Kağıda Bakarken…
Gece yarısı olmasına, bir saati oluşturan dakikaların toplamından üç tane daha olması lazımdı. Dışarıdaki soğuğa aldırmadan (gerçi soğuk havada yürümeyi daha çok severdim ya) artık alışagelmiş İstanbul’u izleyerek yürüyüşlerime bir yenisini daha eklemek istiyordum. Trençkotumu giymiş, yakasını kaldırıp, üstüne de atkımı hafif bir şekilde sararak kendimi günün yorgunluğunu atmaya çalışan İstanbul sokaklarına bırakmıştım. Mektubu okumadan, okuyamadan kendimi dışarı atmıştım. “Kar yağıyordu dışarda, mektubun yeni gelmiş, İstanbul kokuyordu.” Bulunduğum durum Behçet Aysan’ın sözlerine ne kadar da uyuyordu. Bu havalarda yürümek beni daha çok düşündürtüyor anılarıma daha çok götürüyordu, aynı Nazım Hikmet’in dediği gibi “Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum”. Evimden çıkar çıkmaz sanki günün ilk sıkıntılarını atlattığımı ve bunu yapmak için fazla da bir güç harcamadığımı düşünürken, yolunda gitmeyen o işlerin yolunda gidiyormuşçasına düşünerek karlı İstanbul sokağına ilk adımımı attım.
İstanbul’un gündüzü ayrı bir çile iken en azından akşamları ve geceleri her yerde olmasa da belli başlı bölgeler, sabahının aksine o çileden uzaklaşıp güzel oluyordu, insana huzur veriyordu. Hani olur ya İstanbul’un güzel bir yerinde güzel bir manzarasına bakarken, daha doğrusu hayranlıkla durup usulce Şehr-i İstanbul’u izlerken: “Zamanında bu topraklar için bu savaşlar boşuna yapılmamış” diye dile getiririz. Hemen arkasından da “değil burasını yaşanılacak bir şehir olarak düşünmek, adım atmanın bile bir mağlubiyet olduğunu, güzelliğinin bile artık sözde kaldığını, acaba bu kadar trafik olacağını, bu derecede kurt kapanı olacağını bilseydi, Sultan Mehmet fetheder miydi İstanbul’u?” diye, yarı mizah yarı sitem ile de hiç ara vermeden söyleniriz. Karar veremeyiz bir türlü. Delik deşik asfaltlarımızda bu çilekeşi çekerken, Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra Ayasofya Kilisesi’ne girip Hristiyan aleminde çok önemli olan bu eseri camileştirirken: insanların gün gelecek de buraya delik deşik asfaltlar ile ne şekilde gelebileceğimizi hiç aklına getirmiş miydi acaba? Keşke getirseydi diyorum.
İkindi saatinden beri yağan kar (sanırım kerahat vaktinde daha da hızlanmıştı) artık asfalt üzerinde hakimiyetini iyice kurmaya başlamış, asfaltın rengi kendini gösteremez olmuştu. Kar, yazarın da dediği gibi gerçekten de şehrin kirinin, çamurunun ve karanlığın, örtülerek unutulduğu bir saflık duygusu uyandırıyordu, özellikle de güneş batıp akşam olunca bu duyguyu daha da yoğun hissettiriyordu. Kar taneleri yavaş bir şekilde yerlere düşüyor, hafif bir şekilde sardığım atkımın arasından geçip ensemde az da olsa onu, onları hissediyordum; esen hafif rüzgar kar tanelerini uyumlu bir şekilde dans ettiriyor ve yerdeki birikmiş karın üstüne düşüş açılarını değiştiriyordu. Rüzgar vardı ama çok da rahatsız etmiyordu insanı, ince trençkotumla beraber en azından soğuğa karşı dayanabiliyordum. Bedenim, tam manası ile üşümüyordu ama adım attıkça zavallı ayaklarım birikmiş karlara uyguladığı baskı sonucu karlar kenarlara açılıyor, ayakkabılarımın üzerindeki oluşan ıslaklık kendini belli ediyor ve her adımında sadece ayaklarımda soğuğu hissediyordum. Aldırmamaya, bu güzel havada biraz daha yürümeye devam edecektim, dediğim gibi zaten soğuk havada özellikle de karda yürümeyi daha çok seviyordum. Biraz daha yürümüş ciğerlerimdeki hareketlenmeyi hissetmeye başlamıştım, tabii ki bunda soğukta yürümenin de etkisi vardı. Derince, sanki içimdeki dertleri dışarı atar bir şekilde nefes alıp verirken ellerimi cebimden çıkardım ve ellerim ile beraber cebimden çıkardığım sigara paketinden şanslı olan o bir taneyi çıkartıp yakmaya çalıştım. Biraz zor yanacak gibiydi, hem çakmağımın kalitesizliği olsun hem de esen bu rüzgar sayesinde ellerimi minik bir kuş yavrusunu avucumda tutar gibi ya da geçenlerde yani geçtiğimiz mayıs ayında yavrulayan kedimin daha 10 dakikalık yavrusunu tutar gibi elimi siper edip ateşi yakabilmiş sigaramdan derin bir nefes çekmiştim.
