Gönderi

6. Hikaye Tamamlama Etkinliği
Hikayemiz bu ileti altından yürütülecektir. Bu ileti altına hikaye haricinde lütfen yorum yazmayalım. Hikaye Hakkında Yorumlar ve Yazım Sırası İçin: #9539599
··
9 views
mithrandir21 / Uğur okurunun profil resmi
Kağıda Bakarken… Gece yarısı olmasına, bir saati oluşturan dakikaların toplamından üç tane daha olması lazımdı. Dışarıdaki soğuğa aldırmadan (gerçi soğuk havada yürümeyi daha çok severdim ya) artık alışagelmiş İstanbul’u izleyerek yürüyüşlerime bir yenisini daha eklemek istiyordum. Trençkotumu giymiş, yakasını kaldırıp, üstüne de atkımı hafif bir şekilde sararak kendimi günün yorgunluğunu atmaya çalışan İstanbul sokaklarına bırakmıştım. Mektubu okumadan, okuyamadan kendimi dışarı atmıştım. “Kar yağıyordu dışarda, mektubun yeni gelmiş, İstanbul kokuyordu.” Bulunduğum durum Behçet Aysan’ın sözlerine ne kadar da uyuyordu. Bu havalarda yürümek beni daha çok düşündürtüyor anılarıma daha çok götürüyordu, aynı Nazım Hikmet’in dediği gibi “Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum”. Evimden çıkar çıkmaz sanki günün ilk sıkıntılarını atlattığımı ve bunu yapmak için fazla da bir güç harcamadığımı düşünürken, yolunda gitmeyen o işlerin yolunda gidiyormuşçasına düşünerek karlı İstanbul sokağına ilk adımımı attım. İstanbul’un gündüzü ayrı bir çile iken en azından akşamları ve geceleri her yerde olmasa da belli başlı bölgeler, sabahının aksine o çileden uzaklaşıp güzel oluyordu, insana huzur veriyordu. Hani olur ya İstanbul’un güzel bir yerinde güzel bir manzarasına bakarken, daha doğrusu hayranlıkla durup usulce Şehr-i İstanbul’u izlerken: “Zamanında bu topraklar için bu savaşlar boşuna yapılmamış” diye dile getiririz. Hemen arkasından da “değil burasını yaşanılacak bir şehir olarak düşünmek, adım atmanın bile bir mağlubiyet olduğunu, güzelliğinin bile artık sözde kaldığını, acaba bu kadar trafik olacağını, bu derecede kurt kapanı olacağını bilseydi, Sultan Mehmet fetheder miydi İstanbul’u?” diye, yarı mizah yarı sitem ile de hiç ara vermeden söyleniriz. Karar veremeyiz bir türlü. Delik deşik asfaltlarımızda bu çilekeşi çekerken, Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra Ayasofya Kilisesi’ne girip Hristiyan aleminde çok önemli olan bu eseri camileştirirken: insanların gün gelecek de buraya delik deşik asfaltlar ile ne şekilde gelebileceğimizi hiç aklına getirmiş miydi acaba? Keşke getirseydi diyorum. İkindi saatinden beri yağan kar (sanırım kerahat vaktinde daha da hızlanmıştı) artık asfalt üzerinde hakimiyetini iyice kurmaya başlamış, asfaltın rengi kendini gösteremez olmuştu. Kar, yazarın da dediği gibi gerçekten de şehrin kirinin, çamurunun ve karanlığın, örtülerek unutulduğu bir saflık duygusu uyandırıyordu, özellikle de güneş batıp akşam olunca bu duyguyu daha da yoğun hissettiriyordu. Kar taneleri yavaş bir şekilde yerlere düşüyor, hafif bir şekilde sardığım atkımın arasından geçip ensemde az da olsa onu, onları hissediyordum; esen hafif rüzgar kar tanelerini uyumlu bir şekilde dans ettiriyor ve yerdeki birikmiş karın üstüne düşüş açılarını değiştiriyordu. Rüzgar vardı ama çok da rahatsız etmiyordu insanı, ince trençkotumla beraber en azından soğuğa karşı dayanabiliyordum. Bedenim, tam manası ile üşümüyordu ama adım attıkça zavallı ayaklarım birikmiş karlara uyguladığı baskı sonucu karlar kenarlara açılıyor, ayakkabılarımın üzerindeki oluşan ıslaklık kendini belli ediyor ve her adımında sadece ayaklarımda soğuğu hissediyordum. Aldırmamaya, bu güzel havada biraz daha yürümeye devam edecektim, dediğim gibi zaten soğuk havada özellikle de karda yürümeyi daha çok seviyordum. Biraz daha yürümüş ciğerlerimdeki hareketlenmeyi hissetmeye başlamıştım, tabii ki bunda soğukta yürümenin de etkisi vardı. Derince, sanki içimdeki dertleri dışarı atar bir şekilde nefes alıp verirken ellerimi cebimden çıkardım ve ellerim ile beraber cebimden çıkardığım sigara paketinden şanslı olan o bir taneyi çıkartıp yakmaya çalıştım. Biraz zor yanacak gibiydi, hem çakmağımın kalitesizliği olsun hem de esen bu rüzgar sayesinde ellerimi minik bir kuş yavrusunu avucumda tutar gibi ya da geçenlerde yani geçtiğimiz mayıs ayında yavrulayan kedimin daha 10 dakikalık yavrusunu tutar gibi elimi siper edip ateşi yakabilmiş sigaramdan derin bir nefes çekmiştim. Boğazımda derin bir yanma hissetmiş ve bu yanma ciğerlerime kadar gitmişti. Sigaramı değiştirmeliydim artık, biraz daha hafif olanını içersem daha iyi