Okuma yazmayı evde çatpat biraz sökmüştüm, adımı soyadımı yazar, harfleri ve birkaç kelimeyi tanırdım. Birinci sınıfa başlarken üzerimde, uzun süre ailemden uzak kaldığım yabancı bir ortamda farklı insanlarla bir arada bulunmanın yarattığı çekingenlik, korku ile abilerimin ellerinde görüp ilgiyle seyrettiğim kitapları okuyabilecek olmanın heyecanı hakimdi. Bu duyguların hırsa evrilmesiyle sınıfta kırmızı kurdelayı ikinci takan öğrenci olmuş, hemen soluğu annemin dizinin dibinde almıştım; onun adını yazıp defalarca okuduktan sonra onu çok sevdiğimi söylemiştim. Akşam eve gelen babamdan ertesi gün için çarşıya gitmenin sözünü alıp tüm gece heyecandan doğru düzgün uyuyamadan sabahı etmiştim. Evimiz ile çarşı güzergahındaki tüm tabelaları hem giderken hem gelirken sesli okuyarak babamın kafasını şişirmiştim ama o, bundan babalık duygusunun etkisiyle olsa gerek rahatsız olmamıştı ya da en azından ben öyle sanıyorum, belki içinden küfretmiş de olabilir.
Bir karne günü öğretmenim bana Robinson Cruose'yu hediye etmişti. Bu meşhur kitapta Robinson'un macera ve keşif tutkusuyla ailesine karşı gelmesinin ardından çıktığı serüvenin nihayetinde düştüğü adadaki mücadelesi beni çok etkilemişti. O zaman soluksuz okuduğum bu kitabı, tekrar okumaktan çekinirim, çünkü kitabı okumakla oluşup hâlâ beni kuşatmaya devam ettiğini hissettiğim büyülü atmosferin zedelenmesinden korkarım. Anlıyorum ki, bir kitaptan aldığımız hazzı etkileyen pek çok etken söz konusudur. Bunlardan ilk aklıma gelen, kitabı kaç yaşında okuduğumuzdur. Belli bir yaştan önce derin, karmaşık, uzun bir kitap okunmaya çalışılırsa insanın okuma hevesinin temelinde ileride tamiri zor hasarlar meydana gelebilir. Bundan dolayı ilgili kitaplardan gereğinden fazla uzak kalınabilir. Benim Savaş ve Barış nezdinde yaşadığım gibi.
Ailemde düzenli kitap okuyan kimse bulunmuyordu, buna karşın ben elime geçen her şeyi okuyor ve okul kütüphanesini arşınlayıp duruyordum. Bir gün abimi İki Şehrin Hikayesi'ni okurken gördüm, okurken oldukça sıkıldığı suratından belli oluyordu. Buna rağmen kitabı neden okumaya devam ettiğini sorduğumda ödev gereği olduğu yanıtını vermişti. Biraz sonra dışarı çıktığında kitabı açıp meşhur başlangıcını okudum, sonra birkaç sayfa daha… Sonraki sayfalarda artık abimin sıkılmış simasını görmeye başlamış ve ardından da kitabı kapamıştım. Böylelikle İki Şehrin Hikayesi benim için uzun süre uzak durulacak bir eser hâline geldi. Sonraki zamanlarda aynı akıbete Miskinler Tekkesi uğradı. İki Şehrin Hikayesi'ni okudum ama Miskinler Tekkesi'ni hâlâ okumadım.
Okul kütüphanesinde keşfedip çok sevdiğim iki yazar oldu: Kemalettin Tuğcu ve Jules Verne. Kemalettin Tuğcu'nun kitaplarından aklımda kalan yegane şey dram olsa da okuma alışkanlığı kazanmama çok faydası oldu. Jules Verne ise çocukluk kahramanlarımdan birisi haline gelmişti. Eserlerini okurken zihnimin kıpır kıpır hareket ettiğini hissedip diyardan diyara seyahat ederdim adeta. Bu yerler yaşadığımız dünya ile sınırlı değildi üstelik, bazen aya çıkar bazense dünyanın merkezine inerdim. Böylelikle hayal gücüm oldukça gelişti ve zenginleşti; bundan dolayı Jules Verne'e çok şey borçluyum. Öte yandan, şu an onun eserlerini okurken o eski tadı alamamanın burukluğunu yaşıyorum. Anlıyorum ki, kendimi geliştirip bununla birlikte yaşım da ilerledikçe mazide bana çok şey katmış yazar ve eserlerini kaybediyorum.
