Bitirdim, sonunda. Kitap bitti, ben de bittim. Uzata uzata okuduğum, bir türlü bitirmeye gayret edemediğim bu romanı okuyamamın sebebi kitabı beğenmemem değil, çok fazla beğenmemdi. Sanki her cümle hızlı okudukça kayboluverecek, sanki kitap hızlı okuyunca benim için sıradanlaşıverecekti. Kıyamadım okumaya. Bugüne kadar okuduğum en iyi romanlardan birisi olarak zirvede yerini aldı. Gerek Nazan Bekiroğlu'nun o özüne kurban olduğum betimlemeleri, gerek kurgunun harikuladeliği derken, kitaba yüreğimi verdim. Zehra'ya geçtikçe aklım Settarhan'da, Settarhan'a geçtikçe aklım Zehra'da kaldı. Sonlara doğru dayanamadım, oturup bitirdim. Kitabın içerisindeki her karakter mükemmeldi. Her olay ayrı bir güzelliğe sahipti ve sanki her şey olması gereken şeklindeydi. Büyükhanım, İsmail, Settarhan, Zehra... Dayanamıyorum, ne güzel karakterler bunlar, ne güzeller her biri. Her birine teker teker aşık oldum. Sanki ben de gittim Tebriz'e, Bakü'ye, Settarhan'la birlikte her yere. Sanki ben de vardım Zehra bulutlara bakarken, İsmail'in defterini Zehra'nın omzunun üzerinden okudum sanki. Bu hikaye, beni içine hapsetti. Şuncacık kitabın içine girdim ve kendimi kitapla, kitabı kendimle bütünleştirdim sanki. Şimdi Settarhan'ın çayı gibi çay içebilsem. Şimdi Büyükhanım ile avluya otursam. Trabzon sokaklarında koşarken eşlik etsem Anlatıcı'ya. Hatta Azam'la birlikte otursam o düğümler atarken. Sofya'nın resimlerinin nasıl olup da Settarhan'a döndüğünü öğrensem. Alsam onları karşıma, dizimi büküp otursam, hikayeyi sürekli anlattırsam. Sanki hiç sıkılmayacağım.