Boğazımda derin bir yanma hissetmiş ve bu yanma ciğerlerime kadar gitmişti. Sigaramı değiştirmeliydim artık, biraz daha hafif olanını içersem daha iyi olacağını düşünüyordum. Evet haklısınız hem yürümenin etkisi olsun hem de soğuk havada nefes alıp vermenin etkisinden ötürü olsun daha da ağır gelmiş olabilirdi. Yok hayır bırakmayı düşünmüyorum. Hem bu sigara benim uğurlu sigaramdı. Sigaramdan derin bir nefes çekip, soğuk ve temiz havayı dişlerimin arasından sigara dumanı ile beraber içime çekerken düşüncelerim az da olsa kendini rahatlatabiliyordu. Ciğerlerimi kasan ve yakan dumanı soğuk ile beraber daha belirgin şekilde ciğerlerimden dışarı bırakırken, önümde, köşedeki aracın arkasından çıkan kısa boylu bir adam ağır aksak yürüyor, yürürken de hırıltılı bir şekilde öksürüyordu. Aklıma Karamazov Kardeşler’de okuduğum bir bölüm geldi. Ben bu adama gidip bir tane vurayım da yerdeki karların üstüne düşüversin, sarhoş sarhoş hırıltılı bir şekilde söylensin, karın üstünden de kalkamasın diye düşünmeye başlamış ve kendime de hafifçe gülmüştüm. Her nefesimde tükenen sigaramdan bir nefes daha çekip yanından geçmekte olduğum sokak lambasına başımı kaldırıp baktığımda, kar taneleri sanki düşerken büyüyor gibi gelmişti gözlerime ve yüzüme yaklaşan kar tanelerine ne hikmetse sigara dumanımı üflemeye çalışıyordum…
Kağıttan Bakarken
Ne kadar zamandır başımı sokak lambasına kaldırmış ve büyüyen kar tanelerine bakar şekilde ve o kar tanelerine sigara dumanımı üfleyerek beklediğimi bilmiyorum. Tek bildiğim, belki de bana bakılmadığı bir süre kadar bir masanın üstünde, birkaç adet temiz ve kullanılmış kağıt müsveddelerinin en üstünde ve içinde beklediğim. Alt kısma doğru, beni içinde tutan kağıdın uç kısmının üstünde kirli bir kül tabağı olduğu ve biraz yanımızda da Adler marka bir daktilo olduğu. Aslında tam olarak ne olduğumu da bilmiyorum, bir roman karakteri mi yoksa hikaye karakteri miyim? Belki de öylesine yazılmış ve üstünde uzun zamanlarca düşünülmesi gereken bir karakterim ve ne olduğuma da sanırsam yazarım tarafından da hala karar verilememişim. Uzun zamandır bu şekilde bekliyorum, bekliyoruz. Tam karşımda bilgisayar olmasına rağmen yukarıda da dediğim gibi Adler marka bir daktilo ile yazılıyorum, yazılıyordum, yazılmıştım. Geçenlerde, geçenlerde dediğim de bayağı bir fazlaca karanlık vakit öncesi yazarım, bir tanıdığına, köye gittiğimde dedemin evinin çatı arasında bu daktiloyu buldum ve baktım ki çalışıyor, istedim dedemden, sağ olsun verdi dedem de ve aldım getirdim, aklıma da estikçe bir şeyler yazıyorum işte demişti. Sormamıştı arkadaşı ne yazıyorsun diye, belki o zaman yazarım tekrardan hatırlamak isterdi beni ya da gerçekten unutmuş muydu?
Sanırsam, Alman Tankı denildiğini duyduğum bu daktilo yazarımın arkadaşının dikkatini çekmiş, sonra odaya gelip daktiloyu incelemişlerdi. O esnada uzun zamandır görmediğim yazarımı görünce umutlanmış ve sevinmiştim. Aklına gelir miydim acaba? Hem karlı bir kurgunun içinde, hem de başlanmış ve devam edilmeyen kurgunun içinde tek bir karakter olarak kaldığımdan daha da zordu her şey. Ben umutlu bir şekilde beklerken yazarım ise sadece gözünün ucuyla bana bakmış, yazdıklarının bir kelimesini bile okumamış ve arkadaşının görmek istememesi gibi masa üstünde biraz daha ileri itmişti beni. Bir kelimemi bile okusaydı o esnada hissederdim gerçekten. Sonuçta siz okurlar, okuduğunuzda ne kadar çılgınca zevk alıyorsunuz da biz okununca ve okunup beğenildikçe zevk almama gibi bir durumumuz olabilir mi? Yazarım bizi ittikten sonra kağıdımın bir ucu masanın köşesinden sarkarken bir cisim bize sürtüyor ve hıyyt hıyyt sesleri çıkarıyordu. Baktığımda evin kedisi patisi ile bizi dürtüyor ve eline geçirmeye çalışıyordu. Umarım aşağı çekemez ve umarım bizimle oynayamazdı. Yoksa unutulmuş olan bize zarar gelince tamamen kaybolur ve giderdik. Neyse ki bizimle oynamamış, yazarım ve arkadaşı odadan çıkarlarken kedi de miyavlayarak arkalarından gitmişti. Biz derken sevgili okur anladığınızı düşünüyorum ama yine de açıklayayım, yazılmış olan kağıtlar ve kağıtların içindeki ben tabii. Kağıtlar zaten genelde bir köşede beklemeye alışıktırlar ama ben uzun bir süredir sokak lambasına bakıp bekliyorum. Yazarım, o son görüşmemizin üstünden o kadar vakit geçti ama hala bize hiç uğramadı. Sadece yakın bir zamanda, güneş üstümüze vurup bizi sarartmaya niyetlenmişken odaya bir sebepten dolayı girmiş, elindeki sigarasını üstümüzde duran kirli kül tabağına ufak bir vuruş ile külünü silkmişti ve dönüp bakmamıştı bile…
Bir dakika, bir dakika! Bir sesler duyuyorum ve sanırsam bu tarafa geliyor.