olacağını düşünüyordum. Evet haklısınız hem yürümenin etkisi olsun hem de soğuk havada nefes alıp vermenin etkisinden ötürü olsun daha da ağır gelmiş olabilirdi. Yok hayır bırakmayı düşünmüyorum. Hem bu sigara benim uğurlu sigaramdı. Sigaramdan derin bir nefes çekip, soğuk ve temiz havayı dişlerimin arasından sigara dumanı ile beraber içime çekerken düşüncelerim az da olsa kendini rahatlatabiliyordu. Ciğerlerimi kasan ve yakan dumanı soğuk ile beraber daha belirgin şekilde ciğerlerimden dışarı bırakırken, önümde, köşedeki aracın arkasından çıkan kısa boylu bir adam ağır aksak yürüyor, yürürken de hırıltılı bir şekilde öksürüyordu. Aklıma Karamazov Kardeşler’de okuduğum bir bölüm geldi. Ben bu adama gidip bir tane vurayım da yerdeki karların üstüne düşüversin, sarhoş sarhoş hırıltılı bir şekilde söylensin, karın üstünden de kalkamasın diye düşünmeye başlamış ve kendime de hafifçe gülmüştüm. Her nefesimde tükenen sigaramdan bir nefes daha çekip yanından geçmekte olduğum sokak lambasına başımı kaldırıp baktığımda, kar taneleri sanki düşerken büyüyor gibi gelmişti gözlerime ve yüzüme yaklaşan kar tanelerine ne hikmetse sigara dumanımı üflemeye çalışıyordum… Kağıttan Bakarken Ne kadar zamandır başımı sokak lambasına kaldırmış ve büyüyen kar tanelerine bakar şekilde ve o kar tanelerine sigara dumanımı üfleyerek beklediğimi bilmiyorum. Tek bildiğim, belki de bana bakılmadığı bir süre kadar bir masanın üstünde, birkaç adet temiz ve kullanılmış kağıt müsveddelerinin en üstünde ve içinde beklediğim. Alt kısma doğru, beni içinde tutan kağıdın uç kısmının üstünde kirli bir kül tabağı olduğu ve biraz yanımızda da Adler marka bir daktilo olduğu. Aslında tam olarak ne olduğumu da bilmiyorum, bir roman karakteri mi yoksa hikaye karakteri miyim? Belki de öylesine yazılmış ve üstünde uzun zamanlarca düşünülmesi gereken bir karakterim ve ne olduğuma da sanırsam yazarım tarafından da hala karar verilememişim. Uzun zamandır bu şekilde bekliyorum, bekliyoruz. Tam karşımda bilgisayar olmasına rağmen yukarıda da dediğim gibi Adler marka bir daktilo ile yazılıyorum, yazılıyordum, yazılmıştım. Geçenlerde, geçenlerde dediğim de bayağı bir fazlaca karanlık vakit öncesi yazarım, bir tanıdığına, köye gittiğimde dedemin evinin çatı arasında bu daktiloyu buldum ve baktım ki çalışıyor, istedim dedemden, sağ olsun verdi dedem de ve aldım getirdim, aklıma da estikçe bir şeyler yazıyorum işte demişti. Sormamıştı arkadaşı ne yazıyorsun diye, belki o zaman yazarım tekrardan hatırlamak isterdi beni ya da gerçekten unutmuş muydu? Sanırsam, Alman Tankı denildiğini duyduğum bu daktilo yazarımın arkadaşının dikkatini çekmiş, sonra odaya gelip daktiloyu incelemişlerdi. O esnada uzun zamandır görmediğim yazarımı görünce umutlanmış ve sevinmiştim. Aklına gelir miydim acaba? Hem karlı bir kurgunun içinde, hem de başlanmış ve devam edilmeyen kurgunun içinde tek bir karakter olarak kaldığımdan daha da zordu her şey. Ben umutlu bir şekilde beklerken yazarım ise sadece gözünün ucuyla bana bakmış, yazdıklarının bir kelimesini bile okumamış ve arkadaşının görmek istememesi gibi masa üstünde biraz daha ileri itmişti beni. Bir kelimemi bile okusaydı o esnada hissederdim gerçekten. Sonuçta siz okurlar, okuduğunuzda ne kadar çılgınca zevk alıyorsunuz da biz okununca ve okunup beğenildikçe zevk almama gibi bir durumumuz olabilir mi? Yazarım bizi ittikten sonra kağıdımın bir ucu masanın köşesinden sarkarken bir cisim bize sürtüyor ve hıyyt hıyyt sesleri çıkarıyordu. Baktığımda evin kedisi patisi ile bizi dürtüyor ve eline geçirmeye çalışıyordu. Umarım aşağı çekemez ve umarım bizimle oynayamazdı. Yoksa unutulmuş olan bize zarar gelince tamamen kaybolur ve giderdik. Neyse ki bizimle oynamamış, yazarım ve arkadaşı odadan çıkarlarken kedi de miyavlayarak arkalarından gitmişti. Biz derken sevgili okur anladığınızı düşünüyorum ama yine de açıklayayım, yazılmış olan kağıtlar ve kağıtların içindeki ben tabii. Kağıtlar zaten genelde bir köşede beklemeye alışıktırlar ama ben uzun bir süredir sokak lambasına bakıp bekliyorum. Yazarım, o son görüşmemizin üstünden o kadar vakit geçti ama hala bize hiç uğramadı. Sadece yakın bir zamanda, güneş üstümüze vurup bizi sarartmaya niyetlenmişken odaya bir sebepten dolayı girmiş, elindeki sigarasını üstümüzde duran kirli kül tabağına ufak bir vuruş ile külünü silkmişti ve dönüp bakmamıştı bile… Bir dakika, bir dakika! Bir sesler duyuyorum ve sanırsam bu tarafa geliyor.
