"Tuhaf değil mi? Burada kendi ülkemde bir yabancı gibi hissediyorum kendimi, hatta bazen cüzzamlı gibi, sırf sizin olmamı istediğiniz gibi olmak istemediğim için." Anita Fink'in günlüğünden.
Açıkçası psikoloji ve kişisel gelişim kitaplarına, sayıca çok fazla okumamış olmama rağmen, doymuş hissediyorum. Ne zaman bu türde kitaplar okusam sadece bildiklerimi tekrar ediyormuşum gibi geliyor. O yüzden bu kitaba da önyargıyla ve düşük beklentilerle başladım.
Kitap, çocuklukta uğranılan her türlü istismarın bedene kaydedildiğini, çoğu durumda bedende hastalık olarak tezahür ettiğini iddia edip bu kuramın altını doldurmaya çalışıyor. Sürekli bahsedilen ve eleştirilen Tevrat'taki "Dördüncü Emir" mevzusu var. Anne-babaya daima itaati ve hürmeti nasihat eden emir. Bizim dinimizde de bu, yabancı olduğumuz bir yaklaşım değil. Yazar temelde bu şartlandırmanın bireyde nasıl toksik etki yaptığını, bilimsel araştırmalara değinerek, gerçek/kurgu vaka örnekleri vererek anlatıyor. Kitabın ilk bölümü bu perspektiften incelenen yazarlara ayrılmış. Dostoyevski'nin babasıyla ilgili olan kısımları okurken gözyaşlarım gerçekten durmak bilmedi. Kafka zaten her zaman, sanki kızgın demir yutmuşum gibi kalbimi, içimi yakıyor. Virginia Woolf'la ilgili kısım da yine insanı hüzünlendiriyor.
Her ne kadar kitabın genelini beğensem ve okuduğuma pişman olmasam da ben bu kitabın "şifa kaynağı" gibi pazarlanmasından rahatsız oluyorum. Kitabın bir farkındalık kazandırdığı gerçek ama bunları pratikte uygulamak acı verici. Benim için imkansız. Bir de şu var: Kendine yardım etmeyi bilmeyene kimse yardım edemez. Kitaplardan ya da insanlardan medet ummayı bırakıp kendi kendimize şefkat gösterirsek o zaman her şey değişmeye ve iyileşmeye başlar bence. Bizi bizden daha iyi kimse anlayamaz. Her birimizin hikayesi, yaraları biricik ve ilacımız da önceden reçete edilemez.