“Âlemde meşhûd olan bu devran,
Tekâmül içindir, kemâle doğru.
Her nokta cevvâl, her zerre raksan,
Uçup giderler visâle doğru.
Ekvân, insan koşup giderler,
Tutulmaz kapılmaz hayale doğru.
İnsan isen gel matlûbu anla,
Yorulma, gitme celâle doğru.
Ufk-i ezelde doğan bir güneş,
Gider mi acep zevâle doğru?
İfâte etme kıymetli vakti,
Çevir yüzünü cemâle doğru.”
“Oğlum! İlim ve hikmetin değerini anlaman gerekiyor. Bu yüzden yaya yolculuk yapacaksın. Karşılığında yüksek ücret ödenmeyen bir şeyin değeri anlaşılmaz.”
“İstersen konuşalım! Fakat konuşmaktan ne çıkar ki! Kim bilir şimdiye kadar kaç merkep yükü kitap okudun. Fakat bunlardan ne anladın? Hiç, değil mi? İnsanlar neyi bilirler? Zevk ve bencilliklerinin arzuladığı sanatsal birtakım şeyleri... Fakat hak ve hakikat hususunda ne bilirler? Hiç! Akıl yoluyla hakkı bulmak mümkündür. Fakat bilmek, anlamak mümkün mü? Ne konuşalım? Harfleri bir araya getirerek hikmet bilinebilir mi?
[...]
Koskoca bir medeniyetin, yedi bin yıllık insanlığın çalışması neticesinde ortaya çıkan bilgiyi önemsemeyen bu garip kıyafetli delinin sözlerindeki büyüklük, bende büyük bir küçüklük hissi uyandırdı.”
“Ahmed Raci mi, dedi. İnsanlığın ismine el koymuşsun nurum. İnsanoğlu fazlaca âciz, zayıf ve muhtaç olduğu için hayatını rica ile devam ettirir. Raci demek, insan demektir.”
“Her hareketinde, her davranışında sessizlik hâkimdi; güldüğünde bile sesinin tonu ölçülü olurdu. Sessizlik onun için bir ihtiyaçtı ve bu nedenle gürültü ve duygunun her türlü şiddetinden rahatsız olurdu. Bir defasında ‘Duygularını kan gibi dışarı akıtan bu insanlar beni yoruyor’ demişti.”
“Her yabancı dil, kendine has anlatım biçimi nedeniyle çeviriye karşı koyar, ifade gücü ister ve bu güç, aramadan, mücadele etmeden ortaya çıkarılamaz. Yabancı dildeki bu özellikleri ortaya çıkarıp aynı tatta anadilde vermek, çok zevk aldığım bir sanat haline gelmişti. Çünkü sessiz ve aslında nankör olan bu iş, sabır ve direnç gerektiriyordu; lisedeyken her şeyi hafife almam ve pervasızlığım nedeniyle önemsemediğim bu erdemler çok hoşuma gitmeye başlamıştı çünkü yüce bir sanatı aktarmak olan bu mütevazı iş sayesinde ilk kez anlamlı bir şey yaptığıma ve varlığımın bir işe yaradığına inanıyordum.”
“İnsan kaslarını ihmal ederse bunu yıllar sonra telafi edebilir, düşüncedeki gelişim, yüreğin yakalama gücü ise ancak gelişme çağında mümkündür ve yüreğini erken yaşta olabildiğince açabilen kişi, sonraki yıllarda tüm dünyayı içine sığdırabilir.”
