Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

( kitabın ozeti niteliğinde) “-mustafa mond üçüyle de el sıkıştı; fakat konuşmasına vahşi'ye hitap ederek başladı. "demek uygarlıktan pek hoşlanmadınız, bay vahşi," dedi. vahşi, denetçi'ye baktı. kendini yalan söylemeye, kabadayılık taslamaya, somurtkan bir biçimde tepkisiz kalmaya hazırlamıştı; fakat denetçi'nin yüzündeki güleryüzlü zekâdan aldığı güvenle dobra dobra gerçeği söylemeye karar verdi. "hayır." başını salladı. bernard irkilip dehşete kapıldı. denetçi ne düşünecekti? uygarlıktan hoşlanmadığını belirten birinin dostu olarak mimlenmek - üstelik açık açık, hem de denetçi'nin yüzüne söylemişti -korkunç bir şeydi. "fakat john," diyecek oldu. mustafa mond'un bir bakışı sefil bir şekilde susması için yetti. "tabii," diyen vahşi kabullenmek zorunda kalarak devam etti, "bazı güzel yanları da yok değil. örneğin, yayınlanan bütün o müzikler..." "bazen bin tane telli çalgı mırıldanır kulaklarımda, bazen de insan sesleri." vahşi'nin yüzü ani bir zevkle aydınlandı. "siz de mi okudunuz?" dedi. "bu kitabı burada, ingiltere'de kimsenin bilmediğini düşünüyordum." "neredeyse hiç kimse bilmez. ben çok az sayıdaki insandan biriyim. yasaklanmıştır. fakat burada yasaları ben koyduğum için, çiğneyebilirim de." bernard'a dönerek, "cezadan muafım ben, mr. marx," diye ekledi. "korkarım bu sizin için geçerli değil." bernard, daha da umutsuz bir ızdıraba gömüldü. "fakat niye yasaklandı?" dedi vahşi. shakespeare okumuş bir insanla karşılaşmanın heyecanıyla, geçici bir süre için başka her şeyi unutmuştu. denetçi omuzlarını silkti. "çünkü eski; asıl nedeni bu. burada eski şeyler işimize yaramaz." "muhteşem olsalar bile mi?" "özellikle de muhteşemseler. güzellik çekicidir ve biz insanlarımızın eski şeylere kapılmalarını istemeyiz. yeni şeyleri sevmelerini isteriz." "ama yeni şeyler öyle aptalca ve korkunç ki. içinde sürekli dolanan helikopterlerin olduğu, insanların öpüşmelerini hissedebildiğiniz o oyunlar." suratını buruşturdu. "keçiler ve maymunlar!" iğrenme ve nefretini açıklayacak sözcükleri, yalnızca otbello'da bulabilmişti. denetçi, parantez içinde konuşurcasına mırıldandı: "yine de güzel ve uysal hayvanlar." "niye bunların yerine otbello'yu izlemelerine izin vermiyorsunuz?" "size söyledim ya, eskiler. üstelik, anlamaz insanlar." evet, doğruydu. helmholtz'un romeo ve juliet'e nasıl güldüğünü anımsadı. kısa bir suskunluktan sonra, "öyleyse othello'ya benzeyen yeni bir şey olsun, o zaman anlayabilirler." uzun bir sessizliğe son veren helmholtz, "işte hepimizin uzun süredir yazmak istediği de bu," dedi. "ve de asla yazmayacağınız şey," dedi denetçi. "çünkü eğer gerçekten othello'ya benzerse kimse anlayamaz, ne kadar yeni olursa olsun. yeni olursa da, othello'ya benzeyemez." "neden olmasın?" "evet, neden?" diye tekrarladı helmholtz. durumun tatsız gerçeklerini o da unutmuştu. sadece endişe ve korkudan mosmor olan bernard, diğerlerinin varlığının bilincindeydi; diğerleri, kendisini göz ardı ediyordu. "neden olmasın?" "çünkü bizim dünyamız othello'nunkiyle aynı değil. çelik olmadan araba yaratamazsınız - aynı şekilde, sosyal çalkantı olmadan da trajedi yaratamazsınız. dünya şu anda istikrara kavuşmuş durumda. insanlar mutlu; istediklerini alıyorlar ve ulaşamayacakları şeyleri de asla istemiyorlar. refahları yerinde; emniyetteler; hiç hastalanmıyorlar; ölümden korkmuyorlar; ihtiras ve ihtiyarlıktan habersiz ve bundan da çok memnunlar; veba gibi bir illet olan anne ve babaları yok; güçlü duygular hissedecekleri eşleri, çocukları ve sevgilileri yok; şartlandırmaları uyarınca davranmaları gerektiği gibi davranmak zorundalar. herhangi bir sorun çıkması durumunda da soma var. siz de tutup, özgürlük adına pencereden savurdunuz, bay vahşi. özgürlük!" güldü. "bir de deltaların, özgürlüğün ne olduğunu bilmelerini bekliyordunuz! şimdi de othello'yu anlamalarını bekliyorsunuz! vah güzel çocuğum vah!" vahşi bir süre sustu. "yine de," diye inatla ısrarını sürdürdü, "othello güzel, o duyusal filmlerden daha güzel." "elbette güzel," dedi denetçi. "fakat istikrar karşılığında ödememiz gereken bedel işte bu. mutluluk ile eskiden insanların güzel sanatlar dediği şey arasında seçim yapmak gerekiyor. biz, güzel sanatlardan fedakârlıkta bulunduk. onun yerine duyusal filmlerimiz ve kokulu orgumuz var." "ama hiçbir şey ifade etmiyorlar." "kendilerini ifade ediyorlar. dinleyicilere hoş duygular ifade ediyorlar." "ama... ama gerizekâlının