Kendimi bildim bileli tarihi çok severim. Küçükken tarihi romanlar okur ve tarih derslerinde söz bunlardan uzun uzun kesitleri anlatırdım. Bu esnada hem öğretmenim dinlenmiş olur hem de sınıf arkadaşlarım sıkıcı buldukları dersten kurtulmuş olurdu. Bir gün adını anımsayamadığım bir tarihi romanda IV. Murat'ın eşcinsel olduğuna denk geldim. Bana hep çok güçlü ve evliya gibi sultanların en öne çıkanlarından bir tanesi olarak sunulan Murat'a bunu konduramayıp epey öfkelenmiş, biraz da kırılmıştım. Sonradan birkaç kez kitabı yeniden okumaya çalışsam da beş on sayfadan sonra hep yarıda bırakmıştım.
Yatılı okumanın ve birtakım başka sorunların nedeniyle lisede kitaplara uzak kaldım. Buna rağmen ara ara okumaya devam ettim. Örneğin; çocukluğumda sıkı bir hayranı olduğum Yüzüklerin Efendisi'nin kitaplarını bu dönemde okumuştum. Filmlerinde bulunmayan detaylarıyla karşılaşmam sebebiyle kitaplarını okurken merak, heyecan ve haz buldum. Öte yandan bu dönemde, bana seviye atlatabilecek kitaplardan ziyade şu an birçok insanın burun büküp, onları kütüphanede bulundurmanın bile bir okurun saygınlığına zarar vereceğini sandığı Bestsellerlar'a yöneldim. Açıkçası ben de bu auradan etkilenerek ilerleyen yıllarda kardeşime bu kitapları kötülemiştim ama hatamı kısa sürede fark edip telafi etmiştim. Anlıyorum ki, her insanın kendisine göre bir okuma serüveni oluyordu.
Üniversitede kütüphane, liseye nazaran daha çok uğrak bir mekanımdı. Rafların arasında gezinmek, kitaplarla göz göze gelmek, elime alıp hiç sevemediğim ön sözlerini geçip ilk satırlarını okuduktan sonra hikayenin geri kalanını bir an için zihnimde yaratmaya çalışmak, arka kapaklarındaki yorumların abartı olup olmadığını anlamaya çalışmak bana klasik erkek sohbetlerinden bin kat daha zevk veriyordu. Vizeler, finaller, üniversitenin özgür ortamına kendimi bırakma, kız arkadaş bulma gibi etkenlerden dolayı okuması daha ferah olan kitaplara yöneldim: Elif Şafak, Zülfü Livaneli… Bunları tercih etmemde yerli ve popüler olmaları da etkiliydi. Sonra bir gün raflarda bir kitabın sarı sarı parladığını fark ettim. Biraz yaklaşınca bir buğday tarlasına girmiş gibi oldum. Jose Saramago diye bir yazarın birçok kitabı sıralanmış beni bekliyordu adeta, ben de hemen bunların arasından Bütün İsimler'i çekip aldım. Akşamleyin okurken başta, yazarın noktalama işaretlerini çok farklı kullandığı yazım stilinden dolayı öfkelendim ancak beş-on sayfa ilerledikten sonra alışmaya başladım, okudum okudum okudum… Ama neredeyse hiçbir şey anlamadım; buna karşın okuduğum satırların ardında bambaşka bir dünyanın beni beklemekte olduğunu hissettim. Anlamaya çalışıp ama anlamadan okumaya devam ettim, bir noktasan sonra ise sadece gözlerimi gezdirdim. Virgülle ayrılmış nokta için feryat eden cümlelerin arasında benim için edebiyat sahasında yeni bir seviyenin aralandığını fark ediyordum.
Milan Kundera'nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'ni sırf kapağı bana değişik geldiği için okuyup hiç zevk almamıştım. Jack London'ın Beyaz Diş'ine ise adeta aşık olmuştum. London demişken, üniversitede bir ders esnasında öğretmen, bizden bir konu üzerine yazı yazmamızı istemiş, ismimizi yazma noktasında ise bizi serbest bırakmıştı. Ben de yazının altına Jack London yazıp teslim etmiştim. Öğretmen kağıtlardan birkaçını okumuştu ve bunlardan birisi de benimkiydi. Takma adı okuduğunda tüm sınıf gülmüş ve buna anlam verememiş, hem de bundan dolayı utanmıştım. Yazının sahibini sorunca bir zorunluluk olmamasına karşın elimi kaldırmıştım. Bu olayda dikkatimi çeken husus herkesin isme güldüğü halde neden bu ismin tercih edildiğini merak etmeyişiydi. Tercihimin nedeni, London'ın doğru düzgün bir eğitim almadan bir gün okuduğu bir kitap üzerine edebiyata ilgi duymaya başlayıp bundan sonra fırsat bulduğu her zamanı kütüphanede geçirerek nihayetinde büyük bir yazar olmuş olmasıydı.
