Sarı, mor açmış, insan boyu, her birisi bir ağaç gibi sığırkuyruklarının, gene birer ağaç gibi, pembe, mor, som mavi, kırmızı el büyüklüğündeki hatmilerin, göbeğe kadar çıkmış pıtırakların, dize çıkan firezlerin arasından hendekleri inip çıkarak, ağzına kadar suyla dolu çeltik arklarını atlayarak, öğleye doğru Anavarzanın altına ulaştılar. Sıcak kızdırmış, yolların tozları fırın külüne dönmüştü. Anavarza kayalıkları, önünden akan Ceyhan ırmağının vurduğu ipiltilere boğulmuş, binbir biçim ışık oyunlarında gözleri kamaştırıyordu. Irmak burada durgun, bir ışık seli gibi ovayı doldurmuş akıyordu.
Memet çocuksa başını hiç yerden kaldırmıyordu. Yıllarca bir zulmün kapısında çobanlık yapmış, o zulüm onun tekmil hak ettiği paraları yemiş, ama onu dünkü gibi kimse aşağılamamıştı. İçindeki dert yüreğini gittikçe acıtıyor, ne yapacağını bilemiyordu. O adam onları aşağıladıkça küçülüp bir topak kalan Memede, umarsızlıktan kıvranan Hösüğe, utancından kaçacak delik arayan Aşık Aliye, yerden tozların içinde iniltisini bir çığlık gibi koyveren Yusufa acıyordu. Başlarına belki de bu yaşa geldiler geleli hiç böyle onur kırıcı bir iş gelmemişti. Bıraksalar tek başına şu karşıki Anavarza kayalıklarına gider, orada doya doya ağladıktan sonra kendini insan yutan çıngıraklıyılanların ağzına atardı. Sabaha kadar, o otomobilli adam, o kavaklı köy üstüne neler kurmamıştı… Elinden gelse alır eline bir top yalım, köyün bu ucundan girer, öbür ucundan çıkardı.
İnsanlar bu traktörler geldikten sonra birden değişmişler, bambaşka insanlar olmuşlardı. İnsanların yüzlerine bile bakmıyorlardı. Ne yapacaklarını bilemedikleri bu makinalara tapınmışlardı bayağı.