Bu yorum görüntülenemiyor
Yasin YALÇIN okurunun profil resmi
Kâğıttan Bakarken Yazarım bulunduğu ortamda hayallere ve düşüncelere dalan her insanın verdiği o gizemli görüntüyle birdenbire duruvermişti. Uzun zamandır yazmamanın verdiği hınçla ve sabırsızlıkla bana gayet kaba davranmış ve bana hiç acımadan yazmıştı. Basılan her bir tuş, göğsüme daktilo iğnelerinin işlediği kızgın, demirden bir harf demekti. Bunlar insana ya da bana-ben artık her ne isem- mutluluk veren kelimeler de değildi üstelik. İçindeki acıyı, zehri akıtıyordu benim sütten çıkma ak kaşık bedenime. Beni daktilonun falakasında sıkı bir işkenceden geçirdikten sonra durmuştu şimdi. Yazmaktan mı bıkmıştı? Hayır, bana eza veren kelimeler ona kat kat fazlasını çektiriyordu. Yine o kırmızı ojeli kadın… Onu hiç görmedim ama ondan nefret ettiğim kadar hiç kimseden nefret etmiyordum şu hayatta. Gerçi benim yaratılmama vesile olan kişi oydu. Sahi bunun için mi olmuştum ben? Benden başka çok az arkadaşı olan bu zavallı adama daha fazla acı çektirmek için mi? Ben var oldukça kırmızı ojeli kadın da var olmaya devam edecekti. İkimiz, birlikte nedensizce oluşmuş ama artık birbirlerinden de ayrılamayan bir bütündük. Belki yazarım bu yüzden hem aynı anda benden uzaklaşmak istiyor, benden uzaklaştıkça canı yanıyor, hem de benimle birlikte olmaktan dolayı rahatlayıp için için acı çekmeye devam ediyordu. Bu nasıl bir karmaşaydı? Yoksa artık eksik bir kağıt parçasından, yarım kalmış bir karakterden fazlası olduğumda ben de mi böyle olacaktım? Abdala malum olur derler ya. Ben de bir abdal derviş kadar çok sabrettim, bekledim şu hayatta. İçimden beni yakmasını diledim. Ben yanmazsam yazarım karanlıklar içinden aydınlığa çıkamayacaktı. Üstelik ben de onun gibi sürekli arafta kalan, yarım yamalak bir şeye dönüşüp perişanlıklar içinde sürünecektim. Ben artık epeyce yazılmış ve boyum biraz daha uzamış olduğu için daktilonun ağzında kıvrılmış, sokak lambasını göremiyordum. Uzun zamandır alışmış olduğum bu insana aydınlıklar taşıyan gri renkli, soğuk bakışlı elektrik direğinden ayrılmak benim de canımı yaktı ama şimdi daha güzel bir manzaram vardı. Köşede yanmakta olan ve yazarım ve onun zerre kadar sevmediğim kedisi yanından her geçtiğinde onları içine almaya çalışan etrafı sağlam taşlarla çevrilmiş şömine ve içindeki benim kırmızı ojeli kadından sonraki en büyük düşmanım olan ateş… Yazarımın bunaldığını görebiliyordum. Bir sigara daha yakacağını zannettim ama yapmadı. Daha fazla benim yanımda kalamadı. Dışarı, balkona çıktı. O çıkar çıkmaz fırsat kollayan hain kedi masanın üstüne tırmandı. Bir insan bir uzay aracına nasıl bakarsa öyle bakıyordu şimdi daktiloya. Sarı gözlerine ateş yalımlarının ışığı vuruyordu. Bir ayağıyla kül tablasının basınca hala sıcak olan küller hassas derisini yaktı. Masanın üstünde tepinmesiyle Alman tankıyla birlikte beni de aşağı yuvarlaması bir oldu. Şöminenin alevleri heyula gibi burnumun dibinde belirdi. Sarı gözlü kedi hala masanın üstünde tepiniyordu. Kağıda bakarken Ve işte bitmek tükenmek bilmeyen üç dakika sonunda bitti. Bir eşik atlamış gibi hissettim. Sonra aynı sıkıntı gelip içime çöreklendi. Hiçbir şey değişmedi. O olmadan zaman, hatta şu lafta, sözde kısa ama umutsuz aşıklar için 100 yaşındaki bir ninenin hareketleri kadar yavaş geçen üç dakika bile anlamsızdı. Gece yarısından sonra Sindirella gibi eski halime geri döneceğimi, üstümdeki trençkotun bal kabağına dönüşeceğini umdum. Ama onlar masaldı. Ben de külkedisi değildim. Bir “of” çeksem şu karşıdaki sokak lambası yıkılır giderdi. Ah şu geceler, ah şu karlı geceler… Neden birden romantikleştiriverirler insanı? Adam sen de, sanki daha önceden hiç romantiklik yapmamış gibi. Sanki o ismi lazım değilin daha doğum gününün ilk dakikasında doğum gününü kutlamamışsın gibi. Sanki şarap-gül-mum üçlüsüyle çok klasik ama son derece de romantik geceler geçirmemişsin gibi. Boşuna kara ya da geceye suç atma. Sen ezelden beri böyleydin. Bir kar tanesi dilimin ucuna değil de tam göz bebeğimin üstüne konunca hafiften gözlerim yandı. Kara bile sinirlenmeliydim aslında. Bana onu hatırlattığı için. Evet, bütün çabalarıma rağmen olmuyor. Filmlerdeki gibi hafızamı sıfırlamayı düşünüyorum ama onu unutmaktan büsbütün ürküyorum. Bu sokak lambasının altında durmaktan bıkınca biraz da diğerlerine bakmayı düşündüm. Deri botlarım çamurlaşmış karın içine bata çıka yürümeye devam ettim. Işık yanan evlerden birinden bir kadın bağırışı yükseliyordu. Galiba adam karısını dövüyordu. Ben ona hiç vurmazdım. Çöp tenekelerini karıştıran birkaç kedi beni görünce hareketsiz kalıp kendilerini görmeyeceğimi falan sandılar. O kedileri çok severdi. Gece yarısı müşterisini evine bırakmaya gelen bir taksinin farları gözümü aldı. Taksiye para vermenin boşuna olacağını söyler, hep toplu taşımayı kullanırdı. Üstümdeki bu trençkotu bana o hediye etmişti. Sonunda bu gece dışarı çıkıp yürüyüş yapmamın sebebini de buldum. O karda yürümeyi de çok severdi. Şarkının da dediği gibi, bana her şey seni hatırlatıyor. Ona tekrar ulaşmamın tek bir yolu vardı. O da mektubu okumak. Onun kaleminden çıkan harflere göz gezdirmek, onun dokunduğu zarfa dokunup nazikçe açmak… Ancak bunlarla avunabilirdim. Enseme vuran sıcaklığa aldırmadan yürümeye devam ettim.
