Annegret, varoluşuna bir dönüm noktası getirecek olayı bekliyor. Bu konuda başkalarının görüşlerine de güçlü bir şekilde bağımlı. Ancak sürekli olarak, travmatik geçmişi ve iflah olmaz bugünü düşünüp durduğu için bir kısır döngü içine sıkışmış durumda. Sürekli düşünme süreci içinde Varlık parçalıyor ve bu yolla kendi sanal dünyasını oluşturuyor. Sonuç olarak da bir bütün olarak algılanması gereken şeyi, parçalara ayrılmış halde algılamaya zorlanıyor. O artık sadece karşıtlıklar biçiminde algılayabiliyor: iyi-kötü, kurban-katil, hak-haksızlık, inanç-kuşku, gerçekleşme-hayal kırıklığı, geçmiş-bugün. Onun algıları, bu kutuplar arasında oradan oraya sürüklenip duruyor. Bu karşıtlıkların herhangi bir ucuna ne kadar çok yaklaşırsa hayatı da o kadar şiddetli bir sarsıntı geçiriyor. O zaman da her şey kuşkulu, belirsiz, boş, anlamsız hale geliyor. Algılarının bu ikili durumuna hapsolduğundan, sonunda yapabildiği tek şey, kendisiyle ve gerçeklikle bir özdeşleşme ortaya çıkmayacak şekilde bütün gerçekleri birleştirmek oluyor Sonuçta da kendini, kendi hayatının dışında kalan biri, kendi hayatında bir yabancı olarak hissediyor, ama kesinlikle öyle değil.