Dünyaya hükmetmek isteyen ve kendisini ilah kabul eden bir zalimin,
en aciz bir hayvan olan sivrisineğin eliyle öldürülmesinde,
Kainatın hakimi Cenab-ı Hakk'ın çok büyük mesajları vardır.
Aynı hatalarla "tarihin yeniden tekerrür etmemesi"
yaşanan olayların yön ve yol gösterici olması için,
tarihi olaylar iyi bilinmeli ve gerekli dersler alınmalıdır.
Geçmiş zaman kedileri, 1870'lerden 1950'lere kadar kedilerin edebiyatta nasıl bir yeri olduğu sorusunu cevaplıyor. Daha önce gazetelerde yayımlanmış olan Halit Ziya Uşaklıgil, Ahmet Haşim, Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi yazarların hikâyelerinden kesitler sunuyor. Kitapta Arapça- Farsça kelimeler, tamlamalar çok fazla kullanıldığı için okuma hızı ister istemez düşebiliyor. Bu da bende bir kopukluk yarattı, sürekli dipnot kısmına bakmak metinden uzaklaştırıyor ve dikkat dağıtabiliyor. Bu durumu göz önüne alarak okumakta fayda var. Fakat yüz otuz beşinci sayfadan sonra akıcı bir dilin ön palana çıktığını söyleyebilirim. Aralarından Ziya Osman Saba'nın kedi adlı hikâyesini pekâlâ sevdim. Diğerlerine göre çok daha derin bir anlamı ve anlatımı vardı. Aynı zamanda bir hayvanı alelade sevmenin değil gerçekten değer vermenin, hayatımızı şekillendiren travmaların sevdiklerimize nasıl bu denli zarar verebileceğinin, herhangi bir varlığı coşkuyla sevmenin vahşeti beraberinde getirdiğinin en iyi örneğiydi.
Bir hayvansever olarak İstanbul sokaklarında dolanan kimilerine göre nankör veyahut düşman olarak adlandırılan bu tekinsiz kedilerin ruh hallerini, insanlarla nasıl ilişkilerinin olduğunu okumak oldukça keyifliydi.
-"Hanım! En son cevabını isterim. Ya ben ya kediler?"
-"Kediler."
26 Ağustos 1922 Atatürk'ün hayatındaki en zor gündür.
Çünkü beş bin yıllık milletin yükü onun omuzlarına binmiştir. Savaşın kaybedilmesi halinde yapılması gerekeni söylemiştir.
Atatürk 1921'de Sakarya Savaşı'nı kazandı fakat ordunun önemli bir kısmı firar etti. Aslında firarlar Filistin cephesinden beri artarak devam ederken
“Büyük salonun kapıya yakın bir duvarının önünde birdenbire durdum. O andaki hislerimi, bilhassa aradan bu kadar seneler geçtikten sonra, anlatmama imkân yok. Yalnız orada, kürk mantolu bir kadın portresinin önünde, mıhlanmış gibi durduğumu hatırlıyorum. Resimleri seyredip geçenler, vücutlarıyla beni sağa sola itiyorlar, fakat ben olduğum yerden ayrılamıyordum. Bu portrede ne vardı?.. Bunu izah edemeyeceğimi biliyorum; yalnız, o zamana kadar hiçbir kadında görmediğim garip, biraz vahşi, biraz mağrur ve çok kuvvetli bir ifade vardı. Bu çehreyi veya benzerini hiçbir yerde, hiçbir zaman görmediğimi ilk andan itibaren bilmeme rağmen, onunla aramızda bir tanışıklık varmış gibi bir hisse kapıldım. Bu soluk yüz, bu siyah kaşlar ve onların altındaki siyah gözler; bu koyu kumral saçlar ve asıl, masumluk ile iradeyi, sonsuz bir melal ile kuvvetli bir şahsiyeti birleştiren bu ifade, bana asla yabancı olamazdı. Ben bu kadını yedi yaşımdan beri okuduğum kitaplardan, beş yaşımdan beri kurduğum hayal dünyalarından tanıyordum. Onda Halit Ziya’nın Nihal’inden, Vecihi Bey’ in Mehcure’sinden, Şövalye Buridan’ın sevgilisinden ve tarih kitaplarında okuduğum Kleopatra’ dan, hatta Mevlit dinlerken tasavvur ettiğim Muhammet’ in annesi Amine Hatun’ dan birer parça vardı. O benim hayalimdeki bütün kadınların bir terkibi, bir imtizacıydı.”