Firuğze okurunun profil resmi
Kağıttan Bakarken; Günlerdir düşüncelerime mahkum edilmiş bir şekilde yazılmayı bekliyorum. Yazarım beni düşüncelerime mi terk etti yoksa düşünceleri mi terk ettirdi ona beni bilemiyorum. Ölüp ölmeme kararsızlığı yaşıyorum hiçbir ilerleme olmadan. Yazarım bana neyi seçtirecek bilmiyorum ama sona yaklaştığımızı hissediyorum. Yazarımın acı çekmesini istemiyorum çünkü o acı çektikçe ben de acı çekiyorum. Eğer benim ölümüm onun içindeki acı çeken adamı öldürecekse ölmeye hazırım. Hiç yoktan ikimizden biri kurtulmalı bu ızdıraptan. Aradan saatler geçiyor, güneş ışıklarının üstümden bir kez daha geçip gittiğini görüyorum. Yazarım bana doğru yaklaşıyor. Sanırım yazacak yeniden. İçimi bir heyecan kaplıyor sonunda diyorum akibetimi göreceğim. Kağıda Bakarken; Sarhoş değilim. Beni alıp bulunduğum yerden uzaklara götürmesi için sığındım ve kaçıncısını içtiğimi bilmedim içki dolu bardağa bakarken bunları düşünüyorum: sarhoş değilim. Pencerenin pervazına yaslanmış sokak lambasının izin verdiği kadarıyla karı izliyorum. Gözlerim ne kadarını görüyor emin değilim. Düşündüğüm şey neden sarhoş olamadığım. Ben sarhoş olmak ve kendimi bile unutmak istiyorum. Parmaklarımın arasındaki yanma hissine başımı çevirince sigaramın bir kez daha sonuna geldiğini fark ediyorum. Acı dolu bir gülüş kavrıyor dudaklarımı. İçimdeki ateş, içimdeki acı o kadar canımı yakıyor ki sigara yanığını bir hiç olarak görüyorum. İçki dolu bardağı kafama dikip sigarayı içine atıyorum. Gerçeklerden, içimdeki yangından ve en önemlisi cevabını bilmediğim o sorudan kaçmak için daha fazlasına ihtiyaç duyuyorum. Yüreğimi bir el öyle sıkıyor ki ne yaptığımı düşünmeden şişeye uzanıyor kafama dikip içiyorum soluksuz kalana kadar. Bir çuval gibi yığıldığım koltuğumda bir elimde içki şişesi bir elimde yokluk, kalbimde ise o yokluğun verdiği acıyla uyku ile uyanıklık arasında bir hayale dalıyorum. Bana hayal gibi geliyor ama geçmişten bir gündeyim biliyorum. Sıradan bir gün ama benim için her günden daha değerli şimdi. Ensemde küçücük dudaklarının bıraktığı öpücükle uyanıyorum. Tatlı bir gülüşle ona dönüyorum gözlerim yeşil gözlerini kavrıyor. Aynı gülüş onun gözlerinde... O çok sevdiğim yeşillerinin harelerinden saçılan ışıkları yudumluyorum gözlerimle. Kırmızı ojeli bembeyaz elleri yanağımla buluşuyor. Narin sesi yankılanıyor sonra dudaklarından çıkıp tüm odada, kalbimde, ruhumda: Günaydın sevgilim. Günaydın. Sevgilim. Günaydın.. Günaydın.. Gün ayıyor mu gerçekten? Gözlerimi aralıyorum güç bela. Sahip olduğum her şey o kadar ağır geliyor ki varlığıma, taşımaktan yorgun düştüğümü anlıyorum. Gün aymamış. Her şey bıraktığım gibi, kalbimdeki acı da katlandıkça katlanıyor. Karanlığa çeviyorum başımı gözlerim en ufak bir aydınlığa dahi tammül edemiyor. Onu özlüyorum.. Onu deli gibi özlüyorum.. Bu düşünceyle berber yüreğimi sıkan el kafi gelmeyecek ki gücünü arttırdıkça artırıyor. Nefesim yetmiyor ciğerlerime. O an anlıyorum; acıdan ölünebilse şimdi öleceğim. Belki de diyorum; ölmeliyim. Kulaklarımda bir uğultu, tren seslerini duyuyorum. Ninni gibi geliyor kan revan yüreğime. Tatlı bir uykunun daha kollarına daldığımı hissediyorum.
