Sessizin PayıSessizin Payı, Nurdan Gürbilek’in 2015 yılında yayımladığı, derinlemesine bir düzeyde mazlum-zalim kıyaslaması içeren denemeler kitabı.
"Patikalarla manzara arasında bölünmüş denemelerden oluşuyor Sessizin Payı. İmgelerle kavramlar, duygularla düşünceler, edebiyatla politika arasında gidip gelen denemeler... "
Yazar ile ilk tanışıklığım olan bu eserden oldukça memnun kaldım. Metinler arasında ve her bir metnin kendi içerisinde, ayrı ayrı öyle bağlantılar yakalayıp kurulmuş ki, hayran kalınası. Gürbilek’in bilgi birikimi ve bu birikimini okura aktarma çabası gerçekten muazzam, böyle olunca da okuma süreci daha verimli, daha doyurucu bir hal alıyor ister istemez. Bu nedenle kııymetli yazarımızın cümleleri eşliğinde kitabı anlatmamın da, daha uygun olacağı kanısındayım.
Kitabımız, ismi ile müsemma olarak, genel anlamda sessiz kalmak zorunda bırakılan susturulmuşların sesi mahiyetinde...Satır aralarında tarihin ve edebiyatın tanıklık ettiği birçok zalim kişiliğin usulca sesleri duyulsa da, bu seslerden daha ziyade, mazlumların çığlıkları yükseliyor eserde.
İlk önce adalet kavramını masaya yatırıyor Gürbilek. Bunun için öyle ağız ya da klavye dolusu söz kullanmıyor. Örnekleri açık, kısa ve net: Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sı, yakın tarihimizde karşı karşıya kaldığımız 12 Eylül darbesi ve darbe sonrası yaşananlar, bir zamanlar Fransız sömürgesindeki Cezayir'in, Ulusal Kurtuluş Cephesi, Lyon kasabı olarak dünyaya nam salmış Gestapo üyesi Klaus Barbie'nin davası gibi konular adaletin sorgulanması için biçilmiş birer kaftan olarak okura sunuluyor.
"Kuşkusuz suç işledim, yasayı ihlal ettim. Tamam, beni idam edin, bu iş burada bitsin.
Ama madem öyle, insanlık kurtarıcılarını da idam edin." Eğer yasa dediğiniz buysa, diyordu Raskolnikov, evet ben suçluyum; ama bir zahmet siz de sorun kendinize: Neden yasa koyucular kan dökünce suçlu olmuyor da ben suçlu oluyorum? "Niçin bir kenti kuşatıp halkını topa tutmak daha saygın bir biçim sayılıyor, işte bunu bir türlü anlayamıyorum."
Suç ve Ceza'dan dört yıl sonra Savaş ve Barış'ta bu kez Tolstoy sorar: "Milyonlarca insanın yüce idealler uğruna düpedüz cinayet işlediği bir dünyada kim adaletten söz edebilir?"
12 Eylül darbesi ve yaptırımcıları da payına düşeni alıyor denemelerden."Türkiye'de kapitalizmin ekonomik siyasi tıkanmışlığı olağan yöntemlerle giderilemediği için gerçekleşti 12 Eylül. Toplumsal muhalefet başka türlü bastırılamadığı, işçi sendikaları başka türlü etkisizleştirilemediği, Türkiye tarihinde görülmedik ölçüde kitleselleşen sol muhalefet başka türlü susturulamadığı, her türlü yasal ya da yasadışı muhalefetten arındırılmış bir toplumsal sahnede "ekonomik istikrar" başka türlü sağlanamadığı için yapıldı. O yıllarda köşe yazarları darbenin Türkiye ekonomisi için önemli bir fırsat olduğunu açık açık yazdılar: 'Kapitalist arena' nın kurulması için uygun ortamı yaratma olanağı 'Türk askerinin eline geçmiş tarihsel bir fırsat' tı.