biri anlatıyor öyküyü." denetçi güldü. "dostunuz mr. watson'a kabalık ediyorsunuz. kendisi, en seçkin duygu mühendislerimizden biridir..." helmholtz iç karartıcı bir tonla, "haklı ama," dedi. "çünkü gerçekten ahmakça. söylenecek bir şey yokken yazmak..." "kesinlikle. fakat bu, en büyük yaratıcılığı gerektiriyor. mümkün olan en az çelikle bir dört-teker yapıyorsunuz - elinizde salt duygudan başka hiçbir malzeme olmaksızın sanat eseri yaratıyorsunuz." vahşi kafasını salladı. "hepsi çok korkunç görünüyor bana." "elbette görünecek. ızdırap karşılığında kazanılan şeylerle kıyaslandığında, şu andaki mutluluk çok sefil kalır. ve tabii ki istikrar, istikrarsızlık kadar gösterişli değildir. mutlulukta, şanssızlığa karşı verilen mücadelenin ihtişamlarından hiçbiri yoktur. günahla mücadelenin, veya ihtiras ya da şüphe nedeniyle ölümüne alt üst oluşların görkemini bulamazsınız mutlulukta. mutluluğun yüce bir yanı yoktur." kısa bir suskunluğun ardından, "sanırım öyle," dedi vahşi. "fakat o ikizler kadar da korkunç olması gerekmiyor!" montaj masalarında uzun sıralar halinde dikilen tıpatıp cücelerin, brentford tekraylı istasyonunun girişinde kuyrukta bekleyen ikiz sürülerinin, linda'nın ölüm döşeğinin çevresinde kaynayan insan-kurtların ve kendisine saldıranların sonsuz tekrarlanan suratının görüntülerini hafızasından silmek istercesine elini gözlerinin önünden geçirdi. bandajlı sol eline bakıp ürperdi. "korkunç!" "fakat ne kadar yararlı! görüyorum ki bokanovski gruplarımızdan hoşlanmamışsınız; ancak sizi temin ederim ki bu gruplar, her şeyin üzerine inşa edildiği temeli oluşturmaktadır. bu gruplar, devlet denen jeti sapmasız rotasında, dengede tutan ciroskoptur." denetçi'nin derin sesi heyecandan titriyordu; el hareketleri tüm uzamı ve karşı konulamaz makinenin atılımını anlatıyordu. mustafa mond'un söylevi, neredeyse sentetik standartlara ulaşmıştı. "merak ediyordum," dedi vahşi, "niye yaptınız onları? o şişelerden her istediğinizi elde etmeniz mümkün. bu aşamadayken niye herkesi alfa çift artı yapmıyorsunuz?" mustafa mond güldü. "gırtlağımız kesilsin istemiyoruz da ondan," dedi. "mutluluğa ve istikrara inanıyoruz. alfalardan oluşan bir toplum, eninde sonunda istikrarsız ve sefil olmaya mahkûmdur. çalışanlarını sadece alfaların oluşturduğu bir fabrikayı düşünün - yani ayrı olan ve akrabalık bağları olmayan, iyi bir mirasa sahip, özgür (sınırlar dahilinde) iradesiyle seçim yapabilecek ve sorumluluk alabilecek bireylerden oluşsun. bir düşünün!" diye tekrarladı. vahşi düşünmeye çalıştı, ama pek başarılı olamadı. "abes bir durum olurdu. alfa olarak şişeden alınmış, alfa olarak şartlandırılmış bir insan, epsilon yarı moronların işini yapmak zorunda kalsaydı çıldırırdı -çıldırır ya da her şeyi kırıp dökmeye başlardı. alfalar, alfa işi yaptırmak koşuluyla, tamamıyla sosyalleştirilebilirler. epsilonlara özgü özverileri yalnızca epsilonlardan bekleyebilirsiniz, çünkü epsilonlar için bunlar özveri değil, en az direniş sınırıdır. şartlandırması, koşması beklenen çizgiyi zaten çizmiştir. elinde değildir, yazgısı önceden belirlenmiştir. şişeden alındıktan sonra da şişede kalmaya devam eder -çocuksu ve embriyonik saplantılarla dolu görünmez bir şişede. elbette her birimiz," düşünceli bir biçimde devam etti, "bir şişede geçiririz yaşamımızı. ama eğer alfa isek, şişelerimiz görece büyüktür. daha dar bir alanla sınırlandırılsaydık, sürekli acı çekmemiz gerekirdi. üst sınıfların yapay şampanyasını alt sınıfların şişelerine dökemezsiniz. teorik açıdan bariz bir gerçektir bu. fakat pratikte de böyle olduğu kanıtlanmıştır. kıbrıs deneyinin sonucu inandırıcıydı." "bu deney neydi?" dedi vahşi. mustafa mond gülümsedi. "buna yeniden şişeleme deneyi de denebilir. f.s.473 yılında başladı. yöneticiler, kıbrıs adasının tüm sakinlerini boşaltıp özel olarak hazırlanmış, yirmiikibin alfadan oluşan bir grup yerleştirdiler. tüm kültürel ve endüstriyel donanım kendilerine devredildi ve kendi işlerini kendileri idare etmek üzere bırakıldılar. sonuç, tüm teorik öngörüleri tam olarak doğallar nitelikteydi. toprak uygun şekilde işlenmemişti; bütün fabrikalarda grevler çıkmış, yasalar hiçe sayılmış, emirlere karşı konulmuştu. düşük seviyeli işlerde görev verilen bütün insanlar, yüksek seviyeli işler için sürekli entrikalar çeviriyor, buna karşılık olarak da yüksek seviyede çalışan insanlar, ne pahasına olursa olsun konumlarını korumak için entrikalar çeviriyorlardı. altı yıl geçtiğinde birinci