Bu yorum görüntülenemiyor
Büşra okurunun profil resmi
Balkondan titreyerek içeri girdiğinde gözlerini devirerek şöminenin önündeki karışıklığa baktı ve bir küfür savurdu yazarım. Bütün bunlara sebep olan o sarı kediyse tüm vurdumduymazlığı ile sahibini gördükten sonra üstümden çekilip şöminenin önündeki minderine uzanıp yarattığı kargaşayı uzaktan izlemeye başladı. Yazarımın elleri ilk önce daktilosuna uzandı. Daktilonun sağlam olduğuna emin olduktan sonra da onu özenle masadaki yerine yerleştirip yerdeki kağıtlardan ve küllerden oluşan yığına umutsuz gözlerle baktı. Ve sonrasında arkasına dönüp odadan çıktı. Yerde böyle mahvolmuşçasına yattığım yetmiyormuş gibi bir de şöminenin dayanılmaz sıcaklığına karşı koymaya çalışıyordum. Tam o anda elinde eski bir çalı süpürgesi ve faraş ile yazarım tekrar odaya girdi. Küllerle birlikte beni de faraşın içine topladı. Faraşı şöminenin içine boşaltmak üzereyken birden durdu. Beni oradan kurtardı ve üfleyerek üzerimdeki külleri uzaklaştırmaya çalıştı. Ortalığın dağınıklığını umursamaktan vazgeçmiş olacak ki beni alıp yeniden masaya oturdu. Ve beni yeniden daktiloya yerleştirmeden önce ilk kez neler yazdığını okumak istedi. Gözlerinin üzerimde gezinişi o kadar heyecan vericiydi ki. Okudu, okudu ve tekrar yine… Üzerimde bir ıslaklık hissettim; tuzlu ve ılık bir damla gözyaşı. Yaşadığım tüm bu aksilikleri unutup yazarıma büyük bir şefkat beslemeye başladım. Yazarım yazdıklarına mı ağlıyordu yoksa yaşadıklarına mı? Belki de yaşadıklarını hikayeleştirip yazıyordu ve ben bu hikayede yazarımı oynuyordum. Tüm bu tahminler için çok erkendi gerçi daha yazılacak çok şey olduğunu hissediyordum. Ellerini üzerimden çekip nemli gözlerini usul usul sildikten sonra beni tekrar daktilonun içine yerleştirdi ve derin bir nefes verip yazmaya başladı. Kağıda Bakarken Yaşadıklarımızı düşünüp yürümeye devam ederken evimin önüne geldiğimi fark ettim. Gıcırdayan apartman kapısını açıp en üst kata tırmanmaya başladım. Asansörden çocukça bir duyguyla korkardı sevgilim. Bu yüzden beşinci katta bulunan dairemize her zaman merdivenlerle çıkardık. O gittikten sonra bile bu alışkanlıktan vazgeçememiştim. Asansöre binersem ona ihanet edecekmişim gibi geliyordu. Ama bu gece merdivenleri tercih etmemin tek sebebi o değildi, mektuba ulaşmadan önce kendime biraz daha vakit kazandırmak istiyordum. Merdivenler bana sadece iki dakika vakit kazandırmıştı, ne bekliyordum sanki! Evden içeri girdiğim anda yüzüme vuran sıcaklık aslında ne kadar üşümüş olduğumu fark etmemi sağladı. Trençkotumu ve atkımı çıkarıp portmantoya astım. Salona mektubu bıraktığım sehpaya doğru yürümeye başladım. Zarfı elime aldığımda o tanıdık el yazısını görmek içimi bir tuhaf yapmıştı. Kendimi en yakın koltuğa bıraktım ve zarfı açmadan önce tüm yaşadıklarımızı bir kez daha gözümde canlandırmaya çalıştım. Otuzlu yaşlarımın başında henüz yeni doçent olmuşken yine böyle karlı bir günde odamın kapısı çalınmıştı. Başımı okuduğum makaleden kaldırmadan girin demiştim ve onun o büyülü narin sesini duyana kadar da başımı okuduklarımdan kaldırmamıştım. Tez danışmanlığı için geldiğini söylemişti. Turuncu saçları, yeşil gözleri ve bembeyaz teniyle rüyalardan fırlayıp gelen bir karaktere benziyordu. Çok daha genç görünmesine rağmen yirmi yedi yaşında olduğunu söylemişti. Danışmanlığını yaptığım sıralar sık sık görüşüyorduk ve ben her görüşmemizde daha da hayran kalıyordum ona. Bu dünyaya ait değil gibiydi. Konuşmalarında, fikirlerinde, görünüşünde hep bir olağanüstülük vardı. Tez bittikten sonra da görüşmeye devam ettik ve artık onun da bana karşı bir şeyler hissettiğini anlamaya başlamıştım. Birlikte geçirdiğimiz vakitlerde şehrin kalabalığından ve bayağılığından kopuyordum, beni kendi dünyasının güzellikleri içine çekiyordu. Onun yanındayken aklım başımda olmazdı hiç o ise her zaman temkinli ve mantıklı adımlar atardı. Benim gibi aklı bir karış havada olarak sevmiyordu beni sınırlarını çok iyi biliyordu. İşte korkumun asıl sebebi de buydu. Öylesine hareket etmezdi o. Habersiz çekip gitmesini ve belki de bir daha asla geri dönmeyeceğini bile mantıklı bir nedene dayandıracağına neredeyse emindim ve bu yüzden mektup beni çok korkutuyordu. Düşüncelerimden sıyrılıp zarfı özenle açtım ve mektubu okumaya başladım.
