 puan verecek seviyede hiç değilim!