sınıf bir iç savaşa girdiler. yirmiikibin insandan ondokuzbini öldüğünde, kurtulanlar hep birlikte dilekçe yazıp, dünya denetçileri'nden adanın yönetimini tekrar üstlenmelerini istediler. denetçiler isteneni yaptılar. işte bu da dünyanın görüp göreceği tek alfa toplumunun sonu oldu." vahşi derin bir nefes aldı. "optimum toplum," dedi mustafa mond, "buzdağı örneğine göre kurulur - dokuzda sekizi su seviyesinin altında, dokuzda biri üstünde." "su seviyesinin altındakiler mutlu mu pekiyi?" "üstündekilerden daha mutludurlar. buradaki dostlarınızdan daha mutlular, örneğin." parmağıyla işaret etti. "o berbat işlere rağmen mi?" "berbat mı? onlar öyle düşünmezler. aksine işlerini severler. işleri hafiftir, çocuk oyuncağıdır. beyinleri ya da kasları asla zorlanmaz. yedi buçuk saat hafif, yormayan iş, sonra da soma istihkakları, oyunları, sınırsız çiftleşmeleri ve duyusal filmler. başka ne isteyebilirler ki? doğru," diye ekledi, "daha kısa çalışma saatleri isteyebilirler. biz de onlara daha kısa çalışma saatleri verebiliriz. teknik olarak, alt sınıfların iş gününü üç ya da dört saate indirmek çok basit bir şeydir. ama bu onları daha mutlu eder miydi? hayır, etmezdi. yüzelli yıldan daha uzun bir süre önce denenmişti. irlanda'nın tamamında dört saatlik iş günü uygulanmıştı. sonuç ne oldu? kargaşa ve soma tüketiminde büyük bir artış, hepsi bu. o üç buçuk saatlik boş zaman bir mutluluk kaynağı olmaktan o kadar uzaktı ki, insanlar o boş zamandan kurtulmaya çalışıyorlardı. buluşlar ofisi, emekten tasarruf planlarıyla dolup taşmakta. binlercesi var." mustafa mond eliyle bolluk işareti yaptı. "peki niye uygulamaya koymuyoruz? emekçilerin kendi menfaatleri için; onlara fazla boş zaman ızdırabı çektirmek zalimlikten başka bir şey olmaz. tarımda da böyle bu. istesek her ürünü sentetik olarak üretebiliriz. ama üretmiyoruz. nüfusun üçte birini tarlada tutmayı yeğliyoruz. kendi menfaatleri gereği - çünkü gıdayı topraktan elde etmek, fabrikada üretmekten daha uzun sürüyor. üstelik istikrarımızı da düşünmek zorundayız. değişmek istemiyoruz. her değişim, istikrar için bir tehdit unsurudur. işte size yeni buluşları uygulama konusunda temkinli davranmamız için bir sebep daha. salt bilim konusunda yapılan her buluş, yıkıcılık potansiyeli taşır; bazen her bilim dalına olası bir düşman muamelesi yapmak gerekir. evet, bilime bile." "bilim mi?" vahşi kaşlarını çattı. bu sözcüğü tanıyordu. ama gerçek anlamını çıkaramıyordu. shakespeare ve köyün yaşlıları bilimden hiç söz etmemişlerdi, linda'nın söylediklerinden hayal meyal bir fikir edinebilmişti: bilimle helikopter yapılırdı, bilim, mısır dansları'na gülmene sebep olurdu, yüzdeki kırışıklıkları ve dişlerin dökülmesini önleyen bir şeydi. denetçi'nin kastettiği şeyi anlayabilmek için kendini zorladı. "evet," diyordu mustafa mond, "bu da istikrar maliyetinde bir başka kalem. mutlulukla uyuşmayan tek şey sanat değil, bilim de uyuşmuyor. bilim tehlikelidir; büyük bir özenle ağzına gem vurmak ve zincire bağlı tutmak zorundayız." şaşkına dönen helmholtz, "ne?" dedi. "fakat sürekli, bilimin her şey olduğunu söylüyoruz. beylik bir hipnopedik öğretidir bu." "onüç yaşla onyedi yaş arasında haftada üç kez," diye tamamladı bernard. "ve de üniversite'de yürüttüğümüz bütün bilim propagandası..." alaycı bir şekilde, "evet; ama ne tür bilim?" dedi mustafa mond. "siz hiç bilimsel eğitim almadınız, onun için bir yargıya varamazsınız. ben kendi zamanımda oldukça iyi bir fizikçiydim. fazlasıyla iyiydim - bütün bilimlerimizin bir yemek pişirme kitabından başka bir şey olmadığını anlayacak kadar iyiydim. geleneğe uygun yemek pişirme teorisini kimsenin sorgulamasına izin verilmeyen bir kitap ve yemek tarifleri listesine, aşçıbaşından özel izin almaksızın ek yapılamaz. şu anda aşçıbaşı benim. ama bir zamanlar meraklı bir aşçı yamağıydım. kendi başıma birşeyler pişirmeye başladım. aykırı yemeklerdi, yasak yemekler. aslında biraz da gerçek bilimdi." denetçi sustu. "sonra ne oldu?" dedi helmholtz watson. denetçi iç geçirdi. "sizin başınıza gelecekler, az kalsın benim de başıma geliyordu. bir adaya gönderilmek üzereydim." bu sözler üzerine canlanan bernard, sert ve yakışıksız bir biçimde davranmaya başladı. "beni bir adaya göndermek mi?" ayağa fırlayıp koşarak geldi ve denetçi'nin önünde durarak el kol hareketleriyle konuşmaya başladı. "beni gönderemezsiniz. hiçbir şey yapmadım ben. diğerleri yaptılar. yemin ederim diğerleriydi." suçlarcasına helmholtz ve