Anıl okurunun profil resmi
Çünkü bende seni seviyorum hatta senin için ölümü göze alacak kadar çok. Bunu biliyorsun. Görüyorsun ya kendime dahi itiraf edemeyecek kadar çok seviyorum seni… Ağrılarım hala devam ediyor. Işığa olan hassasiyetim son raddeye gelmiş durumda ve sağ kolumda kısmen hissizlikler var, lütfen bunlar seni tedirgin etmesin. Bir tren gelecek ve biz o uzak yerlere gideceğiz. O tren geldikten sonra, Artık onlar, ne sana ne de bana en ufak bir zarar daha veremeyecekler. Bilmediğin belki de farkında olmadığın bazı olayları anlatacağım ve bu anlattıklarım benimle gelmene neden olacak! Tekrardan geldiler. Yine bir gün ağrılarım artmış, çare olarak da yürümeyi seçmiştim. Düşüncelerimden, ne kadar yürüdüğümü ve oraya nasıl vardığımı anlamaya çalışmadan sıyrıldım. Dikkatsizce etrafıma göz gezdirdim, uzaktan giderek şiddetini arttıran bazı sesler duydum. Bir süre daha bekledikten sonra bu seslerin bir tren lokomotifi olduğu kanısına varmam zor olmadı. Tren şehrin ortasından, çocuğu kaza geçirmiş bir ananın o tarifsiz tedirginlik ile hastaneye koşan edasıyla hızlıca önümden geçiverdi. Bir anda şehir ikiye bölündü ve ben karanlık tarafta kaldım. Sesler gitgide artmaya başladı. Zifiri karanlığı delerek uçan devasa kuşlar vardı. Daha ne olduğunu anlamadan etrafımda insan birikintileri oluşmaya başladı. Tabii ilk etapta bu insanlar pek dikkatimi çekmedi sonrasında yardım isteme gereği duydum ve karanlığa alışan gözlerimin yolları, kaldırımları ve nesneleri rahatlıkla seçebilmesinin kolaylığı ile bir adamın yanına kadar gittim. Adamı görmem ile irkilmem bir oldu. Karşımda duran adam büsbütün bir insan olmasına karşın, ağzına bir bıçak sokulmuş da hızlı bir şekilde sağ taraftan kesilmişçesine kocaman bir yara izi vardı. Yüreğimin hızlı çarpıntıları korkumu arttırmaya yetiyordu. Yardım istemekten vazgeçtim ve tekrardan etrafa göz gezdirdim. Ağzı yara olmayan sadece bir kişi vardı. O kişi sendin ve öylece tepesi sivri bir binaya odaklanmış bakıyordun. Ne beni, ne de geçen treni fark etmemişçesine o noktaya kilitlenmiştin. Bir anda tiz bir ses duyuldu ve tüm ağzı yarık olan o adamlar senin baktığın o yapıya doğru hipnotize olmuşçasına yürümeye başladılar. Sen, bir süre bekledikten sonra onlara eşlik ettin. Sana o kadar çok bağırdım. Gitme diye, fakat sesimi duyuramadım ya da duymadın. Çok kısa bir zaman diliminde, herkes içeri girdi ve etrafta uçan o devasa kuşlar da dâhil tek bir canlı kalmadı. Tekrardan o tiz ses boşlukta vuku buldu ve ardından herkes dışarı çıkmaya başladı. En nihayetinde seni gördüm. Arkan dönük yürümeye devam ediyordun. Sana yine seslendim fakat aldırmadın ben bu sefer ağlamaya başladım. Büsbütün umudumu yitirmek üzereyken durdun ve arkaya dönüp bana baktın. Yalnız, seni tanımakta güçlük çektim diyebilirim. Çünkü artık senin de ağzında kocaman bir yarık vardı. İşte sende onlar gibi olmuştun. Neyse ki o uçan devasa kuşlardan birisi beni aydınlık tarafa geçirdi. Yazdıklarımın sana ulaşacağını umuyorum. Onların arasından kurtulup, benim yanıma gelmen lazım. Artık ben gidiyorum. Tren beni bekliyor fakat sen yoksun. Bu mektubu okuduktan sonra gelen bir sonraki trene binmen dileği ile seni seviyorum…” Şizofreni bir anda belirmiş, halüsinasyonlar bir noktadan sonra onun salt gerçekliği olmuştu. Evet, o tren geldi fakat onu almak yerine onun üzerinden geçti. Bu mektup ne yazık ki şizofreni bir bireyin son mektubuydu. Onun yokluğunun verdiği acı, vücudumun her bir hücresine etki eder hale geldi. Keşke terk edilseydim kesinlikle bununla baş edebilirdim fakat onun ölümü ile yüzleşmek cehennem azabı gibi. Son zamanlarda aklımda sadece bir soru var ve tüm zihnimi meşgul ediyor… Artık trene binme vakti geldi mi?
Mithril / Nobody okurunun profil resmi
Hayatimda hic bir zaman dunyayi bir kadinin gozlerinde bulacagimi, ve o gozler kapandiginda dunyami kaybedecegime inanmamistim. Hayatimda hic bir zaman bir kadini kendimden daha cok sevebilecegime inanmamistim. Hayatimda hic bir zaman bir kadinin hayatiyla hayatimi anlamlandiracagimi, olumuyle de olumu arayacagimi dusunmemistim. Ben hic bir zaman aska inanmamistim, ve hic bir zaman olumun bir tercih olabilecegine inanmamistim. Olum… Senden korkmuyorum. Ve seni kucakliyorum tum varligimla. Olum… Bilinmeyen o soguk karanliginla gel ve o son trendeki o son bileti bana ver. Olum… Kalbimdeki aciyi bir omur tasimaktansa seni terch edecek kadar bencilim iste. Uzerimdeki ortuyu siyirip yataktan kalktim. Henuz ufuktan agir agir yukselen gunes tum odami kan kizilina boyamisti. “Kizil bir gunes doguyorsa, gece bir yerlerde kan dokulmustur” derdi buyuklerim, ya da sevgilim, ya da bir film karakteri; olume bu kadar yakinken ne onemi var ki kimin dediginin veya gercekten dokulup dokulmediginin. Birazdan nasilsa dokulecek… Agir adimlarla pencereye ilerledim ve usulca actim. Sabahin taze ve buz gibi kokusunu duydum son defa. Geceki kar, iyice azalmis kucuk kucuk suzulen buz parcalarina donmustu. Agir agir suzulen tanelerin ahengini bozmamaya calisircasina, ben de usul usul pervaza tirmandim. Soguk