Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

·
Puan vermedi
İbrahim Kalın’ın esasen İngilizce yazdığı ve çok güzel bir şekilde Türkçe’ye tercüme edilen bir eseri Perde ve Mana. Temel olarak “akıl” kavramının İslam medeniyetinde ve Batı medeniyetindeki konumunu karşılaştıran ve öneriler sunmaya çalışan bir kitap. Yazarın her iki medeniyetin felsefe geleneklerine aşina olması, canlı bir karşılaştırma tablosu tasvir etmesine imkan sunuyor. Bununla birlikte çözümler sunarken yer yer indirgemeci yer yer de sathi yorumlarda bulunuyor. Kitabın özümsenebilmesi için, temel islam felsefesi ve batı felsefesi problematiklerine hakim olmakta fayda var. Nihai olarak, kıyaslamalar bağlamında tespitleri açısından değerli ancak sunulan öneriler açısından kısır bir kitap olduğunu söyleyebiliriz. Kitapta sunulan bazı tespit ve önerilerin değerlendirmesine geçelim. “Varlığa yabancılaşmış bir aklın eşyanın hakikatini kavraması mümkün değildir.” (s. 49) diyor yazar. Bu kitabın en temel argümanı olarak nitelendirilebilir. Esasen çok da yerinde bir kıyas noktası seçilmiş. İslam medeniyetine ait olduğunu iddia eden biri ile Batı medeniyetine ait olan biri arasında hangi konu tartışılırsa tartışılsın öncelikle ontolojik zeminin gözden geçirilmeye ihtiyacı vardır. Ontolojik zemin arasındaki farklar ve nüanslar oturtulduktan sonra akıl da, ahlak da hukuk da tartışılabilir. Ancak sırf semptomlar aynı diye hastalıkların ve de tedavilerin aynı şekilde gerçekleşeceğini beklemek bu çağın hastalığıdır. En basit bir tezahür olarak ilişki problemleri ele alınabilir. Kadın erkek arasındaki ilişki problemleri her kültürde, medeniyette benzer semptomlarla mevcuttur. Ancak Ingmar Bergman’ın da “Bir Evlilikten Manzaralar” filminde çok güzel şerh ettiği gibi problemlerin dibine inildiği zaman her zaman varoluşsal bir zemin bulunur. Bergman bu zeminin (hastalığın) dışarı nasıl yansıdığını (semptom) çok güzel şekilde tasvir etmiştir. Bu şekilde izah edilen hastalığa hangi tedavinin uygun olacağı da tartışılabilir hale gelmektedir. Böylece belki her hastalığa aynı tedavi uygulanması (belki de yeni hastalıklara yol açılması) garabetinden kurtulunur. Kalın, kitapta temel olarak bu problemden bahsetmektedir. Hangi kavram ele alınırsa alınsın, kavramın kendini inşa ettiği ontolojik zemin incelenmeden analize/kıyasa geçilmemelidir. Akıl kavramı, hakim kültürün dayattığı çerçeve içinde tartışılmaya mahkum bırakılmamalıdır. Örneğin, İslam medeniyetinde kalbe entelektüel bir görev atfedilmesi (s. 59), nefsi arındırmanın bilişsel süreçlere etki etmesi (s. 57) Batı medeniyetinde eksikleri göze çarpan şeylerdir. Dolayısıyla akıl ve kalp ilişkisi alınırken düşünce çerçevesi yeniden inşa edilmelidir. Aksi takdirde esasen sizin için problem olmaması gereken şeyleri problemmiş gibi tartışarak bir fasit daireye düşersiniz. Biraz da kitabın eksik bulduğum öneriler kısmına değinelim. Yazarın öneri sunarken düştüğü iki temel hata var. Birincisi eleştirdiği şeyi basite indirgiyor. İkincisi kendi disiplinin verilerini olduğu gibi bu zamana aktarıyor. Eleştirdiği şeyi basite indirgediği yere bir örnek verelim: “Felsefi anlamda “kendinde şeyi” yok eden ve her şeyi metalaştıran bir dünyada iyinin, doğrunun, güzelin, inancın, sevginin, dostluğun yaşaması imkansızdır” (s. 28) İddialı bir cümle. Cidden Kant’ın “Ding an sich”in bilinemez olduğunu söylemesi dünyadaki tüm kötülüklerin kaynağı mıdır? “Bilinmeyen” ile “Bilinemez” kategorileri arasında bir ayrım yapmak Kant’ın ait olduğu düşünce geleneği açısından gayet temellendirilebilirdir. Kant yaşarken “Bilinmeyen” metafizik olgular üstüne spekülasyon yapılıp din ile -sözde- felsefe birbirine eklemlenmişti. Din ile ne olduğu belirsiz felsefi önermelerin birbirinin içine girdiği böyle bir ortamda bunları ayırmak istemek kadar doğal bir şey olamaz herhalde. Bu tavrın olumsuz sonuçları olabilir, ancak olumsuz tüm sonuçları bu tavra bağlamak nedensellik bağlantısının kurulmasında bir eksiklik göstergesi gibi gözüküyor. Yazarın hakim söylemi eleştirmek adına yer yer bağlam saptırmaları yer yer anakronik ifadeleri (sapere aude’nin esasen “eşyaya hikmet nazarıyla bakmak” manasına geldiğini ifade etmesi gibi ?!) bulunuyor. Bunlara alternatif olarak ise kendi kültürümüze gitmek, kendi kaynaklarımıza bakmamız gerektiğini savunuyor. Bu kısma katılmamak elde değil. Ancak bu kaynaklar, o gün üretildikleri halden bugüne doğrudan uygulanabilecek durumdalar mı, orası biraz şüpheli açıkçası. Bir örneğe bakalım. Yazar rasyonel eylemin: “Varlığın doğasına inşa edilmiş akıl ilkesine uygun hareket etmek olduğunu” söylüyor. (s. 54-55) Sonrasında da bunun fıtrata uygun olması gerektiğini söylüyor. Doğa, inşa edilmiş akıl, fıtrat gibi kavramların bugün için yedi yüzyıl önceki anlamlarını korumaları mümkün müdür? İbn-i Sina’nın mizaç teorisi, Molla Sadra’nın varlığın birliği teorisi kitaplardan alınıp doğrudan bugüne tatbik edilebilir mi? Bugünün gerçekleriyle sınanmamış, var olan bilimsel paradigmalarla hesaplaşmamış teoriler sadece başvurulacak birer kaynaktan fazlası olabilirler mi? Yazar bu konuda bize katılmıyor gözükmektedir. Ancak daha gidilecek çok yolumuzun olduğu konusunda hepimizin uzlaşabileceğini düşünüyorum.
Perde ve Mana
Perde ve Manaİbrahim Kalın · İnsan Yayınları · 20221,360 okunma
·
193 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.