vahşi'yi gösterdi. "ah, lütfen beni izlanda'ya göndermeyin. görevimi yapmaya söz veriyorum. bana bir şans daha verin. lütfen bir şans daha tanıyın." gözlerinden yaşlar gelmeye başladı. "söylüyorum size, onların suçuydu," diyerek ağlıyordu. "izlanda olmasın. ah, lütfen ford hazretleri, lütfen..." ani ve aşağılık bir hareketle denetçi'nin önünde dizlerinin üstüne çöktü. mustafa mond kendisini yerden kaldırmaya çalıştı, ama bernard alçakça yalvarmakta ısrarlıydı; sözcük selinin ardı arkası kesilmiyordu. sonunda denetçi dördüncü sekreterini telefonla aramak zorunda kaldı. "üç adam getirin," emrini verdi, "ve mr. marx'ı bir yatak odasına koyun. sağlam bir soma buharı uygulayın, sonra da yatağa yatırıp kendi başına bırakın." dördüncü sekreter dışarı çıkıp üç tane yeşil üniformalı uşakla geri geldi. bağırmaya ve zırlamaya devam eden bernard, dışarı çıkarıldı. kapı kapanırken, "duyan da boğazı kesilecek sanır," dedi denetçi. "oysa birazcık aklı olsa, cezasının aslında bir ödül olduğunu anlardı. bir adaya gönderiliyor. anlamı şu, dünyanın her tarafından gelen en ilginç erkek ve kadınlarla tanışacağı bir yere gönderiliyor. şu ya da bu nedenle cemaat hayatına aykırı düşecek kadar bireyselliğinin farkına varmış bir sürü insan. düzenden memnun olmayan, kendi bağımsız düşünceleri olan insanlar. kısacası, biri olmayı başaran herkes. size neredeyse imreniyorum, mr. watson." helmholtz güldü. "öyleyse siz niye bir adada değilsiniz?" "çünkü ben, sonunda bunu tercih ettim," dedi yönetici. "bana seçenek tanıdılar; ya saf bilimle uğraşmaya devam edebileceğim bir adaya gönderilecektim, ya da zaman içinde başarılı olarak gerçek bir denetçilik pozisyonuna yükselebileceğim denetçiler konseyi'ne katılacaktım. bunu seçtim ve bilimden vazgeçtim." kısa bir sessizlikten sonra, "bazen, bilimden vazgeçtiğim için pişmanlık duyuyorum," diye ekledi. "mutluluk zor zanaat - özellikle de konu başkalarının mutluluğu olunca. insan eğer sorgulamaksızın kabullenmeye şartlandırılmamışsa, mutluluk, gerçekten çok daha zor bir uğraş." derin bir nefes aldı, yine sustu, sonra daha canlı bir ses tonuyla konuşmayı sürdürdü. "ne yapalım, görev görevdir. insan kendi tercihlerine başvuramaz. ben gerçekle ilgilenirim, bilimi severim. ne var ki gerçek, bir tehdittir, bilim ise kamu için bir tehlike oluşturur. faydalı olduğu kadar da tehlikelidir. bize, tarih boyunca ulaşılan en istikrarlı dengeyi sunmuştur. çin'deki istikrar bile, kıyaslandığında son derece güvensiz kalır; ilkel anaerkil toplumlar dahi bizden daha sağlam değillerdi. tekrarlıyorum, bu, bilim sayesinde olmuştur. ama bilimin yaptıklarını bilimin bozmasına izin veremeyiz. bu yüzdendir ki bilimsel araştırmaların kapsamını sınırlamaktayız -bu yüzden az daha bir adaya gönderi-liyordum. bugünün acil sorunları dışında başka bir şeyle uğraşmasına izin vermiyoruz bilimin. diğer bütün araştırmaları büyük bir özenle geri çeviriyoruz. tuhaftır," dedi ve bir süre sustu, "fordumuz'un yaşadığı dönemlerde insanların bilimsel ilerleme konusunda yazdıklarını okuyorum da. sanki başka hiçbir şeye bakılmaksızın, bilimin sonsuza dek ilerlemesine izin verilebileceğini düşünüyorlarmış gibi görünüyor. bilgi en yüce iyilikmiş, gerçek ise en yüce değer; diğer her şey ikincil ve önemsizmiş. doğru, o zamanlar bile düşünceler değişmeye başlamış. bizzat fordumuz'un kendisi, vurguyu gerçek ve güzellikten alıp rahatlık ve mutluluğa taşımak için büyük uğraşlar vermiştir. seri üretim bu değişimi zorunlu kılmıştır. evrensel mutluluk, çarkları sabit bir şekilde döndürür; gerçek ve güzellik bunu yapamaz. tabii, kitleler siyasi iktidarı ele geçirince, mutluluk, gerçekle güzelliğin yerini aldı. ancak yine de sınırsız bilimsel araştırmaya izin veriliyordu. insanlar, egemen erdemler gerçek ve güzellikmişcesine konuşmaya devam ediyorlardı. ta ki dokuz yıl savaşları'na kadar. işte o zaman başka havadan çalmaya başladılar. etrafında şarbon bombaları patlıyorken gerçek ya da güzellik veya bilginin esamisi bile okunmaz. dokuz yıl savaşları'ndan sonra bilim kontrol edilmeye başladı. o günlerde insanlar, iştahlarının bile kontrol altına alınmasına razıydılar. huzurlu bir yaşam uğruna her şeyden ödün verilebilirdi. o günden beri de kontrolü sürdürmekteyiz. tabii, gerçek için pek iyi olmadı bu. ama mutluluk için çok iyi oldu. bedelsiz hiçbir şey yoktur. mutluluğun bedelinin ödenmesi gerekir. siz bu bedeli ödüyorsunuz, mr. watson - ödüyorsunuz, çünkü güzellikle fazla ilgileniyorsunuz. ben