bir ruzgar sanki beni odamin guvenli sicagina geri itermis gibi sertce esti. Ama beni bekleyen bir sevgili, kacirilmayacak o son tren ve bana seslenen bir olum vardi. Sag ayagimi bosluga dogru uzattim ve ellerimi birakarak kendimi bosluga dogru… Kagittan bakarken “Dur, lutfen dur, yalvaririm dur. Olmek istemiyorum henuz.” diye sessiz cigliklar atarken ben hic kimsenin duymadigi, yazarim sanki hislerimi anlamiscasina durdu. Hisimla masadan kalkarken sandelyesi yere devrildi. Cikan gurultuyle sominenin onunde tembelce uyuklayan kedi korkuyla yerinden firlayarak odadan kacti. Yarattigi ruzgarla da sayfalarimi dalgalandirdi. Ne kadar kirilgan, ne kadar hassas da olsam, tum hayatim ve olumum bile kendini tanrim sanan bir adamin ellerinde bile olsa hala hayattaydim ya, buna da sukur… Yazarimin aklindan gecenleri okumak isterdim. Lanet olsun, havada asili kaldim ve bundan sonra yazacagi ilk harf benim olumum olacak. Bir insanin hayatini sona erdirme karari vermek bu kadar mi kolay verilir? Bu kadar mi kolay oldurebilmek? Yazar, tekrar masaya dogru geldi ve daktilonun yanina dogru uzandi. Acilmamis bir mektuptu bu, daha evvel dikkatimi cekmemis olan. Elinde mektupla odada volta atmaya basladi. Onumden her gecisinde beni nasil hayata dondurebilecegini dusunuyordum umutla. Henuz odamin katindan bahsetmemisti mesela, birinci kattan atlasam ufak siyriklar ile atlatabilirdim pekala. Veya gece boyu yagan karlar, binanin onunde bir tepecik olusturmus olabilirdi ve uzerine dogru yumusak bir inis gerceklestirebilirdim. Yazarim hala elinde acilmamis olan zarfla basimda dikilmeye basladi. Sanki yasam ve olum kararini benim icin degil kendi icin veriyordu. Ve o beklerken, ben sanirim su boktan boslukta kalp krizi gecirecegim. Derin bir nefes alip halayanmakta olan somineye dogru ilerledi, elindeki zarfi dudaklarina goturdu, optu ve atese atti. Dudaklarindan dokulen iki kelime gorur gibi oldum, “Hoscakal Nevin” Ve ardindan en az 233 derece olan o ateste kagidin citirdamasini duydum. Yazarim yine bana yaklasti; suratinda, yalnizca benim gorebilecegim ve yalnizca benim anlayabilecegim bir ruya kadar silik, ve bir kabus kadar karanlik bir gulumseme vardi. Uzerinde var oldugum, yasadigim, ve olmek uzere askida bekledigim adeta arafta kaldigim kagidi daktilodan cikardi: burusturup, ben daha ne yapacagini anlayamadan, tamamen kule donmus ve tutmekte olan mektubun yanina, o en az 233 derece sicakliktaki atese atti. Once yandim. Ardindan, beni olume cagiran derin bir ask acisi icimi burktu. Sonra bir mektup gecti elime, bir tren cikti mektuptan ve gecti gozlerimin onunden. Bir cift yesil goz gulumsedi bana, kirmizi ojeli elleriyle ellerimi tutarken. Avuclarindaki ellerim sogudu, kizin elleri kaybolurken usuyen ellerimi treckotumun ceplerine soktum. Geceydi ve kar yagiyordu. Ictigim sigara bogazimi yakti, sigaranin uguruna inandim. Ve gozlerim, bir sokak lambasinin parlakligina dikilmis, dokulen iri kar tanelerini izliyordu… Kagida bakarken Her nefesimde tükenen sigaramdan bir nefes daha çekip yanından geçmekte olduğum sokak lambasına başımı kaldırıp baktığımda, kar taneleri sanki düşerken büyüyor gibi gelmişti gözlerime ve yüzüme yaklaşan kar tanelerine ne hikmetse sigara dumanımı üflemeye çalışıyordum…
NigRa okurunun profil resmi
Ya da belki hatırlamak sebep olmuştu beni buruşturup, yırtıp bırakmasına. Parçalamak istemişti camdan bir bardak gibi o aklından çıkmayan tutkulu aşkın sadece kendisine gözüken hayaletini, parçalara ayırmak ve içinden sadece güzel olanlarını ayıklamak... Hayır tahmin değil bu biliyorum gerçek! Tıpkı üzerime düşen sigara küllerinin gerçek olduğunu bildiğim kadar biliyorum. Sonuçta kendisi yarattı beni ve ben de onun bir parçasıyım tıpkı onu evlere sığdırmayan, karlar üstünde uzun uzun yolculuklar yapıp yine de kafasından uzaklaştıramadığı aşkı gibi. Yazarların her yazdığında kendi tecrübelerinden bir parça yok mudur? İşte ben  aklından geçenlerin somut kanıtı olan kağıt üzerinde canlanmış bir tecrübeyim. Gerçek hayatında başaramadıkları, keşkeleriyim ben. Tüm hatalarına telafi şansıyım. O daktilo bir zaman kapsülü ve benim yuttuğum tüm harfler geleceğe bir özür aslında geri dönüşü olmayan tüm pişmanlıklar için. Yaralarıyım en kuytu köşelerde ve yaralarını göstermek istememesindendi belki de arkadaşı geldiğinde beni görsün istemeyişi. Ben çokça oyum. Çokça da sevdası... Bu kış geçecek ve ben unutmaya başlayacağım onu. Belki de sırf bu yüzden karlı bir kurgunun içinde tek bir karakter olarak onca zamandır bekliyorum. Bu kışın geçmesi demek onu unutmak demek. Ve ben onu unutmak için tek bir kışın yeterli olup olmayacağını kestiremiyorum. Bu yüzden erteleniyorum yazılmak için hep başka bir zamana. İşte ben sokak lambasına bakar bunları düşünürken, beni parçalamasından saatler sonra her katilin cinayet mahalline geri dönmesi misali geri gelip beni daktilonun arasına yerleştirdi ve sokak lambasından hikayeye tekrar başladık. KAĞIDA BAKARKEN, Başımı sokak lambasına kaldırmış, büyüyen kar tanelerine bakar şekilde ve o kar tanelerine