Gürbilek, bunları söylerken yargısız infaz yapmıyor elbette, birebir belgeleri de dipnotlarda veriyor okura:
"Darbeli Kalemler'de bu tür yazıların birçok örneği var. Şu cümleler Refik Erduran'ın "Fırsatlar" adlı yazısından: "Türkiye ekonomisi kapitalizmin de sosyalizmin de dışında, bürokrat-dolapçı ortaklığa dayalı, müzmin bir arpalık düzenidir. Bütün bu girişimcilerin desteksiz ve hilesiz yarıştırıcı bir kapitalist arenaya dönüştürülmesi ileri bir adım olacaktır. İşte o yönde gerekli yasal ayıklamaları yaparak uygun ortamı yaratma olanağı şimdi Türk askerinin eline geçmiş tarihsel bir fırsattır." Milliyet, 16 Eylül 1980, Darbeli Kalemler, s. 249-51."
Derken vicdan sorgulamasına geçiyor Gürbilek, bunun için de, "Bugün vicdanı konuşurken keşke karşımızda Tolstoy kadar kuvvetli bir figür, o kadar rahatsız bir vicdan olsaydı. Madem yok, onunla tartışacağız." diyerek
yaşamıyla, ideolojileriyle ve yapıtlarıyla, edebiyat dünyasında bir vicdan ve ahlak sembolü olarak yer etmiş Tolstoy'u mercek altına alıyor.
Tolstoy yorumcuları edebiyatçı Tolstoy'la ahlakçı olanı birbirinden ayırır. Birincisi dünya edebiyatının en büyük romanlarından ikisinin, Savaş ve Barış ile Anna Karenina'nın yaratıcısıdır. İkincisi topraklarını yoksul köylülere dağıtma fikriyle kafasını bozmuş, Hıristiyanlıkla anarşizm arasında gidip gelen tuhaf bir Rus düşünürü... Tolstoy'un neredeyse bütün romanlarında doğruyu arayan bir adam vardır: Shopenhauer, Spinoza, Hegel ya da Kant okuyan, doğrunun kitaplarda kalmasına gönlü razı olmayan, tıpkı Tolstoy'un kendisi gibi yoksul köylülerin durumunu iyileştirmek için reformlar tasarlayan bir büyük toprak sahibi. Savaş ve Barış'ta yüce idealler uğruna kan dökülen, imparatorların bir gün savaşıp bir gün el sıkıştığı, insanların tarihin dizginlenemez akışı önünde bir kibrit çöpü gibi sürüklendiği kaotik savaş ortamında Piyer Bezuhov sorar ahlak sorusunu: "On altıncı Louis'yi suçlu saydıkları için idam ettiler, bir yıl sonra gene bir şeyler ileri sürerek bu kez onu idam edenleri öldürdüler. O halde kötü olan nedir? İyi olan ne? Neyi sevmeli? Nelerden nefret etmeli? İnsan ne için yaşamalı?"Şan, şeref, aşk, aile, vatan, kişisel zevk: Neye göre çizeceğim hayatımı?
Bir sonraki bölümde sosyal eşitsizliği, yoksulluğu ve yoksulluğun çocuklarını, Türk edebiyatının alanında öncü isimleri Orhan Kemal ve Kemalettin Tuğcu üzerinden irdeliyor Gürbilek. Tuğcu romanlarını avutucu birer masal olarak kabul eden yazar, Kemal eserlerini ise açlık ve onur mücadelesini ayyuka çıkaran sosyalist eserler olarak niteliyor.
"Önce ekmek" dediğine bakmayın. "Haysiyet yenir mi, içilir mi?" diye sorması, yoklukla haysiyet arasındaki teselli ipini koparmak için. Önce ekmek, nargileler, buzlu rakılar, aynı zamanda utançsız bir yaşamdan yana kullanıyor oyunu Orhan Kemal.
Tuğcu'nunki merhamet, Orhan Kemal'inki değil. Şefkat ama merhamet değil...