de gerçekle fazla ilgilenmiştim; ben de bedelini ödedim." uzun bir sessizliğe son vererek, "ama siz bir adaya gitmediniz," dedi vahşi. denetçi güldü. "işte öyle ödedim. mutluluğa hizmet etmeyi seçerek. başkalarının mutluluğuna, kendiminkine değil." kısa bir aradan sonra devam etti. "dünyada bu kadar çok ada olduğu için şanslıyız. onlar olmasa ne yapardık, bilmiyorum. herhalde hepinizi ölüm odalarına kapatmak zorunda kalırdık. aklıma gelmişken, mr. watson, tropik bir iklim olsun ister miydiniz? marquesas adası, örneğin; yoksa samoa mı? yoksa daha canlandırıcı bir yer mi istersiniz?" helmholtz içi hava dolu koltuğundan kalktı. "bütünüyle kötü bir iklimi tercih ederim," dedi. "eğer iklim kötü olursa insan daha iyi yazabilir, diye düşünüyorum. mesela, bol rüzgârlı ve fırtınalı bir yer..." denetçi, başını sallayarak hoşuna gittiğini gösterdi. "cesaretinizi seviyorum, mr. watson. gerçekten çok seviyorum. ancak resmi olarak da bir o kadar sakıncalı buluyorum." gülümsedi. "falkland adaları'na ne dersiniz?" "evet, sanırım iyi olur," dedi helmholtz. "şimdi de izin verirseniz, gidip zavallı bernard'ın nasıl olduğuna bakmak istiyorum." yalnız kaldıklarında, "sanat, bilim -epey yüklü bir bedel ödemişsiniz mutluluğunuz için," dedi vahşi. "başka bir şey?" "evet, din de var tabii," diye yanıtladı denetçi. "tanrı denen bir şey vardı - dokuz yıl savaşları'ndan önce. ama az daha unutuyordum, herhalde siz tanrı konusunu iyi biliyorsunuzdur." "şey..." diye vahşi tereddüt etti. yalnızlıktan ve geceden söz etmek istiyordu, ay ışığında soluk görünen platodan, uçurumdan, loş karanlığa dalıştan, ölümden söz etmek istiyordu. konuşmak istiyordu; fakat sözcükleri bulamıyordu. shakespeare'de bile bulamıyordu. bu arada denetçi odanın diğer tarafına geçmiş, kitap raflarının arasında duvara gömülü büyük bir kasanın kilidini açıyordu. ağır kapı yaylanarak açıldı. karanlıkta el yordamıyla arayan denetçi, "sürekli ilgimi cezbeden bir konu olmuştur benim için," dedi. siyah kalın bir cildi çekip çıkardı. "mesela, bunu okumuş olamazsınız." vahşi, kitabı aldı. yüksek sesle okudu: "eski ve yeni ahitleri içeren kutsal kitap." "bunu da." kapağı olmayan küçük bir kitaptı. "isa'nın taklidi." "bunu da okumamışsınızdır." bir cilt daha uzattı. "dinsel deneyimin türleri. yazan william james." yerine dönüp oturan denetçi, "böyle bir sürü kitabım var," diyerek devam etti. "eski pornografik kitaplardan oluşan büyük bir kolleksiyonum var. tanrı kasada, ford raflarda." kahkaha atarak ifşa ettiği kütüphanesini işaret etti -raflar dolusu kitap, gözler dolusu okuma makinesi bobini ve ses kayıt bandan. kızgın bir sesle konuşan vahşi, "eğer tanrı'yı biliyorsanız niye onlara anlatmıyorsunuz?" diye sordu. "tanrı hakkındaki bu kitapları niye vermiyorsunuz insanlara?" "onlara othello'yu neden vermiyorsak, bunları da aynı nedenle vermiyoruz: eskiler de ondan; yüzlerce yıl öncesinin tanrı'sını anlatıyorlar. şimdinin tanrı'sını değil." "ama tanrı değişmez ki." "insanlar değişir ama." "ne fark eder?" "öyle bir fark eder ki," dedi mustafa mond. yeniden ayağa kalkıp kasaya gitti. "kardinal newman adında bir adam vardı," dedi. "kardinal," diye açıkladı, "büyük cemaat şarkıcısı gibi biriydi." "'bendeniz, güzel milano'muzun kardinali, pandulph.' shakespeare'de okumuştum." "şüphesiz okumuşsunuzdur. evet, dediğim gibi, kardinal newman adında biri vardı. ah işte, kitap da burada." çekip çıkardı. "hazır değinmişken bunu da çıkarayım. maine de biran diye biri yazmış. bu adam bir düşünürdü, eğer düşünürün anlamını biliyorsanız." vahşi hazırcevap bir biçimde, "yeryüzü ve gökyüzündeki şeylerden daha azını hayal eden biri," dedi. "çok doğru. biraz sonra size hayalini kurduğu şeylerden birini okuyacağım. bu arada, bu eski büyük cemaat baş şarkıcısı'nın söylediklerini dinleyin." kitabın bir kâğıt parçasıyla işaretlenmiş yerini açtı ve okumaya başladı. '"sahip olduğumuz şeyler bize ne kadar aitse, biz de o kadar kendimize aitiz. kendimizi biz yaratmadık, kendimizden üstün olamayız. bizler kendimizin efendileri değiliz. biz tanrı'ya aitiz. öyleyse meseleye kendi mutluluğumuzun penceresinden bakamaz mıyız? kendimize ait olduğumuzu düşünmek, mutluluk ya da rahatlık sebebi olabilir mi? genç olanlar ve refah içinde yaşayanlar böyle düşünebilirler. böyleleri, her şeye sahip olmanın yüce bir şey olduğunu düşünebilirler; çünkü kimseye bağımlı olmamayı, görünmeyen hiçbir şeyi düşünmek zorunda olmamayı, sürekli bir-şeyleri kabullenmenin