sigara dumanını üfleyerek, ne kadar beklediğimi bilmediğim gibi, mektubu okuduğumda bunca zamanın bir küle dönüşüp uçup gideceğini mi yoksa onu unutmaya dair kararlılığımın daha mı kuvvetleneceğini de bilmiyordum. Onca zaman süren sessizlikten sonra kalbimin,beynimin merkezine darbe vuran mektup. Geleceğe dönük tek bir umut kırıntısının, zaten dönmeye aşırı meyilli olduğum kararlılığımın kırılmasına sebep olup olmayacağından ya da yazdıklarının beni daha da efkara boğup boğmayacağından emin olamıyordum. Bana " Belki yıllar sonra... " dese yıllarca bekleyip beklemeyeceğimden de. Zaten ondan sonra ben hiç bir şeyden tam olarak emin değildim. Bir daha bu kadar sevebileceğimden, kendi sesimden daha tanıdık olan sesini unutup unutmayacağımdan , birlikte dinlediğimiz şarkıları duyduğumda (bir zamanların mutluluk veren şimdiyse buruk bir tebessüm ile dinlediğim o şarkıları, şarkılarımızı) içim burkulmadan dinleyebileceğimden hatta o şarkıların bana onu hatırlatmayacağı bir zamanın gelip gelmeyeceğinden, o da beni hatırlıyor mudur duyduğunda acaba diye düşünmekten vazgeçeceğimden... Gelecekte de onun tanımadığı ama onu tanıttığım onca insana; İstanbul'un martılarına; onu anlatmaktan bıkıp bıkmayacağımdan... İçimi aşk ateşi misali yakan o kadehlerdeki dudak izlerinde onu bulamadığımda göz yaşlarımı yerinde tutabileceğimden... Düşüncelerimin ağırlığıyla başımı önüme eğdim, saatime baktım. Gece yarısı olmasına hala, bir saati oluşturan dakikaların toplamından yaklaşık üç tane daha olması lazımdı. Saatler geçmek bilmiyordu. Hatta dakikalar...Sanki saatimi gidişine ayarlamışım da gidişinden sonra tek bir dakika geçmemiş gibi. Bir "offffff!" üfledim karanlığa buharlı. Bu yoksunluk hissi ile kuvvetlenen hüzünle bir elmanın iki yarısı gibi olmuştuk başlangıcını hatırlayamadığım kadar uzun bir zamandır. Hep buradaydı sanki. Sadece "O" derman olabilirdi,olabiliyordu,olmuştu. Hüzün ve aşk, tuz ve şeker gibi sanırım. Hangisine ihtiyaç duyarsan onu alabiliyorsun fakat ikisi aynı yere giremiyor ve ikisinin de aşırısı farklı etkilere sebebiyet veriyor. Ben ikisinden de yüksek doz almış bir adamdım artık. Sigaramdan son bir fırt çekip  tüm derdimi dumana yüklemişim de nefesimi bıraktığımda hepsi dumanla uçup gidecekmiş ve her şey eskisine dönecekmişçesine dumanın dudaklarımın arasından kayıp gitmesini izledim, tıpkı ellerinin ellerimden kayıp gidişini izlediğim gibi. Uğurlu sigaramdam bekledigim uğur gerçekleşmeyince sigaramı attım ve birikmiş karı eze eze yürümeye devam ettim, karları ezdikçe kederimi de eziyormuşçasına gözlerimde yaşlarla,kafamda yine binbir soruyla dolaştım Istanbul sokaklarında. Ya bu kış geçer ve ben onu unutamazsam ve yerimi başka biri alırsa? Soğuk havada yürümenin düşüncelerimi rahatlatacağını mı düşünmüştüm evden çıkarken? Bir yanılgı daha... Sanki herhangi bir etken düşüncelerimi ondan uzaklaştırabilirmiş gibi. Mektuptan kaçabilecekmişim,ertelemek fikrimi değiştirebilirmiş ve sanki merakım galip gelip mektubu en özlem dolu anımda açıp okumayacakmışım gibi!! Onunla ilgili herhangi bir bağlantıya su misali ihtiyaç duymuyormuşum gibi... Derin bir nefes aldım, soğuk hava ciğerlerimi doldururken bir dua fısıldadım. " Kurtar Allah'ım beni bu aşkın kederinden."
Emre Şeyda okurunun profil resmi
Hayat o kadar acımasız ki kaç defa bu dünyadan göçmek istiyorum ama bazen de o kadar güzel geliyor ki sonsuza kadar yaşamak istiyorum. İşte şu anki duygularım hayatın güzelliğinden ziyade acımasızlığı. Hayatıma giren en büyük güzelliğin elimden alınması ve bunun için zerre kadar bir şey yapamamanın da azabı ile birlikte kendimi de bu trene atmak istiyorum. Bunu yapabilir miyim? İşte bunu bilemiyorum. Ölmek, bu hayattan göçmek, dediğim gibi defalarca düşündüğüm bir konu hatta ve hatta saçma nedenlerden dolayı da teşebbüste bulunmaktan çekinmeyip denediğim ve maalesef başaramadığım bir mevzu. Başarısızlıklarımda hayata daha sıkı sarılsamda ardından daha büyük acılarla da karşılaşabiliyorum ama bu acı en fenası, en vahimi, en acısı ve en dayanılmazı. Sevdiğiniz biri size uzaksa ve ulaşılmazsa bile hayatta ise bir nebze içiniz rahattır birincisi o kişi yaşıyordur ve ikincisi bu kişiye bir şekilde ulaşabilme şansınız vardır. Bununla birlikte bu kişi yaşamıyorsa ne yaparsanız yapın nafiledir ancak Allah’a o kişi için bolca dua edersiniz . Ettiğiniz dualarda onu görebilmeyi ne kadar istediğinizi de söylersiniz ve belki onu rüyanızda bile görebilirsiniz ama hepsi bu. Yaşadığınız müddetçe o kişiyi görememenin acısını yaşamak gerçekten de çok kötü bir durum. Yaşıyorum belki ama acılarla, yaşıyorum belki ama ızdırapla, yaşıyorum belki ama hüzünlerle... Onu her hatırladığımda kalbimin sıkışması ve gözlerimin dolması beni rahatlatmıyor. Yaşadıklarımızı hatırlayınca evet duygusallaşıyorum ama güzellikler beni açıkçası mutlu da ediyor ve yüzüme bir tebessüm geliyor. Belki yaşamak istiyorum ya da ölmek bunu bilemesem de en iyi bildiğim onu çok sevdiğim ve bu sevgiyi sonsuza kadar yaşatma isteğim.
13 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.