Çocukluğumda beni en sarsan kitap ise Suç ve Ceza olmuştu. Okuduğum diğer kitaplardan bambaşkaydı. Ama çok sevmiş olmama rağmen uzun bir süre Dostoyevski'den başka bir kitap okumamıştım. Belki de bunun gerisinde yatan neden, onun insan ruhunun karanlık dehlizlerine korkusuz seyahatinin bir parçası olmaktan ve eserlerinde merkezi bir konuma sahip olan teolojik sorgulamaların üzerimde yaratacağı olası sonuçlardan duyduğum korkulardı. Teolojik sorgulamalardan duyduğum kaygı ve korku beni pek çok eserden uzun süre uzak tuttu, onlara karşı önyargı besledim. Ama bu önyargıların bana sadece zararı dokundu. Lisede bir felsefe öğretmenim Antik Yunan filozoflarının fikirlerini kısa kısa geçip dinimize uygun olduğunu söylediği Gazali gibi İslam düşünürlerine uzun zaman ayırırdı. O zaman bu isimlerin hiçbirini tanımazdım. Toplumdan bana sirayet etmiş felsefe çekingenliğini de yaşadığımı söylemeliyim. Bununla birlikte içten içe Sokrates, Aristoteles gibi filozofların fikirlerinin çok daha dikkat edilesi olduğunu da hissediyordum.
Şu an anımsayamadığım birçok yazar ve eserine karşı hakkında duyduğum, okuduğum birtakım hususlar nedeniyle çeşitli önyargılar beslediğim için onlardan uzun süre uzak kaldığımı fark ediyorum. Her kitap bir başka dünyaya açılan bir kapı olması sebebiyle ben bu önyargılar nedeniyle birçok dünyaya sırtımı dönmüşüm. Başka etkenler de olmakla birlikte Dostoyevski'nin sandığım kadar iyi biri olmaması öğrenmemle birlikte bu tavrımda değişiklikler meydana gelmeye başladı. Kendi kendime sorular sordum: Ben neden kitap okuyorum; yazarı iyi ve örnek bir şahsiyet olduğu için mi? Beni başka dünyalar gösterip hayal gücüme zenginlik kattığı için mi? Beni bu sıkıcı hayattan, ne konuştuğunu bilmeyen insanlardan, hiç içine giremediğim boş sohbetlerden bir an için olsa bile kurtardığı için mi? Bana hayatı, kendimi sorgulattığı ve yerde gezinmekte olan karıncayı neden ezmemem gerektiğini ya da böyle bir gerekliliğin aslında olmadığını ama yine de bir gerekçe yaratmam gerektiğini öğrettiği için mi? Bana kendimi bilmezden evvel ailemden ve çevremden telkin edilen insan ürünü dinlerin zihnime zarar veren etkilerinden kurtulmak için mi? Vardığımı zannettiğim gerçeklik kavramının beyhudeliğini anlamamı ve aslında gerçeklere ulaşma arzusunun bizi var ettiğini fark edebilmem için mi? Adına toplum denilen kutsallarla sınırlanarak hareket kabiliyetini yitirmiş, nerden gelip nereye gittiğinden bihaber yığından sıyrılmak, hayata onlar gibi siyah ya da beyaz seçeneklerinden bakmamak için mi? O anki ruh halime uygun olduğu için mi? Dünyanın birçok yerinde benimle benzer düşünen, hisseden veya benzer zorluklar yaşayan insanlar bulunduğunu görebilmek için mi? Ya da sadece okumaktan haz almak için mi?
Bunlardan ve listeyi uzatabilecek daha pek çok nedenden herhangi biri için okumuyorum, yani böylesine kompleks bir eylemi salt bir nedene indirgeyemem. Sadece şunu söyleyebilirim: okuma, sınır kabul etmeyen bir eylemdir. Bu nedenle hiçbir etkenin beni dışarıdan kontrol edip okuma eylemime yön tayin etmesine bundan sonra müsaade etmeyeceğim. Okumak özgürlüktür, kitapların sayfalarında bir Robinson olmaya devam edeceğim.