sıkıcılığından, sürekli dua etmekten ve başkalarının iradelerini etkileyişlerinin sorumluluğundan muaf olmayı kendi tarzları sayarlar. ancak zaman geçtikçe onlar da bütün insanlar gibi, bağımsızlığın insanlara özgü bir şey olmadığını -bunun doğal bir durum olmadığını bir süre idare edebileceğini, ama bizi güven içinde sona taşıyamayacağını anlarlar...'"mustafa mond sustu, ilk kitabı bırakıp diğerini aldı ve sayfalarını çevirdi. "bunu dinleyin, örneğin," dedi ve derin sesiyle tekrar okumaya başladı: '"insan yaşlanır; içinde o derin zayıflık hissini, kayıtsızlığı, rahatsızlığı hisseder, bütün bunlar ilerleyen yaşla gelir; böyle hissedince de sadece hasta olduğunu düşünür, bu can sıkıcı durumun belli bir nedeni olduğunu düşünerek korkularını bastırır ve hastalıktan kurtulduğu gibi bu durumdan da kurtulmayı ümit eder. boş düşünceler! yaşlılığın bir hastalık olduğu, korkunç bir hastalık olduğu düşünceleri. yaşları ilerledikçe insanları dine yönelten şeyin ölüm ve ölümden sonraki şeylerin korkusu olduğunu söylerler. fakat kendi deneyimim beni şu inanca yöneltti: böyle korku ve düşüncelerden apayrı olarak, dinî duygular biz yaşlandıkça gelişme eğilimi gösterirler, çünkü ihtiraslarımız ateşini yitirdikçe, hayal güçlerimiz ve duygularımız köreldikçe aklımız daha rahat işler hale gelir, bir zamanlar aklımızı çelen imgeler, arzular ve heveslerden arındıkça tanrı, gizlendiği bulutların arkasından görünür, ruhumuz bütün aydınlıkların kaynağı olan bu varlığı hisseder, görür ve ona yönelir, bu yöneliş doğal ve kaçınılmazdır; duygular dünyasına canlılığını ve cazibesini veren her şeyi artık yitirmekte olduğumuz için, o muazzam varoluş artık içsel ya da dışsal etkilerle desteklenmediği için, kalıcı bir şeye, bizi asla yanıltmayacak bir şeye tutunma ihtiyacı hissederiz -bir gerçekliğe, mutlak ve ebedî bir gerçeğe tutunmak isteriz. evet, kaçınılmaz bir biçimde tanrı'ya yöneliriz; bu dinî duygu, doğası gereği öyle saftır ve bunu yaşayan ruha öyle bir mutluluk verir ki, diğer bütün yitirdiklerimizi telafi eder.'" mustafa mond kitabı kapattı ve sandalyesinde arkaya yaslandı. "bu düşünürlerin yeryüzü ve gökyüzünde hayalini kurmadıkları birçok şeyden biri işte bu" (elini salladı), "bizler, modern dünya. yalnızca gençken ve refah içindeyken tanrı'dan bağımsız olunabilir; bağımsızlık insanları güven içinde sona taşıyamaz. evet, şimdi sonuna kadar genç kalıyoruz ve refah içinde yaşıyoruz. sıra neye geliyor? şurası kesin, tanrı'dan bağımsız olabiliriz. dinî duygular tüm yitirdiklerimizi telafi edecektir. ancak telafi edilecek bir kaybımız yok; dinî duygular gereksiz. gençlik arzuları asla körelmezken niye gençlik arzularının yerini alacak birşeylerin peşinde koşalım? bütün eski maskaralıkları sonuna kadar yaşayabiliyorken niye heveslerin yerini alacak bir şey arayalım? zihinlerimiz ve bedenlerimiz yaşamdan zevk almayı sürdürürken niye tutunacak bir şeye gereksinim duyalım? teselliye niye ihtiyaç duyalım somamız varken? kalıcı bir şeye ne hacet, sosyal düzen varken?" "öyleyse tanrı'nın olmadığına mı inanıyorsunuz?" "hayır, büyük olasılıkla bir tane var." "öyleyse niye...?" vahşi'nin sözünü kesti. "fakat farklı insanlara farklı gösteriyor kendini. modernlik öncesi çağlarda kendini, bu kitaplarda tarif edilen biçimde gösteriyordu. şimdi ise..." "şimdi nasıl gösteriyor kendini?" dedi vahşi. "kendini yokluk şeklinde gösteriyor; sanki hiç yokmuş gibi." "bu sizin suçunuz." "uygarlığın suçu diyelim. tanrı; makinelerle, bilimsel tıp ve evrensel mutlulukla uyuşamaz. kendi seçimini yapman gerekir. bizim uygarlığımız, makineleri, tıbbı ve mutluluğu seçti. işte bu nedenle bu kitapları kasada kilitli tutmak zorundayım. müstehcen şeyler bunlar. insanlar şok olurdu eğer..." vahşi sözünü kesti. "ama tanrı'nın varlığını hissetmek doğal değil midir?" denetçi alaycı bir biçimde, "insanın pantolonunun fermuarını çekmesi doğal mıdır diye de sorabilirdiniz," dedi. "o eski adamlardan adı bradley olan bir diğerini hatırlatıyorsun bana. felsefeyi, insanın içgüdüsel olarak inandığı şeyler için kötü nedenler bulmak olarak tanımlamış. insan herhangi bir şeye içgüdüsel olarak inanırmış gibi! insan birşeylere inanır, çünkü onlara inanmaya şartlandırılmıştır. insanın kötü nedenlerle inandığı şeyler için başka kötü nedenler bulmak - işte felsefe budur. insanlar tanrı'ya inanırlar çünkü öyle şartlandırılmışlardır." "yine de," diyen vahşi, ısrarını sürdürdü, "tek başınayken tanrı'ya inanmak doğaldır -yalnız başına, gecenin bir yarısında, ölümü düşünerek..." "fakat şimdilerde insanlar hiç yalnız kalmıyorlar," dedi mustafa mond. "insanların yalnızlıktan nefret etmelerini sağlıyoruz ve yaşamlarını hiç yalnız kalmayacak şekilde düzenliyoruz." vahşi, kederli bir ifadeyle başını salladı. malpais'de acı çekmişti, çünkü kendisini köyün toplumsal olaylarından soyutlamışlardı; uygar londra'da acı çekiyordu, çünkü toplumsal olaylardan kaçma şansı yoktu, huzurlu ve yalnız kalamıyordu. sonunda vahşi, "kral lear'daki o bölümü hatırlıyor musunuz?" dedi: "tanrılar adildir, tensel günahlarımızı ayağımıza dolarlar; seni bulduğu o karanlık, uğursuz yer, gözlerine mal oldu' ve edmund yanıtlar -hatırlarsınız, yaralıdır, ölmek üzeredir- 'gerçeği söyledin; doğru. işte yine buradayım, başladığım yerde.' ya buna ne diyeceksiniz? işleri idare eden, cezalandıran, ödüllendiren bir tanrı'nın varlığını göstermiyor mu bu?" denetçi de kendi sorusuyla karşılık verdi, "gösteriyor mu? kısır bir kadınla istediğiniz kadar tensel günah işleyebilirsiniz, üstelik de oğlunuzun metresinin gözlerinizi oyması tehlikesi olmadan. 'işte yine buradayım, başladığım yerde.' bugün yaşasaydı edmund nerede olurdu? havalı bir koltukta oturmuş, kolu bir kızın belinde, seks hormonlu sakızını çiğneyip duyusal film izliyor olurdu. tanrılar adildir. hiç kuşkusuz. son tahlilde görünen o ki, tanrıların yasalarını, toplumları idare eden kişiler dikte ederler; ilahi takdir düşüncesi, insanlardan çıkar." "emin misiniz?" dedi vahşi. "o havalı koltukta oturan edmund'ın da yaralanmış, kan kaybından ölmekte olan edmund denli ağır cezalandırılmamış olduğundan emin misiniz? tanrılar adildir. tensel günahlarını onu konumundan düşürmekte kullanmadılar mı?" "konumu neydi ki düşmüş olsun? mutlu, sıkı çalışan, tüketen bir vatandaş olarak mükemmel sayılır. tabii bizimkinden başka bir standart seçerseniz, o zaman alçalmış olduğunu söyleyebilirsiniz. bir kurallar kümesine bağlı kalmak zorundasınız. merkezkaçlı-zıplayan kukla kurallarıyla elektromanyetik golf oynayamazsınız." "fakat değer, özel talepte yatmaz. bir değerin saygınlığı ve kıymeti, ona ulaşmaya çalışan kadar, o değerin kendisinde de yatar." "yapmayın lütfen," diyerek itiraz eden denetçi, "biraz abartmıyor musunuz?" dedi. "kendinizi tanrı düşüncesinden soyutlamasaydınız, tensel günahlarla alçalmazdınız. her şeyi sabırla karşılamak ve cesaretle hareket etmek için bir nedeniniz olurdu. kızılderililerin bunu başardığına tanık oldum." "eminim olmuşsunuzdur," dedi mustafa mond. "ne var ki biz kızılderili değiliz. uygar bir insanın, gerçekten tatsız herhangi bir şeye katlanmasına hiç gerek yoktur. harekete geçmeye gelince, ford esirgesin insanları, bu düşünceyi benimsemekten. insanlar kendi başlarına hareket etmeye başlasalardı, tüm sosyal düzen alt üst olurdu." "benliği inkâr konusunda ne diyeceksiniz? bir tanrı'nız olsaydı, benliği inkâr için iyi bir nedeniniz olurdu." "fakat sanayi uygarlığı, ancak benliği inkâr etmemekle mümkün olabilir. hijyen ve ekonominin izin verdiği ölçüde sonuna kadar nefsi tatmin. aksi takdirde çarklar durur." "namusluluk için bir gerekçeniz olurdu!" dedi vahşi. utançtan bir parça yanakları kızardı. "fakat namus demek tutku demektir, namusluluk demek sinirsel gerginlik demektir. tutku ve sinirsel gerginlik ise istikrarsızlık demektir. istikrarsızlık ise medeniyetin sonu demektir. bolca tensel günah olmadan kalıcı bir uygarlık kuramazsınız." "fakat tanrı, yüce, güzel ve kahramanca olan her şeyin gerekçesidir. eğer tanrı'nız olsaydı..." "sevgili genç dostum," dedi mustafa mond, "uygarlığın kahramanlık ya da yüceliğe hiç ihtiyacı yoktur. bunlar, politik yetersizliğin belirtileridir. bizimki gibi düzenli bir toplumda, hiç kimsenin kahraman ya da yüce olma fırsatı olmaz. böylesi bir olgunun yaşanması için, koşulların bütünüyle dengesiz olması gerekir. savaşların yaşandığı, bölünmüş ittifakların olduğu yerlerde, baştan çıkmamak için mücadele verilen yerlerde, uğruna savaşılacak ya da savunulacak aşkların olduğu yerlerde yücelik ve kahramanlığın bir anlamı olabilir elbette. fakat şimdi savaşlar yaşanmıyor. birini çok fazla sevmemeniz için büyük özen gösteriliyor. bölünmüş bir ittifak söz konusu bile olamaz; öylesine şartlandırılırsınız ki, sizden beklenenleri yapmamak elinizde değildir. yapmanız beklenen şeyler genelde öyle keyiflidir ve öyle çok sayıda doğal dürtünüz özgürce tatmin edilir ki, baştan çıkmamak için mücadele edilecek hiçbir şey bulamazsınız. olur da, şanssızlık bu ya, tatsız herhangi bir şey olursa, daima soma alarak gerçeklerden uzaklaşabilirsiniz. öfkenizi yatıştıracak, sizi düşmanlarınızla uzlaştıracak, sizi sabırlı ve dayanıklı kılacak soma hep yanınızdadır. geçmişte bütün bunları, sadece büyük bir çaba göstererek ve yıllar süren ahlâk eğitimiyle başarabilirdiniz. şimdiyse iki üç tane yarım gramlık tablet almanız yeterli. artık herkes erdemli olabilmektedir. ahlakınızın en azından yarısını, küçük bir şişede yanınızda taşıyabilirsiniz. gözyaşlarından arındırılmış hristiyanlık - işte soma bu." "ama gözyaşları gereklidir. othello'nun söylediklerini hatırlamıyor musunuz? 