“Eskiden gelip yerleşmiş olanlar, ‘İnsan bu ülkeyi anlamak zorundadır’ dediklerinde, ‘Yerliler hakkındaki düşüncelerimize alışmanız gerekir’ demek isterler. Daha doğrusu sözlerinin anlamı, ‘Bizim görüşümüzü benimseyin yoksa defolup gidin, sizi istemiyoruz’ demektir. Bu gençlerin çoğu, eşitlik konusunda belirsiz bilgilerle yetiştirilmişti. İlk birkaç hafta yerlilere yapılan muamele karşısında şoka uğrarlardı. Yerlilerden sürüdeki birer hayvanmış gibi söz edilmesi ya da dövülmeleri veya onlara çevrilen bakışlardaki ifade yüzünden her gün yüzlerce kez irkilirlerdi. Kendileri, yerlilere insan gibi davranmaya hazırlanmışlardı. Ama katıldıkları toplumun kurallarına da karşı gelemezlerdi. Değişmeleri uzun zaman almazdı. Tabii. Kötü bir insana dönüşebilmek zordu. Ama çok geçmeden kendilerini ‘kötü’ olarak düşünemeyecek bir noktaya gelirlerdi. Hem, insanın görüşlerinin ne önemi vardı? Dürüstlük ve iyi niyet diye birtakım soyut fikirler, hepsi buydu işte. Somut gerçeğe gelince, hiçbiri efendi uşak ilişkisi dışında yerlilerle iletişim kurmazdı. Hiçbiri yerlileri birer insan olarak kendi yaşamları içinde görüp tanımazdı. Birkaç ay içinde bu duyarlı, dürüst genç adamlar, geldikleri çorak, güneşte kavrulmuş, kaskatı ülkeye uyacak biçimde katılaşırlar, güneşte yanıp nasırlaşmış, sertleşmiş kollarıyla bacaklarına ve sertleşmiş gövdelerine uygun bir tavır edinirlerdi.”
“Sonunda anladım ama; dünya göründüğü halinden ibaretti yalnızca, soğuk ışık altında sert bir yüzey. Yasın bile yerleşmek istemediği o boşluğu doldurmak için okumak zorundaydım, başlarda hiçbir ayrım yapmaksızın, elime ne geçtiyse.”
“Şimdi; hemen giyineceğim, kumaş örneklerini toplayıp yola çıkacağım. İstiyor musunuz, izin verecek misiniz gitmeme? Gördüğünüz gibi Müdür Bey, ben inatçı filan değilim ve çalışmayı da seviyorum. Yolculuk gerçi yorucu bir şey ama yolculuklar olmasaydı yaşayamazdım. Nereye gidiyorsunuz Müdür Bey, mağazaya mı? Efendim? Her şeyi olduğu gibi anlatacak mısınız? İnsan belli bir anda çalışamayacak durumda olabilir. Ama o insanın geçmişteki hizmetlerini anımsamak ve engel ortadan kalktıktan sonra hiç kuşkusuz daha büyük ve yoğun bir çaba göstereceğini düşünmek için en uygun zaman da işte o andır. Sayın patrona çok şey borçluyum. Bunu siz de iyi bilmektesiniz. Öte yandan annemle babamdan ve kız kardeşimden de ben sorumluyum. Güç bir durumdayım ama yine düzlüğe çıkacağım. Siz de lütfen durumumu olduğundan da güçleştirmeyin. Firmada benden yana olun. Gezginci takımı sevilmez biliyorum bunu, bol para kazandıkları ve güzel bir yaşam sürdükleri sanılır. Bu ön yargı üzerinde biraz daha düşünmeye ise gerek duyulmaz. Ama siz Sayın Müdür Bey, siz koşulları öteki personelden daha iyi bilmektesiniz. Hatta aramızda kalsın ama sayın patrondan bile daha iyi bilmektesiniz. [...] Sayın Müdür Bey, bana en azından ufak bir hak verdiğinizi gösteren bir söz söylemeden gitmeyin.”
“Umarım ciddi bir şey değildir. Yine de belirtmem gerekir ki iş adamları olan bizler -diyelim ne yazık ki ya da ne mutlu ki, bu anlayışa göre değişir- hafif bir rahatsızlığı çoğu kez işlerimiz nedeniyle görmezlikten gelmek zorunda kalırız.”
“Çünkü bir insan kendini ne kadar sınırlarsa öte yandan sonsuza o kadar yakın olur. İşte böyle görünüşte dünyadan kopuk yaşayanlar, özel yapıları içinde karınca gibi dünyanın tuhaf ve eşi benzeri olmayan bir maketini kurarlar.”