Ardından okuru, Peyami Safa'nın Fatih Harbiye'si ile Fatih-Beyoğlu güzergahında bir Doğu-Batı sentezi yolculuğuna çıkarıyor Gürbilek. Lakin bu yolculukta; Gezi olaylarından, LGBT’lere, Alevi sorunlarından, Kürt sorunlarına, kapitalizmden Cumhuriyete kadar,
yer yer günümüzden esintilere denk geliyoruz. Kutuplaşma ve kutuplaşmanın olası sonuçlarına dem vurduğu bu bölümde yer yer Cemil Meriç ve Yakup Kadri 'nin de sesleri çalınıyor kulaklarımıza.
"Fatih-Harbiye'nin muhafazakar edebiyatın kült yapıtlarından biri olması bizi yanıltmasın. "Türk inkılabı"nın ideoloğuydu Peyami Safa . Fatih-Harbiye'den yedi yıl sonra yayımladığı Türk İnkılabına Bakışlar'da Kemalizmi milli organizmanın kangren olmuş taraflarını kazıyıp çıkaran bir "büyük ameliyat" olarak yüceltir."
"Taksim 'den büyük Kazlıçeşme var, demişti Başbakan. Yanlış yorum:
Fatih-Harbiye yarığının açıldığı değil, bir süreliğine kapandığı andı Gezi. Bir imkanın ufukta yanıp söndüğü an. Şimdi Gezi'yi bekleyen tehlike, iktidarın onu ısrarla çağırdığı yere, Fatih-Harbiye kırığına yerleşmesi olur. Cumhuriyeti savunayım derken, suçlarını gözardı etmek olur. Gezi'yi başkalarına karşı bir eşik olarak yükseltecek kendinden memnun bir Gezi hatırasına, bir Gezi kompartımanına hapsetmek olur."
Benim en haz aldığım son bölümde ise hem kendine hem de okuruna, "Yazı neyi kurtarır?" diye soruyor Gürbilek. Yine Dostoyevski' nin hayatından girizgahlarla açtığı denemesini, başta Coetzee eserleri olmak üzere, Primo Levi ,Kafka, Beckett, Bilge Karasu, Vüsat O. Bener, Tanpınar, Oğuz Atay, Ayhan Geçgin gibi yazarlar üzerinden sürdürüyor ve Adorno ile nihayete erdiriyor. Ana temasına yine toplumsal vukuatları yerleştirerek, edebiyat ile siyaset ilişkisi, yazarların toplumun kanayan yaralarına yaklaşım biçimleri, bu aşamada karşılaştıkları zorluklar gibi konulara değiniyor.
""Auschwitz'den sonra şiir yazmak barbarlıktır" çoğu Adomo yorumcusu tarafından bir şiir yasağı olarak değerlendirildi. Oysa cümlenin kendisinin de çoktan yakalandığı bir problemler ağından söz ediyordu Adomo. Alman demokrasisinin vahşeti bir teknik arızaymış gibi normalleştirmesine, ölüm kamplarını uygarlığın ilerlemesinde nahoş bir kazaymış gibi geçiştir mesine, Auschwitz'den sonra kültürün hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edebileceği varsayımına karşı çıkıyordu. Auschwitz zengin bir felsefi-estetik-bilimsel birikimin ortasında, insanların akşam Goethe okuyup gündüz Auschwitz'de işbaşı yaptığı bir kültürde gerçekleşmişti. Öyleyse bu birikimde, özerk olduğu varsayılan kültürün kendisinde bir yanlış olmalıydı."
Sessizin Payı'nda, Sevgili Nurdan Gürbilek, kaleminden nasibini almış tüm yazarlar gibi, kendisinin de sessizlerin sesi olarak, sessizlikten üzerine düşen payı aldığını okura göstermiş oluyor. İyi bir araştırmacı, iyi bir okur, iyi bir yazar ve iyi bir vatandaş olmanın ötesinde Nurdan Gürbilek iyi de bir moderatör olduğunu ispat ediyor...