“Yaşanmış gerçeklilik anlaşılmadan, yaşanan gerçeklilik anlaşılmaz” teziyle okuyucuyu 80'lere sürüklüyor. Tıpkı filimlerde olduğu gibi. 80 sonrası kurulmuş film seti çıkıyor karşınıza. Geçmişinizle yüzleşmeye, yol arkadaşınızın rolünü irdelemeye, toplumu sorgulamaya başlıyorsunuz. Ufuk Bektaş Karayaka, yazdıklarıyla başarıyor bunu.
Kitap
"Ertesi sabah idamını bekliyordu. Bütün geceyi annesine mektup yazmakla geçirdi." Sayfa 38
Bir cinayet planlayan fakat bu süreç içerisinde tüm imkanları da var iken geçmişinden gelen maneviyatı ve vicdanının üstün gelmesiyle son anda bu tasarısından vazgeçen fakat tasarladığı cinayeti bir başkasının işlemesi nedeniyle de suçlu durumda kalan bir adam düşünün. Ve bu adamın da hayatında sadece annesi olduğunu düşünün.
İşte 54 sayfalık kısacık eser de bu hüzünlü hikayeyi okuyacaksınız.
Ayrıca bir insan ne yapmış olursa olsun diğer insanlar onu ancak ıslah etmeye çalışmalıdır düşüncesindeyim. Biz insanlar cezalandırmayı sadece ıslah amacıyla yapmalıyız. İdam cezası maalesef geri dönüşü olmayan bir şey ve ne olursa olsun, hangi suçu işlemiş olursa olsun o insanın bir gün gerçekten pişman olacağı ve bambaşka bir insan olarak hayatına devam edeceği ihtimali mutlaka vardır. O insanı insan eliyle öldürerek bu şansını elinden almaya hakkı yok diğer insanların. Hele ki bir de o insanın masum olma ihtimali varsa...
Balzac'ın insanı düşünmeye sevk eden bu oldukça etkileyici hikayesi ilk defa 1831 yılında yayımlanmış. Eseri mutlaka tavsiye ediyorum.
Herkese faydalı okumalar dilerim.
Kırmızı HanHonore de Balzac · MEB Yayınları · 1946262 okunma
Bir sabah tanıdık bir şehre girerken
Sıcak ve dost şeyler düşünür insan
Tanıdık bir yatak bekler sizi
Bir çocuk yüzü gülümser anılardan
Dost şehirler, sevgili, anne şehirler
Nice acılar, nice mutluluklar yaşadım her birinizde
Delikanlı bir sevinçle sokaklarınızdan geçtiğim oldu Kederli günlerim oldu aklımı yitiresiye
Sonsuz kareli bir
Herkesin kendi suskunluğuna yaslandığı saatler
Dışarıda hüzünlü bir yağmur
Gece hırsından patlamak üzeredir
Şöyle bir yumruklasam göğsümü
Belki gök çatlayacaktır
Gözlerinde sabah serinliği
insan en çok sabahları arar sevdiği kadını
diyor birisi, katılıyorum o sabahlara öğleler kaba yaşanır, kalındır akşamüstleri ince hüzünlü çiçekler alınıp verilebilir sabahtır yalnızlık nasıl sabah nasıl yalnızlık ve şiirsel hiçbir yanı yok sanılır var mıdır, vardır
vardır, ama çiçeklerle değil kendi başına zımpara taşı gibi acımasız
"İşte bu ruh Resûlullah'ın (sallahu aleyhi ve sellem) ashabında vardır.Onlar Allah'ın seçmiş olduğu geçmişteki salih kullarıdır: 'Onlar geceleri âbid gündüzleri mücahittirler.'
Onlardan birini gece vaktinde mihrabına çekilmiş,eliyle sakalından tutmuş kıvranırken,bir hasta misali inlerken, hüzünlü biri gibi ağlarken ve şöyle derken görürsün: 'Ey dünya,beni değil,başkasını kandır.' Sabah olup da cihad çağrısı yapıldığında onları, atının üzerinde meydanları inleten ve kükreyen aslanlar olarak görürsün."
Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte
seni düşünmekteyim
Elimde uçuk mavi bir kalem,
cebimde iki paket sigara
Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden
Çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, öpüştüklerimiz,
"Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz"
Çiçekler, çiçekler, su verdim bu sabah çiçeklere
O gülün yüzü gülmüyor sensiz
O köklensin
Kitap İngiltere’nin küçük bir madenci kasabasında yaşayan Billy Casper’in hayatının anlatımı aslında. Babasının yıllar önce terk ettiği evde anne ile abisi ile hayatını sürdürmekte ancak annesinin alakasız davranması ve abisinin zorbalıkları yaşamını sürdürmesi gereken bir hayatı vardır aslında. Gittiği okulunun da sunduğu yaşam pek parlak
EFELYA'dan...
........
Elif, Ferhat'ı daha yakından tanımak için, çocukluğuna dair hatıralarını anlatmasını istedi ondan; sonra sesine bir avuç fesleğen katıp:
“Dur, önce anneni anlat, çok merak ediyorum, yaşıyor değil mi?”
“Yaşıyor değil mi?” cümlesiyle Ferhat birdenbire dağılmıştı.
“Hayır, yaşamıyor; çocukken kaybettim
"Hiç sevmem kışları" derdi. Neymiş üşürmüş de kalın giymek zorunda kalırmış. "Hahh" dedim içimden. "Yazın da, kışın da mahallenin en pejmürdesi sensin..." Bunları o zamanlarda çok yakın olup da sevemediğim, şimdilerdeyse rahmetli olan canım arkadaşıma söylerken yıl 1995 aralığın 17'siydi.
Şimdiyse 2006 yazının
Şermin Yaşar’ın ilk okuduğum romanı oldu ve kesinlikle sonuncusu olmayacak. Gerek hikayesi açısından gerekse karakterlerin ağzından çıkan bazı sözler öyle içinize işliyor ki anlamsız anlamsız duvara baktığınız oluyor. 200 sayfa su gibi akıp gidiyor. Bazı romanlarda keşke daha uzun olsa diyordum yahut daha kısa da olabilirmiş diyordum ama bu roman