Genç kız şöyle demiş:
- Dışarda hava çok soğuk. Arkanızdaki pencereyi kapatsanız iyi olur.
Beş Hececi Halit Fahri bu söze şaşmış gibi davranarak şu cevabı vermiş:
- Sanki pencereyi kaparsam, dışarıdaki hava ısınacak mı?
Halit Ertuğrul’un “Kendini Arayan Adam” kitabı, yaşanmış hikayelerden esinlenerek yazılmış, inançsız ruhların kuşkularını, açmazlarını ve bunalımlarını ele alan bir eserdir. Kitap, bir öğretmenin atandığı köye gitmeden önce yaşlı bir adamın hikayesini dinlemesiyle başlar ve bu hikaye, öğretmenin hayatına derin bir etki bırakır. Eser, Risale-i Nur’un önemine ve her yaştan insanın hakikatle yüzleşmesine vurgu yapar.
Kitabın yazarı Halit Ertuğrul, eğitimci ve yazar kimliğiyle tanınır. Adıyaman/Besni’de doğmuş, çeşitli eğitim kurumlarında öğrenim görmüş ve doktorasını sosyoloji alanında tamamlamıştır.
Kitap, okuyuculara bir öğretmenin maceralarını sunarken, aynı zamanda kişisel arayış ve inanç konularında derin düşüncelere sevk ediyor.
TEPEBAŞI'ndaki İngiliz Elçiliğinin bahçe kapısının önünde bavullu, torbalı, çantalı, sarıklı, fesli yüzden fazla Osmanlı toplanmıştı. Birbirleriyle itişerek, kakışarak, panik halinde, içeri girme ye, kapıdaki görevliler de düzeni korumaya, sığınmacıların birer birer içeri girmesini sağlamaya çalışıyorlardı.
Bir İngiliz askeri içeri girmek
1963te Türkiye Sosyalist Kültür Derneği Ankara'da kurulur ve toplantılar düzenlenir. Daha ortaokul öğrencisiyim, toplantılara muntazaman gidiyorum, pek bir şey anlamasam da oturup dinliyorum. Türkçelerindeki yapmacıklık beni çok çarpıyordu. Dışarıda öğrenim gördükleri için bildiğimiz Türkçe'den farklı telaffuzları vardı. Başta Behice hanım olmak üzre, çoğu ABD'nden geliyorlardı.
Sadun Aren, Mihri Belli...
Önce onların arasında görünen sonra uzaklaşan biri daha var: Hikmet Kıvılcımlı. Çok ilgi çekici bir adamdı; gördüğüm bir, iki yerli, milli komünistten biri. Esaslı komünistlere "Eskitüfek" denirdi. Halit Çelenk, İdris Küçükömer ve başta çocukluk arkadaşımın babası Hamdi Konur başta olmak üzre çok çekmiş insanlardı bunlar. Sapına kadar dürüst adamlar ve Türktüler.
Sonra anladık ki bu üç, beş Türkün dışındakilerin hepsi Yahudiymiş. Bu bilinmiyor tabii. Ben bundan çok etkilendim ve niye o takım hep buraya yatırım yapıyor diye düşündüm. Sonra zamanla yaşlandıkça, okudukça gördüm ki her yerde bu böyle. Sovyet devrimini yapanların yüzde sekseni, doksanı o taraftan. Çok manidar bir olaydır bu.