Dilber dînê sibe bû ez xezal im
ax lo rebeno lo narim deştê li minê,
gidî kembera zêr û zîvîn giran e
ji eşqa dilê rezîl qêmîş nakim hayê ax lo nadim piştê
hewû rebeno gidî,
hewû zalimê gili gazin û loma ji mi neke
mi sond xwarî
sed xençerê li min xin ezê ranabim ji kêlekê hû wî lo ji teniștê
bê xezal hayê hê hê hê hê yî ye bi,
gidîno xezala mi xeyîdiye hûy ax lo bi mi ra nayê
sebrê gilî gazin û loma ji mi nekin
çavê xezala mi li revê bû, dilê xezala mi li seknê bû
tu bala xwe bidê him diçêre Rebiyo lo him dikayê
Xezal dînê sibe bû ezê bê nexweş im ax rebeno li minê lo birîn neksê
kesekê xwedanê xêra tunîni cewabekî bide xezala mi bi tenê
melhemekî çêbike ji şîr û şekir lo ji arê kilsê hewû rebeno gidî,
geli gundî cînarno temî û weyseta mi li we be ez nexweş im ez dimirim
hûnê kefenê mi bibirin çîtê dêrê qîza ax lo filankesê hewara Xwedê
bê xezal hayê hê yî gidîno xezala mi xeyîdiye hî lo mi ra nayê
çavê xezala mi li bezê bû, dilê xezala mi li seknê bû
hûn ji bona Xwedê şahde bin vê sibengê
xezal him diçêre Rebiyo lo him dikayê.
"Portuga!"
"Hı..."
"Ben senin yanından bir daha hiç ayrılmak istemiyorum biliyormusun?"
"Niye?"
"Çünki dünyanın en iyi insanı sensin. Senin yanındayken kimse bana zarar vermiyor ve kalbimde mutluluk güneş gibi parlıyor"
Arkasına yaslanıp "Hı hı" ya da "Bu size ne hissettiriyor?" deyip duran biri yerine, sizinle aktif olarak çalışacak bir terapist bulmaya çalışın. Size geri bildirim veren ve kendisini bu işe adayan birine ihtiyacınız olacak.
"Sen hiç kimsenin olamayacağı kadar çok şeyimsin benim... Yüreğimde sana ayrılan yer herkesinkinden büyük. Yalnızca bir arkadaş, bir kan kardeş, bir sırdaş, birçok yakın dost değil, bir büyük sevgisin sen... Yanında sonsuz şımarabileceğim ve hâlâ kaybetmekten korkmayacağım tek kişi... yani biraz annem, biraz babam, hatta hiç görmediğim dedem, belki hiç doğmayacak oğlum... Sonra daimi hayranım ve tabii dokunulmamış sevgilim... Sen benim masumiyetimsin Tuna... Benim en yakınım- sın! Aslında belki öbür yarımsın? Bütün bunlar ne demek anlıyor musun? Hı?.."
10 Kasım 1938 Perşembe günü geldi. Sabah saat 08.00 sularıydı. Herkes Atatürk'ün yanındaydı. Rengi tamamen solmuştu. Birdenbire, “ Hı...hı...hı..." diye yalnız gırtlağından bir ses çıkarmaya başladı.
O yıllara dair sal ı iden de başka bir şey hatır l amıyorum. Hatır l adığım kadarının içine nüfuz eden, "Disney'in Harika Dünyası"nı seyrettiğim pazar geceleriyle bağdaştırdığım o melankolik ruh hali ise hi l lii belir gin bir yere sahip. Pazar kederli bir gündü; ertesi sabah okul olduğu için erkenden yatar, ödevlerimi yanlış yaptığımı zanneder, endişelenir dururdum. Ama Disneyland'in ışıl ışıl şatolarının tepesindeki gökyü zünde patlayan havai fişekieri izlerken daha büyük bir korku, okul ve ev arasında gidip gelen bu iç karartıcı hayata hapsolma korkusu beni yiyip bitirirdi; bu da bana müthiş bir keder içinde olmam için sağlam bir bahane verirdi.
Bir kitabı on kez okumuş olandan ziyade, on ayrı kitabı okumuş olanın saygı gördüğü bir dünyada yaşıyoruz. Toplumda önemli olan, ne kadar çok kitap okumuş olduğun gerçeğidir. Bu okumuş olma gerçeği insanları cezbeder, çekim odağı yaratır.
17. yy.'da Jan Baptista van Helmont adında son derece fiyakalı bir isme sahip Belçikalı bir bilim adamı vardı. Günün birinde, büyükçe bir saksının içinde yetiştirdiği bir söğüt ağacını tarttı.
Tam beş sene sonra aynı işi yeniden yaptı. Söğüt ağacı bu beş yıl içinde büyümüş ve 75 kilo almıştı. Ama ortada çok tuhaf bir durum vardı! Ağacın saksısındaki toprak sadece üç-beş gram azalmıştı!!!
Söğüt ağacı, bu 75 kiloyu nereden almıştı peki!