'böyle bir huzur gelecekse her fırtınanın ardından, essin rüzgârlar ta ki ölümü uyandırana dek.' ihtiyar kızılderililerin bize anlattığı, mâtsaki'nin kızı'yla ilgili bir hikâye vardı. kıza talip olan delikanlılar, bütün bir sabah boyunca kızın bahçesini çapalamak zorundaymış. kolay görünüyormuş; ama büyülü sinekler ve sivrisinekler varmış. delikanlıların çoğu ısırılmaya ve sokulmaya dayanamamışlar. fakat dayanabilen bir tanesi kızı almış." "çok hoş!" dedi denetçi. "fakat uygar ülkelerde, uğrunda çapa yapmadan kızları elde edebilirsiniz; üstelik sokan sinek ya da sivrisinekler de yoktur. yüzyıllarca önce köklerini kazıdık." vahşi kaşlarını çatarak başını salladı. "köklerini kazıdınız. evet, kesinlikle sizin tarzınız. katlanmayı öğrenmek yerine tatsız olan her şeyin kökünü kazımak. hangisi daha onurludur usu-muzca, acımasız kaderin sapan taşları ve oklan-na katlanmak mı, yoksa silah kuşanıp karşı koyarak son vermek mi dert yağmuruna... ama siz bunların hiçbirini yapmıyorsunuz. ne katlanıyor, ne de karşı koyuyorsunuz. yalnızca sapan taşlarını ve okları siliyorsunuz yeryüzünden. kolayına kaçıyorsunuz." birden suskunlaşıp annesini düşünmeye koyuldu. otuzyedinci kattaki odasında, linda'nın ruhu, bir şakıyan ışıklar ve parfümlü dokunuşlar denizine açılmıştı - açılıp, anılarının, alışkanlıklarının, yaşlanmış ve göbeği yağ başlamış bedeninin zindanından, zamandan ve uzamdan uzaklaşmıştı. ve tomakin, kuluçka ve şartlandırma merkezi müdürü tomakin, hâlâ tatildeydi - aşağılanma ve acıdan kaçmıştı, o sözcükleri ve kahkahayı duymayacağı, o çirkin suratı görmeyeceği, o terli ve tombul kolları boynunda hissetmeyeceği muhteşem bir dünyaya sığınmıştı... "gözyaşları içeren bir şeye ihtiyacınız var sizin," dedi vahşi, "değişmek için. burada hiçbir şeyin bedeli yeterince ödenmiyor." (vahşi bunları kendisine anlattığında henry foster, "onikibuçuk milyon dolar," diyerek itiraz etmişti. "onikibuçuk milyon dolar -yeni şartlandırma merkezi'nin maliyeti. tam tamına onikibuçuk milyon.") başını kaldırarak mustafa mond'a baktı ve sordu: "ölümlü ve naçizane olanla karşılamak yazgıyı, meydan okumak ölüme ve tehlikelere, bir yumurta kabuğu için bile olsa. bunun bir anlamı yok mu sizce? tanrı bir yana - şüphesiz tanrı bir gerekçe olabilirdi bunlara. riske girmenin bir anlamı yok mu?" "hem de büyük bir anlamı var," diye yanıtladı denetçi. "erkek ve kadınların adrenallerinin ara sıra uyarılması gerekmektedir." "ne?" dedi vahşi anlamaz bir biçimde. "kusursuz sağlığın koşullarından biridir. bu yüzdende y.ş.i. yi zorunlu tutmaktayız." "y.ş.i. mi?" "yapay şiddetli ihtiras. düzenli olarak ayda bir kez. bütün sisteme adrenin pompalarız. korku ve hiddetin eksiksiz fizyolojik eşdeğeridir. des-demona'yı öldürmenin ve othello tarafından öldürülmenin bütün güçlendirici ve faydalı yanlarını verebiliyoruz, yan etkileri de olmuyor." "ama ben yan etkileri severim." "biz sevmeyiz," dedi denetçi. "biz her şeyi keyifli yapmayı yeğleriz." "ben keyif aramıyorum. tanrı'yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum, iyilik istiyorum. günah istiyorum." "aslında," dedi mustafa mond, "siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz." "öyle olsun," dedi vahşi meydan okurcasına, "mutsuz olma hakkını istiyorum." "eklemek gerekirse, ihtiyarlama, çirkinleşme ve iktidarsız kalma hakkını da istiyorsunuz; frengi ve kansere yakalanma haklarını, açlıktan nefesi kokma hakkını, sefil olma hakkını, sürekli yarın ne olacak korkusu içinde yaşama hakkını, tifoya yakalanma hakkını ve her türden ağza alınmaz acıyla işkence çekerek yaşama hakkını da istiyorsunuz." uzun bir sessizlik oldu. sonunda vahşi, "hepsini istiyorum," dedi. mustafa mond omuzlarını silkti. "hepsi sizin olsun," dedi.
Sayfa 225
··
1.883 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.